Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

03 ŞUBAT 2023

02 Şubat 2023 Perşembe 19:12
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz üç yıldır süren bu beladan çok yakında tamamen kurtulacağız!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, ‘o tarihe ait eski vizyonda bu hafta’ ve ‘sinemadan çıkmış insan’ köşelerini sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden beş klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler yeni yılda da devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Édouard et Caroline
(Yönetmen: Jacques Becker / 1951)

Herz aus Glas
(Yönetmen: Werner Herzog / 1976)

In einem Jahr mit 13 Monden / 13 Aylı Bir Yılda
(Yönetmen: Rainer Werner Fassbinder / 1978)

Die bleierne Zeit
(Yönetmen: Margarethe von Trotta / 1981)

Der Stand der Dinge / Olayların Gidişi
(Yönetmen: Wim Wenders / 1982)


Vizyonda bu hafta (3 Şubat 2023)
1 Şubat Çarşamba günü vizyon gören, Güney Koreli ünlü müzik grubu BTS’nin konserini perdeye taşıyan ‘BTS: Yet to Come in Cinemas’ dahil 3 Şubat haftası, ikisi yerli olmak üzere toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor.
Dokuz dalda Oscar adayı olan Martin McDonagh filmi ‘The Banshees of Inisherin’, M. Night Shyamalan’ın yeni gizem yüklü gerilimi ‘Knock at the Cabin / Kulübeye Tıklat’ ve Cannes’den ‘En İyi Senaryo’ ödülü ile dönen Tarik Saleh imzalı ‘Walad Min Al Janna / Cennetten Gelen Çocuk’, haftanın notlarımız arasında yer alan yenileri!

 
THE BANSHEES OF INISHERIN
-Mutlu olmak varken bu dünyada!-

1920’lerin başında İrlanda’nın batı kıyısında bulunan Inisherin adlı ücra bir adadayız. Çocukluktan beri çok yakın iki dost olan Colm ve Padraic’le tanışıyoruz. Colm aniden, ortada hiçbir somut oluş yokken, ömür boyu dostluk yaptığı Padraic’e, ‘artık ondan hoşlanmadığını ve aralarındaki arkadaşlığı bitirmek istediğini’ söylüyor. Başlarda geçici ve basit gibi görünen bu küslük durumu, ikilinin ve kasabanın günlük hayatını çok derinlere inercesine değiştiriyor.
‘In Bruges’, ‘Seven Pyschopaths / Yedi Psikopat’ ve ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri / Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’ gibi nitelikli filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz yaman senarist-yönetmen Martin McDonagh’ın beşinci uzun metraj kurmacası, 13 Mart günü sahiplerini bulacak, 95. Akademi Ödülleri’nde, en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi özgün senaryo dahil tam dokuz dalda Oscar adayı olarak gösterildi. Yazının yazıldığı şu an toplamda 108 ödül elde etmeyi başaran ince, hınzır bir mizah ve yoğun bir hüzünle örülü dramın baş rollerini, daha önce yönetmenin ‘In Bruges’ filminde de birlikte rol alan iki usta aktör Colin Farrell ve Brendan Gleeson üstleniyorlar. Kerry Condon ve Barry Keoghan ise oyuncu kadrosunun pırıl pırıl parlayan diğer önemli isimleri.
İşin aslı, anakarada bir iç savaş sürmekte. - İki İrlandalı milliyetçi grup arasında bir yıl süren (1922-1923) iç savaş sonucunda Birleşik Krallık’tan bağımsız ancak Britanya İmparatorluğu’nun bir parçası olan Serbest İrlanda Devleti kurulduğunu belirtelim- Kardeş kavgası, Inisherin adlı ufacık adaya da yansıyor tabii, uzaktan duyulan patlama sesleri arasında! Savaşlar gibi insan ilişkileri de. Ufacık nedenlerden, menfaatlerden, nüanslardan başlayıp, büyüyor ve müthiş acılara, yıkımlara, felaketlere evriliyor. Martin McDonagh işte bu önemli noktayı, iki yakın dost, Colm ve Padraic’in ilişkisinde ele almış. Padraic, dostunu göre gelenekçi biri. Her şeyin olduğu gibi sürmesi, o güvenli aynılık hoşuna gidiyor. Korunaklı, dostane ve sıcak günler tek isteği. Colm ise sıkılmış bu aynılıktan. Kalıcı izler bırakmak, bu dünyadan geçtiğini diğerlerine kanıtlamak hissinde! Kabuğundan sıyrılıp, sesini duyurmak tek isteği! Monoton günler aynı zamanda dostu Padriac’ı da işaret etmekte. Hemen bütün zamanını dört tarafı suyla çevrilmiş bu toprak parçasında aynı insan-insanlarla geçirmekten hoşnut değil. Zamanın gittikçe azaldığının ayrımında! Aslında insanın yarattığı bir ‘şey’ savaş! İletişim, yalnızlık, egolar, sahip olma isteği, açlık, hırs, kıskançlık ve insana ait olanca hisler, durumlar, oluşlar. Fedakar, iyi kalpli kız kardeş Siobhan, ona imkansızca aşık genç, deneyimsiz, iyi kalpli Dominic, ölümleri ve yıkımları çok önceden gören yaşlı kadın, insan varoluşu, inançlar, yüreğe oturmuş acı, gitmek, kalmak, ölmek ve yaşamak…
Zamanın amansız ve acımasız ‘tik-tak’ları arasında değişim, iç sıkıntısı, kararsızlık ve koyu bir yalnızlıkla donanmış insan duyguları. Dostluğun kekremsi ama içten tanımı öte yandan. Bir ırmak gibi akıp giden, hemen bütün duygularımızı harekete geçiren, son derece yalın, çok güçlü bir film perdede duran! Bütün oyuncu kadrosunun izahı güç performansları, enfes metin-yönetmenlik, Ben Davis imzalı ‘has’ görüntü yönetimi, Carter Burwell’in özgün müzik çalışması, Brendan Gleeson’ın da mimarlarından biri olduğu soundtrack –ki Carl Orff ve Brahms notalarını da unutmayalım- artı değer katıyorlar hep filme! 
Son tahlilde bir Metin Altıok şiiri gibi izlenenler adeta:
‘Toprağın da vardır bir kişiliği. 
Her insanın nasıl bir iklimi varsa.
Bir toprağı anlatmak değil mi ki 
Bir insanı anlatmaktır biraz da.’
(4,5 / 5)

 

KULÜBEYE TIKLAT
-Shyamalan’ın inançla imtihanı-

Gizem yüklü gerilim ‘The Sixth Sense / Altıncı His’ ile adını duyuran ve yazıp yönettiği ilginç hikâyelerle kendisine Hollywood’da sağlam bir yer edinen Hindistan asıllı ABD’li sinemacı M. Night Shyamalan’ın on sekizinci uzun metraj kurmacası, yaman yönetmenin dört önemli filminin halen bitmeyen yüklü mirasını yediğini gösteriyor kanımca. 1999’da ‘The Sixth Sense / Altıncı His’ ile başlayıp 2000’de ‘Unbreakable / Ölümsüz’ ile süren, 2002’de ‘Signs / İşaretler’ ve 2004’de ‘The Village / Köy’ ile elde edilen miras, 2006 tarihli ‘Lady in the Water / Sudaki Kız’da başkalaşmış, erimeye başlamış, yönetmenin ters köşe finalleri, zengin metaforlarla donanmış sürprizli anlatısı, daha kolay, düz oluşlara evrilmiş, Shyamalan, kendisinde hep olan maneviyat meselesine iyice bulanıp, inanç, insan, din ve tanrı odaklı öykülere ağırlık vermişti. 2015’de çektiği ‘The Visit / Ziyaret’ ile eski günlere döneceğinin sinyallerini verip, bir parça umutlandıran Shyamalan, görüyoruz ki, ‘kulübeye tıklatan’ son filmiyle yeniden maneviyat-inanç öykülerine geri dönmeyi uygun bulmuş!  
Eric ve Andrew çifti, evlatlık küçük kızları Wen ile birlikte, New Hampshire kırsalında izole bir kulübeye dinlenmeye gelirler. Oldukça huzurlu görünen kısa tatil, dört yabancının bir anda kapılarında bitmesi sonrası bir can pazarına dönüşür. Ellerinde kesici silahlarıyla ‘mahşerin dört atlısını’ andıran yabancılar tarafından rehin alınan aileden istenen, yaklaşmakta olan kıyameti engellemek için akıl almaz bir seçim yapmalarıdır. Ya aile kurtulacaktır ya da insanlık! 
Dave Bautista, Jonathan Groff, Ben Aldridge, Rupert Grint ve küçük aktris Kristen Cui’ye, Nikki-Amuka Bird ve Abby Quinn eşlik ediyorlar. Hemen her filminde Hitchcock misalı şöyle bir görünen yönetmen, bu kez TV’de bir yemek programında arz-ı endam ediyor! Vahiy kitabı olarak da bilinen Yeni Ahit’teki ‘Apokalips / Kıyamet’ bölümüne göre, kıyamet felaketlerini getirecek olan yedi mührün açılması ile birlikte ortaya çıkacak olan mahşerin dört atlısının modern yorumu duruyor karşımızda! Hristiyanlıkta, ‘kıyamet alameti’ olarak ortaya çıkacağına inanılan dört atlı/yabancı, öyküde önemli bir rol oynuyorlar. Aile kavramını özellikle yine ve yeniden kutsayan yapım, alışageldik aile biçimlerinin dışında bir aile profili çizerek; ‘bakın, ne kadar da modern ve aydınlığım, bu beni yaftaladığınız gelenekçi ve muhafazakâr bakış açısından ne kadar uzak’ diyor aleni olarak! Bir de ‘kendimiz için değil, insanlık için yaşamalıyız ve hatta gerçek fedakârlık da insanlık adına yapılandır’ diyerek üstün insan mertebesine yükseltiyor kahramanlarını. Bu minvalde eski Shyamalan filmlerini mumla aratır biçimde dümdüz, sürprizsiz ve ters köşesiz süren yapım, yönetmenin yaratıcı geçmişi ve cılız bir ‘acaba’ uğruna izletiyor kendini. (2,5 / 5)

CENNETTEN GELEN ÇOCUK
-İnanç, güç ve hakikat-

Mısır’dayız. Yoksul bir balıkçının oğlu olan Adem, Sünni İslam dünyasının en prestijli üniversitesi olarak kabul edilen, 972 yılında Fatimiler tarafından kurulan Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi İslam İlimleri bölümüne kabul edilir. Aynı, Hristiyanlığın Vatikan’ında Papa neyse, bu geleneksel dini merkez olan üniversitenin başındaki büyük İmam da odur! Büyük İmam aniden hastalanıp, kısa süre içinde hayatını kaybettiğinde, yerine geçecek olan adayı belirlemek için siyasi ve dini odaklar arasında müthiş bir güç mücadelesi başlar. Adem, hiç istemeden cinayet ve entrikayla dolu, hayatını tehlikeye atacak bir casusluk ağının tam ortasında bulur kendini.
Altın Palmiye için yarıştığı Cannes’den ‘en iyi senaryo’ ödülü ile ayrılan gerilimi yüksek dram, İsveç’in ‘yabancı dilde en iyi film’ dalında Oscar adayıydı da! İsveç-Danimarka-Fransa-Finlandiya ortak yapımı, Tarık Saleh imzası taşıyor. İsveçli anne ve Mısırlı babanın 1972’de Stockholm’de dünyaya gelen çocukları İsveçli sinemacı Saleh’in yazıp yönettiği politik tarafı yoğun dramda başrolleri Filistin asıllı İsrailli Tawfeek Barhom ve kariyerini İsveç’te sürdüren Lübnanlı aktör Fares Fares paylaşıyorlar. 
Devlet ve dini elitler arasındaki güç mücadelesi arasında kalmış, inanan küçük insan ve inanç üzerine polisiyeden de beslenen, politik bir dram yazıp yönetmiş Tarık Saleh! Devletin ve bazı din odaklarının kontrol altında tutmak istediği dini otorite ile saf inanç arasındaki mesafe, gencecik masum bir inananın tanıklığında yansıyor perdeye. Politik sebepler yüzünden Mısır’da çekilmeyen filmin büyük bölümü, İstanbul’da çekilmiş. Filmin oyuncu kadrosunda ve yapım ekibinde çok sayıda Türkiyeli isim bulunmakta. Filmin sanat yönetmeni Sıla Karakaya. Özel efektler ise Berke Alkan tarafından gerçekleştirilmiş. Ses departmanından yönetmen asistanlığına, makyajdan, dekora yapımın hemen her bölümünde yerli bir sinemacı yer almış. Söylediğini evirip çevirmeden, direkt söyleyen, cesur, güçlü ve sürükleyici bir film perdedeki! (3,5 / 5)

Haftanın notlarımızda yer alamayan diğer yenilerine bakacak olursak…
Güney Koreli ünlü müzik grubu BTS’nin Busan konserini özel görüntülerle beyazperdeye taşıyan konser filmi ‘BTS: Yet to Come in Cinemas’ Oh Yoon-Dong tarafından yönetilmiş.
İspanya-ABD ortak yapımı animasyon ‘Mummies’, Juan Jesús García Galocha imzası taşıyor. Günümüz Londra’sında üç sevimli mumya! Hırslı arkeolog Lord Carnaby tarafından çalınan aile yüzüğünün peşindeler!
Mahsun Kırmızıgül’ün yazıp yönettiği ‘Prestij Meselesi’, 1991 yılında kurulan ve özellikle 90’lar süresince ülke müziğine birçok önemli ismi kazandıran Prestij Müzik ile yolları kesişen Mahsun Kırmızıgül, Özcan Deniz ve Haluk Levent’in, müzik yapımcısı Hilmi Topaloğlu ile birlikte çıktıkları ve yıldızlığa uzanan yolculuğu taşıyor perdeye. Engin Hepileri, Eser Yenenler, Aslıhan Güner, Biran Damla Yılmaz, Şebnem Bozoklu, Melisa Döngel, Ali Sürmeli, Bülent Emrah Parlak, Melek Baykal, Meral Çetinkaya, Levent Sülün, Erkan Petekkaya ve Erdal Özyağcılar’dan oluşan oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor!
Özgür Bakar’ın yönettiği ‘Musallat 3’ bir seriye dönüşen yerli korku filmlerinin yeni örneği! Burhan, on beş yıl önce yaşanan korkunç olayların ardından, cinlerin saldırısıyla oğlunu ve gelinini kaybetmiştir. Ölümlerin sorumlusu olarak görülen Burhan, akıl hastanesine gönderilir. Ancak onun peşinde olan ateşten yaratılanlar, Burhan'ı akıl hastanesinde de rahat bırakmayacaklardır! Kurtuluş Şakirağaoğlu, Pelinsu Çileli ve İbrahim Aslan oyuncu kadrosunu oluşturan isimler.

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!

 

 

TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2012 ve 2017 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.


Vizyonda bu hafta (3 Şubat 2012)
Merhaba! Bu hafta vizyon gören altı yeni filmden beşi, notlarımız arasında. İzleme şansı bulamadığımız tek yapım ise; ‘Türkiye’nin ilk kuantum filmi’ olma iddiasındaki ‘Eşruhumun Eşzamanı’… ‘Utanç’, ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ ve ‘Savaş Atı’, haftanın dikkat çeken yapımları. İçinizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insana’ iyi bakın. Artık biliyorsunuz; sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu! Herkese iyi seyirler!

 

UTANÇ
2008 tarihli ilk filmi ‘Açlık / Hunger’ ile bağrımıza bastığımız Steve McQuenn’in merakla beklediğimiz yeni filmi karşımızda nihayet. İngiliz sinemacı bu kez New York’ta geçen sarsıcı bir dram yazıp yönetmiş. Başrolü de, yine ‘Açlık’da olduğu gibi müthiş aktör Michael Fassbender’e vermiş. New York’ta yaşayan seks bağımlısı Brandon’un geçmişiyle ilintili çok ciddi sorunları vardır. Cinsellik takıntısını tetikleyen ‘şeyden’, özel hayatından utanmaktadır. Günün birinde, görüşmek istemediği kız kardeşini evde bulunca, sıkıntı duyduğu her şey daha çetrefilli bir hale girer. Otuzlu yaşlarını bitirmekte olan Brandon, duygusal anlamda bir şeyler hissettikleriyle asla hiçbir ilişki kuramamaktadır. Yokedici, içgüdüsel cinsellikle, anlık dürtülerle yatıştırmaktadır utancını, öfkesini. İçindeki yaratığı öyle beslemektedir… Aynı Fassbender gibi yine olağanüstü nüanslarla oynayan Carey Mulligan’da akıldan çıkması zor anlar yaratıyor. Kız kardeşin tarifi zor bir kırılganlıkla söylediği şarkıda, ağabeyin döktüğü tek damla gözyaşı… ‘New York, New York’ bu denli hüzünlü gelmiş miydi hiç kulağınıza? Müthiş mat, donuk, mekanik, hızlı akan, tüketen, mesafeli büyük şehir fonunda anlatılan, kalpteki acıya ait bir öykü izlediğimiz. Utanması gerekenlerin asla utanmadığı, her türlü ilişkinin insani olan her şeye sırtını döndüğü, yüzsüz ve kişiliksiz oluşların tavan yaptığı yerde; utancından dolayı yok olmak isteyen, bunu da yapabildiği tek yolla yapmaya çalışan bir adamın trajedisi. Toplumsal ahlak üzerine provokatif, özgür ve insanca bir bakış. Venedik Film Festivali’nde elde ettiği ‘en iyi aktör’ başta olmak üzere birçok ödül kazanan Fassbender’ın zihne kazılan performansı dahil hemen her detayıyla yüzde yüz sinema kokan, yürekli bir iş! Brandon’ın finalde, metrodaki kıza o son bakışı, ne denli çağrıştırdı; ‘Taksi Şoförü / Taxi Driver’daki Travis Bickle’ın dikiz aynasından şehre son bakışını… İkisi de New York’un insanlarına bakıyorlardı geniş anlamda. ‘Onların’, diğerlerinin yani; asla utanç duymadığı, hiçbir sorumluluk, en ufak bir duygu hissetmeden tükettikleri, yok ettikleri yerde, bir tek o mu utanıyordu kendinden?  İnsana yakılan bir ağıt çekmiş son tahlilde ‘yaman’ yönetmen Steve McQuenn. 

 

KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ
Kevin üzerine konuşmaya değer… Önce Lynne Ramsay’den başlamak gerek. Kendisi, festival takipçilerinin yakından tanıdığı bir isim. Ülkemizde vizyon görmeyen ilk iki uzun metrajı, çeşitli festivallerde izleyiciyle buluşmuştu. İskoç asıllı yönetmeni, 1999 tarihli ilk uzun metrajı ‘Ratcatcher’da keşfetmiştik. Ardından 2002’de ‘Morvern Caller’ çıkageldi. Son derece sarsıcı dramları, karanlık öykülerle anlatmaya çalışıyordu Ramsay. Öyküleri, toplumsal meselelere temas ediyordu. Yaşadığımız dünyanın sosyo-ekonomik tablosu sinmişti hikâyelerine. Psikoloji de önemliydi Ramsay için. Görüntü yönetiminden senaristliğe ve yönetmenliğe uzanan yolculuğunda, anlattığı hikâyenin görsel yapısına da fazlasıyla önem verdi. Biçim, meseleyle örtüşmeliydi. Anlattığı şeyin renk paletini titizlikle yansıttı perdeye. Kamera kullanımı, kısa filmlerinden bu yana; izleyiciyle kurduğu ilişkide ve sinemasının özünde oldukça önemli bir yer işgal etti hep. Başarıyla yarattığı atmosfer ve incelikli anlatım, karakterlerinin ruhuna dokunmamızı sağladı. Cannes’de ‘Altın Palmiye’ için yarıştığı, katıldığı çeşitli festivaller ve ödüllerden şu ana dek 13 heykelcik kazanan yeni filmi ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız / We Need to Talk About Kevin’ yine kapkara bir öykü anlatıyor. Parmaklarınızın ucunda havaya kalkarak yarı belinize kadar eğilip, dipsiz bir kuyunun içine bakmak gibi! Oğlu dünyaya geldikten sonra onunla ilişki kurmakta zorlanan bir anne. Her şeyin anlamını yitirmesi doğumun ardından... Sonsuza dek mutsuzluğa hapsolmak! Doğuştan getirdiği kötücüllüğün yanı sıra; anneyi mutsuz ettiğini fark eden çocuk, bütün hıncını önce ondan, ardından yakın çevresinden ve nihayet toplumdan çıkarır: Anne, acı çekmeli; bütün bir şiddete; onun kendi genlerinden gelen ‘bir yok etmeye’ tanıklık etmelidir! Gus Van Sant’ın 2003 tarihli sarsıcı dramı ‘Fil / Elephant’a, diğer taraftan bakan, belki ondan daha da sarsıcı bir yapım Ramsay’in filmi. Amerikalı gazeteci-yazar Lionel Shriver’ın aynı adlı romanından uyarlanan dram; henüz ilk sahnesinden itibaren bizi içine çektiği öykünün ve anne-oğul evreninin bütün karmaşıklığını, arızalı-sorunlu yanlarını, hüznünü, olanca duygusallığını ve anne olmanın sözlük anlamını damarımızdan enjekte ediyor adeta… Başrolü üstlenen Tilda Swinton üzerine; bütün beğeni sıfatlarını aşan sözcükler kullanmalı. Ama yok. Henüz söylenmemiş şeyler üretmek gerek. Alışılmadık derecede sahici ve olağandışı denebilir ilk anda. Kevin’ın ilk gençliğini canlandıran Ezra Miller da bir mucizeyi çağrıştıran  performansıyla takip edilmeye değer bir aktör olduğunu kanıtlamış. Annelik sorumluluğu üzerine kendine sorular sorup, ‘farkında olmanın acısını’ yaşayan anneyle birlikte izleyicisini, sevgi, sorumluluk ve pişmanlık arasında, büyük bölümü içsel bir yolculuğa çıkaran ve bunu, son derece hünerli bir kurguyla yapan film, allak bullak ediyor yüreği ve zihni! Aniden boğazınıza takılıp kalan ve nefesinizi zorlaştıran şeyle birlikte düşüncelere dalıyorsunuz son jenerikler akarken. Başka türlü etkileniyorsunuz! 

 

SAVAŞ ATI
Steven Spielberg, müthiş bir süratle üretmeyi sürdürüyor. Usta sinemacı, bu kez çocuklar ve gençler için yazılmış bir romandan; epik bir öykü yansıtmış perdeye. Birinci Dünya Savaşı’nın acıları ve yıkımıyla yüklü fonda geçen etkileyici ve son derece duygusal bir dostluk öyküsü… Michael Morpurgo’nun aynı adlı romanından ve Broadway’de sergilenen tiyatro oyunundan perdeye uyarlanan dramda; birçok usta oyuncuya eşlik eden genç İngiliz aktör Jeremy Irvine’ı, ilk sinema deneyiminde izliyoruz. Emily Watson, Peter Mullan, David Thewlis, Eddie Marsan; geniş kadronun ünlü Britanyalı isimlerinden bazıları. Savaşın acılarını tanıklık eden bir at; Joey; ve onun can yoldaşı genç Albert… Joey, orduya satılıp; ‘savaş atı’ olarak kullanılmaya başlayınca, bambaşka insanlar, bambaşka topraklar, bambaşka olaylarla tanışır. Kendi gibi ‘ordu malı’ olmuş atlarla dostluk kurar fakat başından gelip geçen her şeye rağmen; doğduğu andan itibaren yanında olduğu ilk sahibi ve dostu Albert’i unutmamıştır… Savaşın insan ruhu üzerindeki tahribatını son derece başarıyla yansıtan film, bütün bir dönemin tanıklığını bir at üzerinden yapıyor. Joey’in ve onun hayatına dokunan canlıların öyküsünü çekmiş dahi yönetmen Spielberg. Son derece insancıl bir tonu var filmin. Sonuna dek savaş karşıtı, sonuna dek sevgi ve dostluğu yücelten bir öykü karşımızdaki. En iyi film dahil altı dalda Oscar adayı olan dramın görüntü yönetmeni Janusz Kaminski ve özgün müziğini imzalayan John Williams için bir paragraf açmak kaçınılmaz. İki büyük usta, isimlerine yakışır bir işe imza atmışlar. Kaminski’nin büyülü kamerası, Williams’ın yüreği okşayan notlarıyla birleşip, Spielberg’in titiz anlatısını müthiş bir atmosferle bezemiş. Buğday tarlasındaki süvari birliği hücumu ve Joey’in tellere takılıp; kurtarıldığı sahneler çok iyi. Özellikle gençlerin izlemesi gereken iyi bir film ‘Savaş Atı / War Horse’. Mütevazı, son derece temiz ve incelikli bir yapım. 

 

GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ
Öykü, bir günde geçiyor. Beş ana karakter ve onların hayatlarına değen yan karakterler. Onların iç içe geçmiş hikâyeleri ve güzel günler görme umuduyla çarpan yürekler… Genç insanların emeği var filmde. Hasan Tulga Pulat’ın ilk uzun metraj filminin senaryosu, Emre Kavuk imzalı. Usta oyuncu Uğur Polat’a, filmdeki performansıyla Altın Portakal’da ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ ödülünü kazanan Nesrin Cavadzade, Feride Çetin, Buğra Gülsoy ve Barış Atay eşlik ediyorlar. ‘Güzel Günler Göreceğiz”i, ‘en iyi film’ olarak seçti 48. Altın Portakal jürisi. Üstüne üstlük, en iyi senaryo ve en iyi kurgu ödüllerini de verdi. Filmin senaryosu ve kurgusu oldukça vasattı kanımca. Diyaloglar özensiz. Aklıma takılan bir sahne: Filmin ana karakterlerinden komiser İzzet, sevdiği genç kadına, Figen’e şöyle der: ‘kırsal bir yere kaçalım’… Genç yönetmenin filminde; klip, televizyon dizisi-filmi mantığı ve biçimi var. Büyüsü eksik perdeye yansıyan işin; sineması yani. Fakat çekmeye, üretmeye devam etmeli bu ekip. Sihir eksik dedik ama umut var! Çünkü sinema yapma, üretme isteği, en önemlisi ekibin iyi niyeti hissediliyor.

 

KARANLIKLAR ÜLKESİ: UYANIŞ
Birçok hayranı olan serinin dördüncü filmini, iki İsveçli birlikte yönetmişler. Måns Mårlind ve Björn Stein. Uzun süredir ‘ikili’ olarak çalışan kuzeylilerin filmi, 3D olarak vizyona giriyor. Len Wiseman’ın yarattığı; ilki 2003’te perdeye yansıyan ve serinin doğum belgesi niteliğinde olup; fantastik korku-gerilime, son hız aksiyon ekleyen yapımı, 2006 ve 2009’da iki film daha izledi. Bu kez; iki ezeli düşman ırk, vampirler ve Lycan’ların egemenliğine son vermiş insanoğlunun güçlü olduğu bir dönemdeyiz. Her iki türünde soylarının tükenme noktasına gelindiğinde; Kate Beckinsale’in canlandırdığı kahramanımız Selene; bu kez ‘ideal bir melez prototip olan kızını’ egemen sınıftan korumak için, müthiş bir mücadeleye giriyor. Sonrası, bildik ‘underworld’ durumları. Sırtını tamamen özel efektlere dayayan bir iş olmuş dördüncü film. Çözünürlüğü HD’nin yaklaşık beş, altı misli olan yeni nesil RED Epic kameralarla çekilmiş yapım, teknolojiyi göz ardı edersek; öykü olarak sürükleyici değil. Türün ve serinin hayranları içinse merakla beklenen bir yapım olduğu kuşkusuz!


 

Vizyonda bu hafta (3 Şubat 2017)

Şubat ayının ilk haftasında, üçü Oscar adayı, sekiz yeni film merhaba diyor vizyona. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

YAŞAMIN KIYISINDA
-‘İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine...’-

Edip Cansever dizeleri gibi ‘tarifsiz şeyler’ duyumsatıyor insana ‘Manchester by the Sea’. Hayatla baş etmek zordur ve her zaman geçmez acılar; kalır. Yüreğimize taş gibi oturur ve orada öylece sonsuza dek kalakalır. Acılarla baş etmek, onların ıstırabını dindirmek çok zor, imkansızdır hatta. Devam eder bazıları; zorla sürdürmeye gündelik hayatı. Bazılarıysa edemez. Bu gerçekten hareketle çekmiş filmini, Kenneth Lonergan. 
Yazıp yönettiği yürek söken dramda Lonergan, Massachusetts’in filmle aynı adı taşıyan küçük sahil kasabasına götürüyor bizi. Ölüm, geçmiş, yas, kendini affedebilmek, vicdan, sevgi, bağlılık ve ‘acı’nın ince kenar süslerine dair hemen her detay. Yalnız biri olan Lee Chandler, geçmişindeki korkunç trajedinin acısıyla bir başına evinden ve sevdiklerinden uzak yaşamaktadır. Tanımadığı yabancılarla kavga eden, asabi, öfkeli birine dönüşmüştür ve acısını bu yolla canlı tutmak, kendini her gün yok etmek istemektedir. Ağabeyinin ölüm haberini aldığında, yeğeniyle ilgilenmek üzere, doğup büyüdüğü kasabasına geri döner. Acılı geçmişi, peşini bırakmayacaktır. ‘En iyi film’ ve ‘en iyi yönetmen’ dahil beş dalda Oscar adayı olan elem yüklü dram, kelimelerin anlamlarını suskunlukla bulduğu noktalarda değerleniyor! Susarak oynamış yaman aktör Casey Affleck. Yüzüyle, gözleriyle. Yıllar boyu zihinden çıkması zor performansı, oyunculuk dersi niteliğinde. Michelle Williams, Kyle Chandler, C.J. Wilson ve çok yetenekli genç aktör Lucas Hedges, başarılı oyuncu kadrosunun diğer isimleri. 
İyi yazılmış ve oynanmış olsa da, kimi fazlalıkları, öyküye ait olmayan ayıklanmayan anları var filmin. Acının etrafında şekillenen devam edişler ve diğerlerinin hayat oyalanmaları, gözümüzün içine sokulmuş. Filmin hemen her şeyi olan yalınlıkta bırakılabilseymiş detaylar,  mükemmele dönüşebilirmiş ‘Manchester by the Sea’. Olduğu haliyle bile, ‘etkileyici’, ‘yürek sökücü’ ve ‘elem dolu’ nitelemelerini yitirmiyor yapım. Sessiz, sade, olabildiğince gerçek duyguların, becerememe, yapamama, hayatın atar damarına yeniden karışamama hali, alıp götürüyor bizi. Bazıları beceremez gerçeği, öyle insanca ki! Lonergan, elindeki hançerle yüreğe yüreğe çalışıyor. (4 / 5) 


LION
-Evinden uzak düşenler üzerine-

Kimimiz rahata alışmış şımarık yaşantılarımızda hemen her şey için hayıflanırken, acıması olmayan zalim hayat, kendi planı dahilinde sürmekte. Son derece yoksul, yoksun coğrafyalarda yaşanan ve dinmesi zor acılar, bazılarımızı derinden yaraladığı gibi, birçoğumuzu ilgilendirmemekte. Beş yaşındaki Hindistanlı Saroo, Kalküta sokaklarında kaybolup, evinden binlerce kilometre uzakta bir başına kaldığında aklında bile olmayan kötülüklerin ve bilinmezlerin onu beklediğinden habersizdir. Şansı yaver giden ve Avustralyalı bir çift tarafından evlat edinilip, anne-baba sevgisiyle yetiştirilen Saroo, yirmi beş yıl sonra, geride bıraktığı evini ve ailesini bulmak için yollara düşer. Bastırılması neredeyse imkansız ‘evini bulma’ özlemiyle mücadele eden genç adam, kendi gibi milyonlarcasından daha şanslıdır. Çevresindeki onu seven ve önemseyen insanların desteğiyle, kim olduğunu keşfetme fırsatını elde edecektir. 
Saroo Brierley’in ‘A Long Way Home’ adlı kitabından uyarlanan dramı, Avustralyalı Garth Davis yönetmiş. ‘En iyi film’ dahil altı dalda Oscar adayı olan hüzünlü dramda başlıca rolleri, Dev Patel, Nicole Kidman, Rooney Mara ve David Wenham üstlenmişler. Saroo’nun çocukluğunu canlandıran küçük oyuncu Sunny Pawar ise müthiş! Tadından yenmeyen içten oyunculuğu, izlenesi. Özellikle Saroo’nun çocukluk ve kaybolma hikayesini ele alan ilk bölüm, çok iyi çekilmiş. 
Dünyada milyonlarca tek başına kalmış yardıma muhtaç çocuk varken, çocuk yapmayıp, evlat edinmeyi seçen, dünyanın vicdansız kalabalığına ekleme yapmadan, ihtiyacı olana yardım elini uzatan Avustralyalı çift, sevginin ve insan olmanın tanımı gibi adeta. Yaşanmış öykü, kendine benzer yüz binlercesinin trajedisini ve omuz başında beliren umudunu yansıtıyor perdeden koltuğa. Sorumsuz insanların ve sorumsuz hayatın sorumluluklarını, unutmamak üzere hatırlamak ve vicdanları harekete geçirmek adına, şefkat dolu bir yapım ‘Lion’. (3,5 / 5)     


TONI ERDMANN
-Ne kadar çok sevdiğini söyleyemeden geçiyor ömür-

Bir babaysanız eğer ve üstüne üstlük bir de yetişmiş kızınız varsa, elinde sivri bir hançerle sizi bekliyor ‘Toni Erdmann’! Maren Ade’nin yazıp yönettiği Alman yapımı, bu yıl bütün festivallerin ve sinefillerin sevdalısı haline geldi. İçindeki ‘sevimli’ unsurlar ve öykünün ‘saf hali’, belki bu yoğun ilginin sebebi.  Belki de, takma dişleri ve içtenliğiyle, kapitalist dünyanın asık yüzlü kibrine isyan eden bir tür anarşist olan karakterin hatırına… Ne olursa olsun, acımasızca geçen zaman, koşulsuz sevgi ve geride kalan anlamsız boşluk üzerine içten bir film ‘Toni Erdmann’. 
Bütün bir Ozu külliyatı orada dururken ya da Koreeda gibi benzer meselelerin sıkı anlatıcıları varken bu filmi bu denli yüceltmek, çağın boşluğu ve önemsizliği üzerine bir tartışma açabilir kolaylıkla. Winfried ya da takma adıyla Toni Erdmann, kapitalist dünyanın kölesi haline gelmiş ‘başarılı’ kızı Ines’i kurtarmak için kolları sıvar! Bir tür ‘Monsieur Hulot’ işin aslı Toni Erdmann karakteri. İyi kalpli ama kural bozan bir slapstick uzmanı! Avusturyalı aktör Peter Simonischek’in ‘döktürdüğü’ komedi-dramda, doğaçlamanın olanca gücünü ortaya koyan usta oyuncuya, Sanda Hüller eşlik ediyor. 
Kimi zorlama ve gereksiz anları çıkardığınızda geriye kalan, ham sevgi ve hayatın kocaman anlamsızlıkları oluyor. Geçip giden her anın kıymetini bilemediğimiz kısa yaşamlarımızda, bizi birer ruhsuz robot yapan gündelik hayata inat, yaratıcılığımızı, espri gücümüzü ve yüreğimizi kullanmamız gerektiğini hatırlatıyor sevimli film. İki buçuk saate yakın süresi boyunca Ozu duyarlılığının, bir stand-up gösteriye evrildiği hissi asla bünyeden ayrılmasa da, sinema salonundan; yüzünüzde buruk bir gülümseme, uçucu bir hüzün ve elem dolu bir bilinçle ayrılacağınız garanti. Keyifli bir deneyim. (3,5 / 5)


GECENİN KANUNU
-Amerikan rüyasının bedeli-

Oyuncu ve senaristliğinin yanı sıra yönetmenlik kariyeriyle de sükse yapan ve önemsenen Ben Affleck, 1920’li yılların ikinci yarısında, içki yasağı sırasında geçen suç öyküsüyle yine beyazperdede. ‘Mystic River / Gizemli Nehir’, ‘Gone Baby Gone / Kızımı Kurtarın’, ‘Shutter Island / Zindan Adası’ gibi aynı adlı filmlerin uyarlandıkları romanların yazarı Denis Lehane’in romanından, Ben Affleck’in uyarladığı ve yönettiği suç dramında başrolü, yine Affleck üstlenmiş. 
Boston Emniyet Müdür Yardımcısı’nın oğlu ve Birinci Dünya Savaşı gazisi olan Joe Coughlin, yerleşik düzenin yalancı kayıtsızlığına karşı, bir kanun kaçağı olarak konumlandırır savaş sonrası kendisini. Uyuşmadığı gangster dünyasının aksine, adalet anlayışına sahip, bir kanun kaçağıdır o. Yolu; karlı Boston’dan, Florida’nın sıcağındaki suç dünyasına düşen Joe, burada suç dünyasının vahşi kurallarını ve Amerikan rüyası denen fırsatların, geri dönüşü olmayan bedellerini keşfedecektir. 
Politikadan, inanç sistemine, kara paradan, gangster ekonomisine, ABD’nin vatandaşlarına sunduğu rüyanın kirliliği üzerine bir suç öyküsü orijinal adıyla ‘Live by Night’. Üç Oscar ödüllü usta görüntü yönetmeni Robert Richardson’un atmosfer yaratan kamerası ve yerinde sanat tasarımı ile seyre değer bir film olmuş Affleck imzalı yapım. Sergio Leone’nin harikalarından ‘Once Upon A Time in America / Bir Zamanlar Amerika’ değil tabii ama yine de kendini ilk sahnesinden finale dek ilgiyle izleten bir suç öyküsü duruyor perdede. Elle Fanning, Zoe Saldana, Sienna Miller’ın yanı sıra, Chris Messina ile usta aktörler Brendan Gleeson, Chris Cooper ve Remo Girone, oyuncu kadrosunun önemli isimleri. (3 / 5)


ALTIN
-Altı üstü bir soygun parası- 

Yaşanmış olaylardan esinlenmiş avantür dram, Amerikan rüyasının temellerinden ‘altın arayıp bulmak’ üzerinden, ters köşe bir soygun hikayesi anlatmaya soyunmuş. Üç kuşak maden arama işinde olan Wells ailesinin en genç üyesi Kenny Wells, gizemli maden uzmanı jeolog Michael Acosta ile birlikte, Endonezya ormanlarının derinliklerinde geniş rezervli bir altın madeni bulmak için kolları sıvar. 
Acımasız kapitalist düzen içinde, sistemin bütün kirli çamaşırlarını yeniden anımsatan bir suç filmi işin aslı perdeye yansıyan öykü fakat meselenin odağında değerli madenler ve sömürü olunca, 2006 tarihli Edward Zwick filmi ‘Blood Diamond / Kanlı Elmas’ gibi eleştirel bir öykü bulmak istiyorsunuz karşınızda ‘ama ne yapalım; düzen bu; ahlaksızdan daha ahlaksız olan kazanır’ odaklı bir hikayeyle karşılaşıyorsunuz; üstelik; ‘izledikleriniz, gerçek olaylardan esinlenilmiştir’ uyarısıyla. İnandırıcı gelmeyen bir dostluk sosu ile servis ediliyor bir de bütün olup bitenler. 
2005 yapımı sıkı politik gerilim ‘Syriana’ ile tanıdığımız senarist-yönetmen Stephen Gaghan imzalı filmde, başrolü; epey farklı görünümüyle usta aktör Matthew McConaughey üstleniyor. Oyuncunun gayet başarılı performansına; Edgar Ramirez ve Bryce Dallas Howard eşlik ediyorlar. ‘There Will Be Blood / Kan Dökülecek’ ile Oscar kazanan görüntü yönetmeni Robert Elswit’in başarılı kamerası, filmin önemli kozlarından. Geniş ve engebeli alanlarda yol almak yerine düz yolu seçmiş film, kendisini rahatlıkla izletiyor son tahlilde. (2,5 / 5) 

Popüler korku-gerilim serisinin üçüncü halkası ‘Rings / Halka 3’ ve özellikle küçük izleyicilere seslenen iki çizgi film; ‘Run Ozzy Run / Tüylü Kaçak’ ile ‘Fırıldak Ailesi’ haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese!

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar