03 MART 2017
Hemen her beğeniye seslenen yeni hafta, beraberinde; üçü yerli toplam yedi film getiriyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler!
LOGAN
-X-Men evreninde ailevi durumlar-
Wolverine üçlemesinin ‘şimdilik’ son filmi olarak sunulan ‘Logan’, X-Men evrenine tavizsiz bir aksiyon ve sahici bir duygusallıkla katkıda bulunuyor. Hugh Jackman ve Patrick Stewart’ın X-Men evrenindeki son rolleri öte yandan Logan! Marvel’in ünlü kahramanlarının beyazperdedeki dokuzuncu filmi, heyecan dolu, sürükleyici yapım.
James Mangold imzalı filmde Wolverine / Logan, kızı olduğu söylenen genç bir ‘mutant’ı canı pahasına korumaya çalışıyor. Yakın gelecekte, 2029’da, yaşlanmış, yorgun, düşmüş bir Logan çıkıyor karşımıza. Profesör X ise, doksan yaşında ve hasta. Logan, profesörü Meksika sınırında, paslanmış bir su tankının içinde saklıyor. Kötü adamlar kapıyı çalıp, genç mutantı yok etmek istediklerinde ise devreye Logan giriyor yine.
Aksiyonun dozunu artırıp, grafik şiddeti hatırı sayılır sertliğe getiren film, duygusal anlamda da kökleri sağlam bir baba-kız öyküsü anlatıyor. Hatta Logan ve gencecik aktris Dafne Keen’in canlandırdığı kızı Laura’nın ilişkileri, 1973 tarihli güzelim Bogdanovich filmi ‘Paper Moon / Ay Beyazdır’ seviyesinde neredeyse. Profesör Charles Xavier ile Logan’ın baba-oğul ilişkileri de hakikiye yakın. Öyküde bir takım tartım ve mantık problemleri var diğer yandan. Genç mutantların ve onların peşindeki kötü niyetli mutant düşmanı karanlık güçlerin zemini ve ortaya çıkışları biraz es geçilse de, neredeyse epik sayılabilecek öyküye teyellenen dinamik ve yalansız katkılar yerli yerinde. Hugh Jackman, ‘Wolverine’ efsanesine veda ederken yine çok iyi. Filmin kötücül taraftaki sürprizi ise Dr. Zander Rice rolüyle, evrene dahil olan usta aktör Richard E. Grant. Aksiyon, bilimkurgu, dram, gerilim ve çok sevilen Marvel kahramanına içten bir veda. (3 / 5)
ALT TARAFI DÜNYANIN SONU
-Söylenmemiş bütün o ‘hassas’ şeyler üzerine-
1989 doğumlu olmasına rağmen, gencecik yaşının aksi bir olgunluğa, çok özel bir duyarlılığa, rafine bir bakışa ve yeteneğe sahip yaman sinemacı Xavier Dolan, altıncı yönetmenlik denemesinde, yine şapka çıkarttırıyor doğrusu... Yönetmen, senarist, aktör, kurgucu, kostümcü gibi kimliklerle yedinci sanatta kendine sağlam bir yer edinen Kanadalı genç yaratıcı, Jean-Luc Lagarce’nin aynı adlı sahne oyunundan perdeye uyarladığı dramda, yine son derece incelikli bir film yaratmayı bilmiş. Uzun süredir evinden ayrı yaşayan genç ve başarılı oyun yazarı Louis-Jean Knipper, yıllar sonra evine geri döner. Amacı, ailesine ölümcül bir hastalığa yakalandığını söyleyip, veda etmektir.
Altın Palmiye adayı olduğu Cannes’den, ‘jüri büyük ödülü’ ve ‘Ekümenik jüri’ ödülleriyle dönen ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu’, Fransız Oscar’ları olarak bilinen César’da da en iyi yönetmen, en iyi kurgu ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini elde ederek, sinemadan ve insanlıktan ümidimizi kesmememiz gerektiğini yeniden anımsatmış oldu. Söze dökülemeyen kelimeler, suskun bir pişmanlık, dönememek, aşk, özlem, hayal kırıklığı, öfke, kıskançlık, hüzün, bitmeyecek karşılıksız bir sevgi. İnsanı allak bullak eden, göze asla sokulmayan ama hep ihsas edilen hisler, gerçekler, oluşlar. Bir annenin bencil sevgisi, öte yandan yenilmiş, umudunu yitirmiş ağabeyin yakarışı. Kazanımların ve kayıpların çetelesi. Nathalie Bay, Marion Cotillard, Vincent Cassel, Léa Seydoux ve César’da ‘en iyi erkek oyuncu’ ödülünü kazanan Gaspard Ulliel’in karşılıklı döktürdükleri dram, yürekte ve zihinde derin bir yaraya dönüşüyor son jenerikler akarken.
Xavier Dolan, duygu yüklü filmini, herkes için çekmemiş kesinlikle. Bakılan yerde görülmesi çok zor olanla ilgilenmiş. Başarmış da bunu. Guguklu saatle, eski yatağınla, sevgilinle, küçük kız kardeşinle, ne bileyim, dönmüş olmanın tedirgin pişmanlığı ve vakar hesaplaşmasıyla ilgili müthiş detaylar, henüz yirmili yaşlarını süren ancak, belki de yolun sonuna gelip dayanmış olgun bir duyarlılığın ve bilincin bakışından damıtılmış. Böyle bir yönetmen işte Dolan ve umut o ki, daha neler neler yansıtacak perdeye… Fazla söze gerek olmaz bazen. Şapka! (4,5 / 5)
THE FOUNDER
-Amerikan rüyasına ‘fast-food’ bir bakış-
Dünyanın en önemli fast-food markalarından birini yaratan Ray Kroc’un ve Mc Donald’s efsanesinin gerçek öyküsü. Amerikan rüyasının hemen her detayına inanan satıcı ve pazarlamacı Ray Kroc, uzun zamandır kovaladığı büyük balığı yakaladığı zaman, en yukarılara çıkıp, dünya çapında bir fast-food zinciri oluşturmaya karar verir. Büyütüp, pazarladığı ürün; bir başkasının buluşu ve emeği olsa da!
John Lee Hancock’un yönettiği tarihsel biyografi, 1954 yılında Mac ve Dick Mc Donald kardeşlerin küçük bir dükkanda müthiş yeniliklerle kurdukları McDonald’s markasını keşfeden ve sadece ufak bir dükkandan, dünyaya yayılan kocaman bir zincire dönüştüren Ray Kroc’un tatmin olmaz hırsı ve hayatı algılaması üzerine ciddi satırbaşları içeriyor. Kapitalist ahlak ve kurallar bütünü üzerinden, aslında eleştirir gibi gözüktüğü şeyi yücelten bir yapım ‘The Founder’.
Vahşi kapitalist zihniyetin kural tanımaz alçak ahlak anlayışını, ‘Amerikan Rüyası’nın temeline oturtan ve liberal gerçekler başlığı altında parlatan film, bu yönüyle, geçtiğimiz günlerde vizyona giren ‘Gold / Altın’ adlı yapımı anımsatıyor. Her yol mübah anlayışı üzerinden, mesafeliymiş gibi görünen öyküsüyle etik bir zaafı normalleştiriyor tarihsel gerçekleri kurgulayan ‘The Founder’’. En parlak yanı ise kuşkusuz başrolü üstlenen usta aktör Michael Keaton. Keaton’a, Laura Dern, John Carroll Lynch ve Nick Offerman eşlik ediyorlar. Ters uçlu, sistemi okşayan ve tartışmaya açık, ‘farklı’ bir ‘Satıcının Ölümü’ öyküsü. (2,5 / 5)
DEHŞET EVİ
-İspanyol tarzı, eli kanlı bir gulyabani öyküsü-
Son dönemde, tutan ve aranan bir ‘marka’ haline gelmiş İspanyol korku-gerilim sinemasının yeni ürünü olan yapım, elini korkak alıştırmayan bir tür örneği. Rafa Martinez’in ilk yönetmenlik deneyimi, sevdiği erkekle baş başa romantik bir gece geçirmek için metruk haldeki bir apartmandaki boş daireyi ayarlayan genç emlakçı Alicia, korkunç bir kabus yaşayacağından habersizdir.
Ingrid García Jonsson’un başrolde izleyeceğimiz korku örneği, slasher ve gore alt türleri arasında gidip geliyor. Sert sahnelere sahip film, gerçekten ürpertici anlara sahip. Olayın geçtiği metruk, eski apartman; bir organizma gibi. Flmin ‘özellikli’ infazcısı da inandırıcı. Fazla tanıdık ve tekrar anlar içerse de, tek mekan gerilimindeki başarı ve sahici atmosfer, özellikle türün hayranları için keyifli dakikalar vaat etmekte. (3 / 5)
Ferzan Özpetek’in aynı adlı kendi kitabından perdeye uyarladığı ve Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Nejat İşler ve Mehmet Günsur gibi oyuncuların başlıca rolleri üstlendikleri ‘İstanbul Kırmızısı’, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaşam öyküsünden esinlenerek çekilen, yönetmenliğini Hüdaverdi Yavuz’un üstlendiği ‘Reis’ ve Gülten Taranç’ın yönettiği ‘Yağmurlarda Yıkansam’ adlı dram, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Herkese tekrar iyi seyirler. MURAT ERŞAHİN