03 OCAK 2014
Yeni yılın ilk haftasının beş filminden üçü notlarımız arasında. Yerli komedi ‘Patron Mutlu Son İstiyor’ ile yine bir yerli yapım olan dram ‘Halam Geldi’ notlarımız arasında yer alamıyorlar. Yeni yılda da, içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insana sıkı sıkıya sarılmayı asla ihmal etmeyin. Herkese iyi seyirler! Güzel filmler eşliğinde, mutlu, sağlıklı, özgür, barışçıl, umut dolu yeni bir yıl.
KUSURSUZLAR
İlk uzun metrajı ‘Canavarlar Sofrası’ ile dikkat çeken Ramin Matin’, 50. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘en iyi film’ ödülünü ‘Cennetten Kovulmak’ ile paylaşan ikinci filmi ‘Kusursuzlar’ ile, ‘en iyi yönetmen’ ödülünün de sahibi olmayı başardı. Yaz başı, Mayıs gibi, Çeşme’deyiz. Otuzlu yaşlarını süren iki kız kardeşle tanışıyoruz. Abla eczacı, kız kardeşi ise doktor. Turist sezonu henüz başlamamışken, birkaç ay önce vefat etmiş anneannelerinin yazlığına geliyorlar İstanbul’dan. Çok az ortak yönleri olan iki kız kardeş arasındaki belirgin gerilim, komşuları Kerim’in de dikkatini çekiyor. İki şehirli kadının, Çeşme’ye kaçarcasına gelmelerinin asıl sebebi ne? Saklanan sır, onları tamamen koparacak mı acaba birbirlerinden… Emine Yıldırım’ın senaryosunu yazdığı ve ortak yapımcılığını üstlendiği dramda, başrolleri, Esra Bezen Bilgen ve İpek Türktan paylaşıyorlar. İbrahim Selim ve Mehmet Ali Nuroğlu, kadronun yardımcı isimleri. Ramin Matin’in gerçekten, metni destekleyici, çok etkin bir atmosfer yarattığı ve işin içine gerçek sinema kattığı film, bir ‘Persona’ esintisiyle başlayıp, bambaşka yerlere gidiyor. İyi yazılmış senaryo, iki kız kardeş arasında an be an yükselen gerilimi, perdeden başarıyla yansıtıyor izleyene. Sır yüklü geçmişin, bünyede yarattığı tahribat, sevgi, fedakarlık ve diğer bütün ‘netameli’ kardeşlik ilişkileri üzerine karanlık ve derine inme gayreti taşıyan bir analiz. Bilgen ve Türktan’ın çok iyi performansları, Matin’in en ufak detayı kaçırmayan kamerasıyla zenginleşmiş. Yaratıcı ekibi kutlamak gerek. Ramin Matin, son derece kişilikli ‘Canavarlar Sofrası’nın ardından ciddi bir kariyere doğru emin adımlarla yürüyor gibi. Son bir söz de, senarist Emine Yıldırım için. Metnin içinde yer alan bazı ufak soru işaretleri haricinde, zor işi başarıyla kotardığı için özel tebrikler kendisine. Dağılmayan, dengeli, yalın ve samimi senaryosu için. Bu ekibi izlemek gerek! (3,5 / 5)
WALTER MITTY’NİN GİZLİ YAŞAMI
Babadan aktör (efsane komedyen Jerry Stiller’ın oğlu) Ben Stiller’ın dördüncü uzun metraj yönetmenlik deneyimi, aynı zamanda ‘sıkı’ oyuncunun, yaman bir yönetmen olma yolunda emin adımlarla ilerlediğinin sağlam kanıtını oluşturuyor. 1947 tarihli, Norman Z. McLeod’un yönettiği ve başrolünü usta aktör Danny Kaye’in üstlendiği aynı isimli filmin, yeniden çevriminde, müthiş bir sinema duygusu ile karşılaşıyoruz. James Thurber’in kısa öyküsünden uyarlanan fantastik komedi-maceranın senaryosu, Steve Conrad imzası taşıyor. On altı yıldır Life dergisinde negatifler bölüm amiri olarak çalışan son derece sıradan bir insan olan Walter Mitty’nin sıra dışı öyküsü duruyor karşımızda. Babasını kaybettikten sonra, küçük yaşta çalışmaya başlayan ve gerçek bir emekçi olan Walter, yaşamı fena halde ıskaladığını düşünmektedir bazı anlar. Son zamanlarda hayatındaki tek renk, bir çöpçatanlık sitesine yaptığı başvurudur ve ilgilendiği kadın, dergide birlikte çalıştığı, her gün karşılaştığı ama duygularını açıklama cesaretini bir türlü bulamadığı Cherly Melhoff’dur. Bu arada vahşi kapitalizm, delirmiş, azmış dünya düzeninin getirdiği acımasızlıkla, yılların dergisi Life’ın kapanması aşamasına getirmiştir oluşları. Artık sanal ortamdan yapılacaktır yayım. Herkese, cesaretle araştırmanın, yeni şeyler keşfetmenin, üretmenin ve özgürlüğe doğru adım atmanın bir erdem ve bir insanlık görevi olduğunu söyleyen dergi, son sayısına hazırlanmaktadır. Derginin başına getirilmiş, zalim, cahil ve züppe beyaz yakalı yuppie, Walter’dan, önemli bir negatifin acilen bulunmasını ister. Yıllardır Life dergisiyle çalışan ve dergiden sadece Walter ile ilişki kuran, ünlü fotoğraf sanatçısı Sean O’Connell, dergiye Walter adına bir film rulosu göndermiştir ve 25. poz, derginin son sayısının kapağını süsleyecektir. Kayıp olan negatifi bulmak ve nerde olduğu belli olmayan O’Connell’a ulaşmak için, Walter, ömründe ilk kez, cesaretini toplayıp, belirsiz ve uzun bir yolculuğa çıkar. Cesaretini toplayıp, hayat denen keyifli maceraya adım atmakla ilgili, emeği ve insan sıcaklığını yücelten özel bir öykü duruyor karşımızda. Yönetmen Ben Stiller’ın, başrolde akılda kalıcı bir performans sergilediği sevimli ve güçlü filmde diğer önemli rolleri, Kristen Wiig, Adam Scott, Kathryn Hahn, usta aktris Shirley MacLaine, müthiş karizmasıyla Sean Penn ve en son Baltasar Kormákur’un yönettiği ‘Djúpi? / Derin Sular’ adlı dramda izlediğimiz İzlandalı aktör Ólafur Darri Ólafsson, üstleniyorlar. 1993 tarihli ‘The Piano’da harika bir iş çıkaran deneyimli görüntü yönetmeni İngiliz Stuart Dryburgh, filmin keşif, özgürlük ve cesaret temalı metnine birebir uyumlu görüntüleriyle artı değer yaratıyor adeta. David Bowie’li soundtrack’ı da unutmamalı. Bu arada gündeme de cuk oturan bir film olduğunu önemle belirtmek lazım bu insancıl yapımın. Bildiğiniz üzere, Sabah grubunu satın alan şirketin ilk icraatı olarak, on dokuz yıldır ülkemiz sinemasına hizmet eden ve birçok sinema yazarı için bir okul olmuş Sinema Dergisi kapatıldı. Belki de ömürlerinde bir kez bile bu dergiyi okumamış, sinema salonuna pek sık girmemiş kişiler tarafından. Hiç düşünülmeden alınan bir karardı bu. Sinemayı, dolayısıyla kültürü; para getirmeyen, yararsız ve kârsız bir ‘uğraş’ olarak görenlerin kararıyla, on dokuz yıllık emek yok edildi bir günde! Filmde yer aldığı üzere, Life dergisinin kapatılması ve ömrüne, internet üzerinde dijital olarak, ‘insansız’ devam edecek olması, sadece ülkemizde değil, bütün dünyada vahşi, şuursuz, çılgın bir kapitalist ahlak ve anlayışın hakim olduğunu gösteriyor. Ancak bu vahşi, adaletsiz, ekonomik ve sosyal yeni yasanın hüküm sürdüğü yerde, ABD’de bile, derginin son sayısının hazırlanmasına, okuyucuyla vedalaşmaya ve emekçilerin onurlandırılmasına izin veriliyor. Bizde de böyle olsaydı keşke diye düşündük durduk, filmi izlerken. Ama olmadı işte… Buz gibi bir dünyada, renksiz, güçsüz ve insansız kaldığımızı haykıran ve emek vurgusu yapan şahane filmi kaçırmayın lütfen. Aşk olsun Ben Stiller’a doğrusu, bravo! (4,5 / 5)
OLDBOY
Yirmi yıl boyunca, dört duvar arasında hapis tutulan bir adam, serbest kaldığında, bunu ona yapanı bulup, intikamını almak için kolları sıvar. Usta sinemacı Spike Lee imzalı yeniden çevirim, Güney Koreli ‘yaman’ meslektaşı Park Chan-wook’un 2003 tarihli orijinal filminin ruhunu ve otantik biçimini yakalayamasa da, öyküsüne kattığı detaylar ve oyuncu kadrosuyla rahatlıkla izletiyor kendini. On yıl aradan sonra çıkagelen ‘remake’, orijinal Güney Kore öyküsünü, Hollywood jargonu içinde anlatma gayretinde olduğu için hafif sırıtıyor. Özellikle dövüş sahnelerinde. Güney Kore sokak kültüründe, ateşli silah kullanılmadan, bıçaklar, kemikler, baltalar, sopalar, çıplak yumruk, baltalar ve türlü kesici alet kullanılarak girişilen sokak kavgalarının karşılığı, yeni dünyada gerçekten büyük bir boşluk olarak göze batıyor! Bu yüzden, orijinal ‘Old Boy’un kahramanı ‘Oh Dae-su’, yeniden çevrimin ‘Joe Doucett’inden kalın çizgilerle ayrılıyor. Yeniden çevrimde, Choi Min-sik’in rolünü üstlenen Josh Brolin, elinden ne geldiyse yapıyor ama zihinden asla çıkartamıyor orijinal kahramanı. ‘District 9 / Yasak Bölge 9’, ‘Elysium / Elysium: Yeni Cennet’ filmlerinde izlediğimiz Güney Afrikalı yetenekli aktör Sharlto Copley, yeni çevrimin en önemli noktası. Filme gerçekten çok şey eklemiş. Elizabeth Olsen ve Samuel L. Jackson, başarılı kadronun diğer isimleri. ‘Hunger / Açlık’, ‘Shame / Utanç’ filmlerindeki kamerasıyla fark yaratan görüntü yönetmeni Sean Bobbitt’in, filme yaptığı katkı gayet önemli. ‘Neden esir tutulduğun değil, neden serbest bırakıldığın önemli’ açıklamasına, son derece trajik ve sarsıcı biçimde açıklık getiren yapım, orijinal filmin anısını saklı tutarak, ilgiyle izlenebilir. (2,5 / 5)
MURAT ERŞAHİN