03 ŞUBAT 2017
Şubat ayının ilk haftasında, üçü Oscar adayı, sekiz yeni film merhaba diyor vizyona. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
YAŞAMIN KIYISINDA
-‘İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine...’-
Edip Cansever dizeleri gibi ‘tarifsiz şeyler’ duyumsatıyor insana ‘Manchester by the Sea’. Hayatla baş etmek zordur ve her zaman geçmez acılar; kalır. Yüreğimize taş gibi oturur ve orada öylece sonsuza dek kalakalır. Acılarla baş etmek, onların ıstırabını dindirmek çok zor, imkansızdır hatta. Devam eder bazıları; zorla sürdürmeye gündelik hayatı. Bazılarıysa edemez. Bu gerçekten hareketle çekmiş filmini, Kenneth Lonergan.
Yazıp yönettiği yürek söken dramda Lonergan, Massachusetts’in filmle aynı adı taşıyan küçük sahil kasabasına götürüyor bizi. Ölüm, geçmiş, yas, kendini affedebilmek, vicdan, sevgi, bağlılık ve ‘acı’nın ince kenar süslerine dair hemen her detay. Yalnız biri olan Lee Chandler, geçmişindeki korkunç trajedinin acısıyla bir başına evinden ve sevdiklerinden uzak yaşamaktadır. Tanımadığı yabancılarla kavga eden, asabi, öfkeli birine dönüşmüştür ve acısını bu yolla canlı tutmak, kendini her gün yok etmek istemektedir. Ağabeyinin ölüm haberini aldığında, yeğeniyle ilgilenmek üzere, doğup büyüdüğü kasabasına geri döner. Acılı geçmişi, peşini bırakmayacaktır. ‘En iyi film’ ve ‘en iyi yönetmen’ dahil beş dalda Oscar adayı olan elem yüklü dram, kelimelerin anlamlarını suskunlukla bulduğu noktalarda değerleniyor! Susarak oynamış yaman aktör Casey Affleck. Yüzüyle, gözleriyle. Yıllar boyu zihinden çıkması zor performansı, oyunculuk dersi niteliğinde. Michelle Williams, Kyle Chandler, C.J. Wilson ve çok yetenekli genç aktör Lucas Hedges, başarılı oyuncu kadrosunun diğer isimleri.
İyi yazılmış ve oynanmış olsa da, kimi fazlalıkları, öyküye ait olmayan ayıklanmayan anları var filmin. Acının etrafında şekillenen devam edişler ve diğerlerinin hayat oyalanmaları, gözümüzün içine sokulmuş. Filmin hemen her şeyi olan yalınlıkta bırakılabilseymiş detaylar, mükemmele dönüşebilirmiş ‘Manchester by the Sea’. Olduğu haliyle bile, ‘etkileyici’, ‘yürek sökücü’ ve ‘elem dolu’ nitelemelerini yitirmiyor yapım. Sessiz, sade, olabildiğince gerçek duyguların, becerememe, yapamama, hayatın atar damarına yeniden karışamama hali, alıp götürüyor bizi. Bazıları beceremez gerçeği, öyle insanca ki! Lonergan, elindeki hançerle yüreğe yüreğe çalışıyor. (3,5 / 5)
LION
-Evinden uzak düşenler üzerine-
Kimimiz rahata alışmış şımarık yaşantılarımızda hemen her şey için hayıflanırken, acıması olmayan zalim hayat, kendi planı dahilinde sürmekte. Son derece yoksul, yoksun coğrafyalarda yaşanan ve dinmesi zor acılar, bazılarımızı derinden yaraladığı gibi, birçoğumuzu ilgilendirmemekte. Beş yaşındaki Hindistanlı Saroo, Kalküta sokaklarında kaybolup, evinden binlerce kilometre uzakta bir başına kaldığında aklında bile olmayan kötülüklerin ve bilinmezlerin onu beklediğinden habersizdir. Şansı yaver giden ve Avustralyalı bir çift tarafından evlat edinilip, anne-baba sevgisiyle yetiştirilen Saroo, yirmi beş yıl sonra, geride bıraktığı evini ve ailesini bulmak için yollara düşer. Bastırılması neredeyse imkansız ‘evini bulma’ özlemiyle mücadele eden genç adam, kendi gibi milyonlarcasından daha şanslıdır. Çevresindeki onu seven ve önemseyen insanların desteğiyle, kim olduğunu keşfetme fırsatını elde edecektir.
Saroo Brierley’in ‘A Long Way Home’ adlı kitabından uyarlanan dramı, Avustralyalı Garth Davis yönetmiş. ‘En iyi film’ dahil altı dalda Oscar adayı olan hüzünlü dramda başlıca rolleri, Dev Patel, Nicole Kidman, Rooney Mara ve David Wenham üstlenmişler. Saroo’nun çocukluğunu canlandıran küçük oyuncu Sunny Pawar ise müthiş! Tadından yenmeyen içten oyunculuğu, izlenesi. Özellikle Saroo’nun çocukluk ve kaybolma hikayesini ele alan ilk bölüm, çok iyi çekilmiş.
Dünyada milyonlarca tek başına kalmış yardıma muhtaç çocuk varken, çocuk yapmayıp, evlat edinmeyi seçen, dünyanın vicdansız kalabalığına ekleme yapmadan, ihtiyacı olana yardım elini uzatan Avustralyalı çift, sevginin ve insan olmanın tanımı gibi adeta. Yaşanmış öykü, kendine benzer yüz binlercesinin trajedisini ve omuz başında beliren umudunu yansıtıyor perdeden koltuğa. Sorumsuz insanların ve sorumsuz hayatın sorumluluklarını, unutmamak üzere hatırlamak ve vicdanları harekete geçirmek adına, şefkat dolu bir yapım ‘Lion’. (3,5 / 5)
TONI ERDMANN
-Ne kadar çok sevdiğini söyleyemeden geçiyor ömür-
Bir babaysanız eğer ve üstüne üstlük bir de yetişmiş kızınız varsa, elinde sivri bir hançerle sizi bekliyor ‘Toni Erdmann’! Maren Ade’nin yazıp yönettiği Alman yapımı, bu yıl bütün festivallerin ve sinefillerin sevdalısı haline geldi. İçindeki ‘sevimli’ unsurlar ve öykünün ‘saf hali’, belki bu yoğun ilginin sebebi. Belki de, takma dişleri ve içtenliğiyle, kapitalist dünyanın asık yüzlü kibrine isyan eden bir tür anarşist olan karakterin hatırına… Ne olursa olsun, acımasızca geçen zaman, koşulsuz sevgi ve geride kalan anlamsız boşluk üzerine içten bir film ‘Toni Erdmann’.
Bütün bir Ozu külliyatı orada dururken ya da Koreeda gibi benzer meselelerin sıkı anlatıcıları varken bu filmi bu denli yüceltmek, çağın boşluğu ve önemsizliği üzerine bir tartışma açabilir kolaylıkla. Winfried ya da takma adıyla Toni Erdmann, kapitalist dünyanın kölesi haline gelmiş ‘başarılı’ kızı Ines’i kurtarmak için kolları sıvar! Bir tür ‘Monsieur Hulot’ işin aslı Toni Erdmann karakteri. İyi kalpli ama kural bozan bir slapstick uzmanı! Avusturyalı aktör Peter Simonischek’in ‘döktürdüğü’ komedi-dramda, doğaçlamanın olanca gücünü ortaya koyan usta oyuncuya, Sanda Hüller eşlik ediyor.
Kimi zorlama ve gereksiz anları çıkardığınızda geriye kalan, ham sevgi ve hayatın kocaman anlamsızlıkları oluyor. Geçip giden her anın kıymetini bilemediğimiz kısa yaşamlarımızda, bizi birer ruhsuz robot yapan gündelik hayata inat, yaratıcılığımızı, espri gücümüzü ve yüreğimizi kullanmamız gerektiğini hatırlatıyor sevimli film. İki buçuk saate yakın süresi boyunca Ozu duyarlılığının, bir stand-up gösteriye evrildiği hissi asla bünyeden ayrılmasa da, sinema salonundan; yüzünüzde buruk bir gülümseme, uçucu bir hüzün ve elem dolu bir bilinçle ayrılacağınız garanti. Keyifli bir deneyim. (3 / 5)
GECENİN KANUNU
-Amerikan rüyasının bedeli-
Oyuncu ve senaristliğinin yanı sıra yönetmenlik kariyeriyle de sükse yapan ve önemsenen Ben Affleck, 1920’li yılların ikinci yarısında, içki yasağı sırasında geçen suç öyküsüyle yine beyazperdede. ‘Mystic River / Gizemli Nehir’, ‘Gone Baby Gone / Kızımı Kurtarın’, ‘Shutter Island / Zindan Adası’ gibi aynı adlı filmlerin uyarlandıkları romanların yazarı Denis Lehane’in romanından, Ben Affleck’in uyarladığı ve yönettiği suç dramında başrolü, yine Affleck üstlenmiş.
Boston Emniyet Müdür Yardımcısı’nın oğlu ve Birinci Dünya Savaşı gazisi olan Joe Coughlin, yerleşik düzenin yalancı kayıtsızlığına karşı, bir kanun kaçağı olarak konumlandırır savaş sonrası kendisini. Uyuşmadığı gangster dünyasının aksine, adalet anlayışına sahip, bir kanun kaçağıdır o. Yolu; karlı Boston’dan, Florida’nın sıcağındaki suç dünyasına düşen Joe, burada suç dünyasının vahşi kurallarını ve Amerikan rüyası denen fırsatların, geri dönüşü olmayan bedellerini keşfedecektir.
Politikadan, inanç sistemine, kara paradan, gangster ekonomisine, ABD’nin vatandaşlarına sunduğu rüyanın kirliliği üzerine bir suç öyküsü orijinal adıyla ‘Live by Night’. Üç Oscar ödüllü usta görüntü yönetmeni Robert Richardson’un atmosfer yaratan kamerası ve yerinde sanat tasarımı ile seyre değer bir film olmuş Affleck imzalı yapım. Sergio Leone’nin harikalarından ‘Once Upon A Time in America / Bir Zamanlar Amerika’ değil tabii ama yine de kendini ilk sahnesinden finale dek ilgiyle izleten bir suç öyküsü duruyor perdede. Elle Fanning, Zoe Saldana, Sienna Miller’ın yanı sıra, Chris Messina ile usta aktörler Brendan Gleeson, Chris Cooper ve Remo Girone, oyuncu kadrosunun önemli isimleri. (3 / 5)
ALTIN
-Altı üstü bir soygun parası-
Yaşanmış olaylardan esinlenmiş avantür dram, Amerikan rüyasının temellerinden ‘altın arayıp bulmak’ üzerinden, ters köşe bir soygun hikayesi anlatmaya soyunmuş. Üç kuşak maden arama işinde olan Wells ailesinin en genç üyesi Kenny Wells, gizemli maden uzmanı jeolog Michael Acosta ile birlikte, Endonezya ormanlarının derinliklerinde geniş rezervli bir altın madeni bulmak için kolları sıvar.
Acımasız kapitalist düzen içinde, sistemin bütün kirli çamaşırlarını yeniden anımsatan bir suç filmi işin aslı perdeye yansıyan öykü fakat meselenin odağında değerli madenler ve sömürü olunca, 2006 tarihli Edward Zwick filmi ‘Blood Diamond / Kanlı Elmas’ gibi eleştirel bir öykü bulmak istiyorsunuz karşınızda ‘ama ne yapalım; düzen bu; ahlaksızdan daha ahlaksız olan kazanır’ odaklı bir hikayeyle karşılaşıyorsunuz; üstelik; ‘izledikleriniz, gerçek olaylardan esinlenilmiştir’ uyarısıyla. İnandırıcı gelmeyen bir dostluk sosu ile servis ediliyor bir de bütün olup bitenler.
2005 yapımı sıkı politik gerilim ‘Syriana’ ile tanıdığımız senarist-yönetmen Stephen Gaghan imzalı filmde, başrolü; epey farklı görünümüyle usta aktör Matthew McConaughey üstleniyor. Oyuncunun gayet başarılı performansına; Edgar Ramirez ve Bryce Dallas Howard eşlik ediyorlar. ‘There Will Be Blood / Kan Dökülecek’ ile Oscar kazanan görüntü yönetmeni Robert Elswit’in başarılı kamerası, filmin önemli kozlarından. Geniş ve engebeli alanlarda yol almak yerine düz yolu seçmiş film, kendisini rahatlıkla izletiyor son tahlilde. (2,5 / 5)
Popüler korku-gerilim serisinin üçüncü halkası ‘Rings / Halka 3’ ve özellikle küçük izleyicilere seslenen iki çizgi film; ‘Run Ozzy Run / Tüylü Kaçak’ ile ‘Fırıldak Ailesi’ haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese! MURAT ERŞAHİN