04 ARALIK 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim, Kasım ve nihayet Aralık aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2007 yılının Aralık ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Aralık ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Aralık 2007
ANTALYA’NIN ARDINDAN
Film Portakalı
44. Antalya Altın Portakal Film Festivali sona erdi ve hepimiz evlerimize döndük. Festivalin bu yılki programı oldukça zengindi. On günlük süre zarfında, otuza yakın film izleme imkânı buldum. Basın toplantıları (örneğin Francis Ford Coppola’nın), festivalde bulunan yönetmenlerin katılımıyla düzenlenen söyleşiler ve mecburi çalışma saatleri, daha fazla film izlememi engellese de, özellikle merakla beklediğim filmleri yakalama şansım oldu. ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın sonuçları her yıl olduğu gibi yine tatmin etmedi beni. Jürilik zor iş tabii. Her jüri birbirinden farklı ve dışardan bakınca her jüri sizden uzak… ‘Yumurta’, ‘Yaşamın Kıyısında’ ve ‘Mutluluk’ arasında paylaştırıldı ödüller. ‘Mutluluk’ beni mutsuz etti.
Semih Kaplanoğlu’nun önceki filmi ‘Meleğin Düşüşü’ beni çok daha fazla etkilemişti. ‘Rıza’ ise tek kelimeyle kusursuzdu. Jürinin görmezden geldiği Tayfun Pirselimoğlu’nun ‘özel’ filmi, yarışmaya katılan diğer 11 filmin çok üzerindeydi bence. (Bu film, ayrı bir yazı konusu) Ulusal filmler hakkında uzun uzun yazacağız. 44. Altın Portakal programının en dikkat çekici yanı ise yabancı filmlerdi… Festivalde bulunan İspanyol yönetmen Jaime Rosales’in ‘La Soledad / Yalnızlık’ adlı filmini çok beğendim. Yönetmenin 2003 tarihli filmi ‘Las Horas Del Dia / Gündüz Saatleri’ni 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlemiş ve hayran kalmıştım. ‘Yalnızlık’, yaşadığımız yerde nasıl bir başımıza ve korunaksız olduğumuzu, zorlama olmayan bir üslup ve sabitlenmiş bir kamerayla anlatıyordu. Karakterler, doğal bir ışıkla gayet rahat girip çıkıyorlardı kadraja ve Rosales kaldığı yerden devam ediyordu dertlerini anlatmaya; üzerine yeni şeyler ekleyerek üstelik. ‘Paranoid Park’ bir Gus Van Sant filmi olarak çok vasattı. Aynı şey, çok sevdiğim Ang Lee içinde de geçerli. Çekimleri sürerken başlayan sansür tartışmalarıyla gündeme oturan ‘Lust, Caution / Dikkat, Şehvet’, ustanın önceki filmlerinin çok gerisinde ve ‘eski’ kalmıştı bence. James Mangold imzalı ‘3:10 To Yuma’, 1957 yapımı Delmer Daves yönetimindeki orijinal filme saygılarını sunuyor, fakat başka meseleler üzerinden cesaretle yürüyordu. Western, politik alt metinli keskin bir dramla buluşuyor ve karşımıza nadiren çıkan bir ziyafete dönüşüyordu. Van Heflin’in rolünü Christian Bale üstleniyor; ne denli önemli bir aktör olduğunu bir kez daha haykırıyordu. David Cronenberg’in ‘Eastern Promises / Şark Vaatleri’, mütevazı bir gövde gösterisiydi. Film, yalnızlık ve imkânsızlıkla örülü bir şiddeti, şiirsel bir dille yansıtıyordu beyazperdeye. Michael Winterbottom’ın ‘A Mighty Heart / Güçlü Bir Yürek’ filmi, son derece sıkıcı ve yavan geldi bana. Böyle bir sinema ve anlatıya gerek yok diye düşündüm. Romen yönetmen Christian Mungui’nin Cannes’de Altın Palmiye kazanan ve bunu sonuna dek hak eden filmi ‘4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün’ yürek yaralayan, çok güçlü bir sinemaydı. İyi film çekebilmenin koşulunun, fazla para ve imkân değil, ‘dünyayla-sistemle’ alıp veremediğin bir şeyler olduğu gerçeğini kanıtlıyordu. Venedik’te ‘Altın Aslan’ kazanmış 2003 tarihli ilk filmi “Dönüş”le dikkat çeken Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev, ikinci filmi ‘Izgnanie / Sürgün’ ile büyüledi beni. ‘Sürgün’, tek kelimeyle yüksek sinema ürünü bir film. Sözün bittiği yer. Bir şiir, izlediğiniz. Görsel bir şölen. Felsefi bir metin. Yüreğe sokulan ve içerde çevrilen bir bıçak. Pastoral bir hüzün eşliğinde dostluk, aşk, aile, mutsuzluk, inanç, vicdan, söylenmemiş sözler ve dokunaklı bir pişmanlık resitali… Modern ve yenik zamanın başyapıtı. Zvyagintsev, Tarkovsky’nin açtığı yolda bir maraton koşucusu. Bize Sovyetler Birliği’nden miras, büyük usta Aleksandr Sokurov’un son filmi ‘Alexandra’ yine mütevazı bir başyapıttı. Eski filmlerinin kaldığı yerden sürdürüyordu izleğini usta sinemacı. Monokrom bir bakışla yaşlı bir kadını, ordu kampındaki torunuyla buluşturuyor; anlamsız, kirli bir savaşın eleştirisini olabildiğince insancıl biçimde yapıyordu. İmkânsız oluşlardı bizi yok eden. Eski rejime, kaybedilen bir anneye etrafındaki genç askerlere belli etmeden usulca dokunan bir komutanın trajedisiydi film. Yıkıntı içinde yaşanan umutsuz barış dilekleriydi. Bir daha bir araya gelmesi zor iki yaşlının, tren garındaki elvedasıydı yaşadığımız günler… Başka bir şeydi Sokurov’un filmi ve Cannes’de ‘En İyi Senaryo’ ödülünü ‘Yaşamın Kıyısında’ ile Fatih Akın kazanıyordu. Her şeyin çivisi çıkıyordu dünyada ve İsveçli usta Roy Andersson son harikası ‘You the Living / Siz Yaşayanlar’ da bütün bunları haykırıyordu işte. Kapkara bir ‘dünyanın ve insanlığın sonu’ tablosu çiziyordu filminde. Güçlü bir mizahın, keskin bir hüzünle at başı ilerlediği öykü, bombardıman uçaklarının gökyüzünde görünmesiyle sona eriyordu. ‘Dünyanın sonu ve perde’ydi işte durum… Umutsuz insanlık halleri, karşımıza çok nadir çıkan gerçek sevgiyi arıyordu. Adalet, ilişkiler, sevgi, kapitalizm, o evrensel hırsızlık, her şey nasibini alıyordu görsel tasarımına hayran olunası gerçekçi masaldan. Julie Taymor’un ‘Accros the Universe’ adlı 60’ların ruhuna bir ağıt olan ‘The Beatles’ ezgili romantik müzikal dramı, bütün ihtiyacımızın aşk ve sevgi olduğunu tekrarlıyordu. Yapım tasarımı ayakta alkışlanan film, çatılardan sesleniyordu: ‘Don’t Let Me Down”… Sam Garbarski’nin ‘Irina Palm’ı da bir sürprizdi kuşkusuz. ‘Rıza’ ile akrabalık taşıyan film, tavizsiz ve başı öne eğmeyen bir çaresizlik öyküsüydü. Marianne Faithfull’un büyük bir başarıyla canlandırdığı ‘Maggie, mesleki adıyla Irina’nın hasta torunu parasızlıktan ölüyordu ve o yüzlerini bile görmediği erkeklere mastürbasyon yapıyordu. Böyle bir dünyada yaşıyorduk işte. Kelimelerin tükendiği yerde acıtıcı gerçekler başlıyordu. Ve sinema…
RIZA
‘Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer desem daha doğru.’
Rainer Maria Rilke / -Malte Laurids Brigge’nin Notları-
‘Temiz kalmış ne bulunur bir çöplükte…’ diye başlar, Sivas’ta katledilişi çoktan unutulan büyük şair Metin Altıok’un bir şiiri. 2002 tarihli ilk filmi ‘Hiçbiryerde’ ile akıllarımıza kazınan Tayfun Pirselimoğlu’nun yazıp yönettiği ikinci uzun metrajı ‘Rıza’, bu dizelere ‘cuk’ oturuyor. Rus edebiyatından, özellikle Dostoyevski’den, şiirden, resimden ve varoluşçuluktan beslenen, ayakları yere basan, gerçekliğini asla yitirmeyen, ödünsüz, olabildiğince yalın, cesur, aslan yürekli bir film ‘Rıza’. Bu toprakların filmi her şeyden önce. Arka sokakların, bozuk düzen kaldırımların, bazılarının pek uğramadığı semtlerin, göz ardı edilen bekâr odalarının, tek göz insan yığını yoksul otellerin, baştan kaybetmiş, tutunamamış insanların, yitirmişlerin, umutsuzların, çaresizlerin, çaresiz bırakılmışların, kaderine terk edilmiş yalnız yüreklerin filmi. Numarasız, söyleyeceğini kıvırmadan söyleyen, eğilip bükülmeyen bir film. Çıkış yolu arayan, iç huzuru asla bulamayan ama umutlarını yüreklerinin bir yerinde koruyan insanlar. Saflıklarını çoktan yitirmiş, yitirmeye zorlanmış, ama vicdanı olanlar. Vicdanı kanayanlar. Rahat uyku uyuyamayanlar, televizyonun hipnotize edici yalan ışığında düş görenler, eski güzel anların hayali ve anısıyla yaşayanlar. Tutunamayanlar, ülkenin büyük çoğunluğu yani… ‘Yaşadığımız yerin başka bir gezegenin cehennemi olduğunu’ evrensel bir sinema diliyle anlatırken Pirselimoğlu, politik alt metinlerini birçokları gibi ‘kıvırmadan’ yansıtıyor beyazperdeye. Düzgün bir adamın düzgün filmi ‘Rıza’… Başrolü üstlenen Rıza Akın ve Nurcan Eren, adeta oyunculuk dersi veriyorlar. Pirselimoğlu, oyuncu yönetiminin en önemli örneklerinden birini çekmiş. Rıza Akın’ın oyunu o derece kuvvetli ki, karakterin çaresizliği üzerinize siniyor filmi izlerken. İçinize dokunuyor. Yüreğe sokulan bıçak daha derinlere indikçe, tespitten öte bir gerçeklik olduğunu anlıyorsunuz filmin. Siz de sorumlusunuz bu gerçekçi resimden. Rahat yataklarınızda günün muhasebesini yaparken, tek göz odaların birinde birçok Rıza olduğunu düşünmelisiniz uykuya dalmadan. Bu ülkede yaşadığınızın, ülkenin katı ve kesin gerçeklerinin ayrımına varıp, bir hesaplaşma yaşamalısınız içinizde. ‘Rıza’ya kayıtsız kalmamalısınız. Pirselimoğlu’nun kalemi ve bakışı, Colin Mounier’in tablo görüntüleri, bütün oyuncu kadrosu, ışıkçısı, sesçisi, Natali Yeres’in titiz ve ‘yerinde’ sanat yönetimi, kısaca bütün ekibi ve her şeyiyle uluslararası alanda göğsümüzü kabartacak bir film. Bütün ekibe, sadece sinemadan sorumlu bir sinema yazarı olarak şunu söylemem gerek: Elinize, aklınıza, emeğinize sağlık. Bu çok önemli filmi, Antalya’daki Ulusal Yarışma’da görmezden gelen jüri üyelerine de buradan bir sitem gönderiyorum… Önemli bir not da filmin kurgusundan ve uzunluğundan bahsedenlere; Elias Canetti, 1942-79 yılları arasında tuttuğu notlarından derlenen ‘İnsanın Sılası’ adlı kitabında şöyle der: ‘İnsanın söylemek istediğinden fazlasını söylememesi çok zor’. Pirselimoğlu, bu zorluğun da üstesinden gelmiş. Her şeyi yerli yerinde, hatasız, kusursuz, matematik bir film ‘Rıza’. Sanatçılar görevini tamamlamış. Şimdi görev, sinema üzerine düşünüp kalem oynatanlar ve izleyicide.
HALLOWEEN
Sistem kurbanı bir çocuk
John Carpenter, 1978’de ‘Halloween’i çektiği zaman türe noktanın konduğunu düşünmüştüm. 2007 tarihli ‘Halloween’de Rob Zombie, çok zor bir işin altından başarıyla kalkmış. Carpenter’a ve filmine saygılarını sunup, çıtayı çok yükseklere çekmiş. Beyazperde tarihinin en kıdemli ve korkunç katillerinden Michael Myers’ın ‘yetişme’ ve ‘olma’ dönemlerine, hikâyenin öncesine ve ‘yabancılaşmış bir hastalığın’ bilincine götürmüş izleyiciyi. Myers ailesinin duvarına asılı Kennedy resimleriyle farklı bir politik ve felsefi altyapı kurmuş. Kennedy’nin öldürülüşünden itibaren ‘yeni’, ‘slasher’ bir Amerika ile sapkınlığa, yalnızlığa ve açgözlülüğe teslim olmuş bir ülke ile karşılaşıyoruz filmde. Michael’da, binlerce kurbandan biri. Sadece kimliğine, hayatta kalan tek akrabasına, çoktan yitirdiği saflığa ulaşmaya çalışan ve önüne gelen her engeli bu uğurda bilinçsizce geçen biri… Henüz çocukken, ilk katliamını yapmak üzereyken yani, yalnız geçirdiği bir cadılar bayramı gecesi, Nazareth’in fonda çalan ünlü şarkısı ‘Love Hurts’, filmi izah ediyor zaten. Kennedy’yi öldürenler, Michael’dan daha masum, iyi ve ‘normal’ değiller. Saflığı, geleceği ve umudu yok edenler yanında Michael, bir başına kalmış, küçük, ürkmüş bir çocuk… Oyuncu kadrosu, görüntü yönetimi, kurgusu, yapım tasarımı ve cesaretiyle, türe yeni bir nokta da Zombie’nin ‘Halloween’i koyuyor.
(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Aralık 2007)
MURAT ERŞAHİN