03 ARALIK 2021
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Bir yıldan fazla zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi! Klasik film önerilerine devam edeceğiz!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
The Crowd / Halkın Sesi
(Yönetmen: King Vidor / 1928)
Grand Hotel
(Yönetmen: Edmund Goulding / 1932)
The Life of Emile Zola
(Yönetmen: William Dieterle / 1937)
You Can’t Take It with You / Para Beraber Gitmez
(Yönetmen: Frank Capra / 1938)
Mrs. Miniver
(Yönetmen: Wiliam Wyler / 1942)
Vizyonda bu hafta (3 Aralık 2021)
Beşi yerli yapım olmak üzere toplam dokuz yeni filme merhaba diyor kış mevsiminin ilk vizyon haftası!
FRANSIZ POSTASI
-Bütün o eski şeyler gibi güzel!-
Wes Anderson, onuncu uzun metrajında sinema tarihine, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’ya, özellikle Fransa’ya, 50’lerin sonuna, 60’lı ve 70’li yıllara, edebiyata, felsefeye, müziğe, resme, heykele, gazeteciliğin ruhuna, Belçika-Fransa animasyonlarına, Hergé’nin ‘Tintin / Tenten’ çizgilerine saygılarını sunuyor. Zarafet yüklü bir aşk mektubu Anderson’un filmi!
‘Bottle Rocket’, ‘Rushmore / Çılgın Liseliler’, ‘The Royal Tenenbaums / Tenenbaum Ailesi’, ‘The Life Aquatic with Steve Zissou / Steve Zissou ile Suda Yaşam’, ‘The Darjeeling Limited / Küs Kardeşler Limited Şirketi’, ‘Fantastic Mr. Fox / Yaman Tilki’, ‘Moonrise Kingdom’, ‘The Grand Budapest Hotel / Büyük Budapeşte Oteli’, ‘Isle of Dogs / Köpek Adası’ ve şimdi de ‘The French Dispetch / Fransız Postası’. Yirmi beş yılda on uzun metraj… Mükemmeliyetçi, yarattığı atmosfer, kurduğu dünyayla müthiş ince gören, olağanüstü setler kuran, izahı zor yapım tasarımları, birinci sınıf sanat yönetimi, edebiyatın her dalı, resim, heykel dahil bütün sanat dallarından faydalandığı öyküleriyle, felsefe, tarih, siyaset bilimi, sosyoloji, mitoloji, psikoloji, bilimin bütün dallarına uzanan alt metinleri ve arka fonlarıyla özel bir yaratıcı Wes Anderson! Kimilerine göre seçkinci ve kibirli ‘görünmesindeki’ neden bu mükemmeliyetçiliği! Neyi, ‘özellikle’ nasıl anlattığını çok iyi bilen günümüzün az sayıdaki ‘auteur’ isminden biri o!
Bir de o benzersiz duygusal tonu… Özlemin, büyümenin, aile bireyleri arasındaki arızalı ilişkilerin, dostlukların, aşkların, tutkunun, sevginin, nefretin, beklentinin, hayal kırıklıklarının, vicdanın, hüznün ve elemin öyküsünü yazıyor metinlerinde. Dünyayı, insanı, tarihi, bilim ve sanatı ilgilendiren geniş mevzuları da fona aldı mı… Bu kez bilinmeyen bir zamanda ama tahminen 50’lerin hemen sonu, 60’lı yılların başında Fransa’dayız… Kansas merkezli hayali bir gazetenin Fransa’da bulunan bürosu ve çıkacak sayı için yapılan hazırlıklar. Titiz, gazeteciliğin ruhuna inanan genel yayın yönetmeni ve yetenekli yazarları… ‘Fransız Postası’nda yer alacak üç makalenin antolojik öyküsünü izliyoruz son derece ‘şık’ filmde! İlki hapishanede geçen; ressam, gardiyan modeli ve sanat simsarı etrafında dönen bir modern resim öyküsü. Diğer hikâye, tutucu iktidara karşı başlayan öğrenci hareketi ve özellikle kültür devrimi yapmak isteyen kıpır kıpır gençler ve dönem üzerine. Üçüncü öykü ise biricik oğlu kaçırılan bir emniyet müdürü ve lezzet şefi Nescaffier menüsü hakkında.
Resimden, gastronomiye, tarihten, sanata uzanan yolculuk, sinema tarihine de saygılarını, ayağa kalkarak ve ceketinin düğmelerini ilikleyerek sunuyor! Jacques Tati’nin efsane karakteri Mösyö Hulot’nun efsane evi, ‘Fransız Postası’ olarak karşımızda! Henüz ilk sahneyle başlayan referanslar, film boyunca yedinci sanatın birçok akım ve türüne değinerek devam ediyor. Cannes’de ‘Altın Palmiye’ için yarışan Anderson filminin senaryosu, Wes Anderson, Roman Coppola, Hugo Guinness ve Jason Schwartzman imzalı. Robert D. Yeoman’ın kamerası, Andrew Weisblum’un kurgusu, Alexandre Desplat’ın orijinal müziği ve akıl almaz yapım tasarımı-sanat yönetimi kadrosuyla taçlanmış film! Olağandışı oyuncu kadrosuna gelirsek… Bir Wes Anderson filminde oynamanın prestijine evet diyen birbirinden ünlü isimler… Öncelikle yönetmenin başucu isimleri Bill Murray, Owen Wilson, Adrien Brody, Jason Schwartzman, Bob Balaban, Edward Norton, Willem Dafoe, Tilda Swinton ve Frances McDormand’ın yanı sıra; Léa Seydoux, Benicio Del Toro, Timothée Chalamet, Jeffrey Wright, Mathieu Amalric, Cécile de France, Christoph Waltz, Liev Schreiber, Saoirse Ronan, Elisabeth Moss, Griffin Dune ve ‘anlatıcı’ olarak sesiyle Anjelica Huston! Bu yıldız isimlerin birçoğu figüran olarak kullanılmış hikâyede. Çoğu, tek bir sahnede karşımıza çıkıyor… Belki yakalayamadığımız başka yıldız isimler de var kadroda, kim bilir?
İzledikten hemen sonra, bu müthiş sinematografik şölenin ardından ‘öyküde fazla bir numara yokmuş’ diye geçiriyorsunuz içinizden fakat evinize döndükten sonra ve eve dönüş yolunda hep bir tuhaf his ve kocaman soru işaretleri rahatsız ediyor sizi… Sonra birden fikriniz değişiyor, büyük resmi tek bir karede düşününce… ‘Öykü de çok acayipmiş doğrusu’ diyorsunuz. Gittiğiniz, Anderson’un sizi gönderdiği referanslar düşüyor önünüze bir bir… Tabii en önemlisi de aldığınız sinema keyfi! Yok… Bu yapım üzerine daha geniş bir yazıyı filmi uzun süre bekletip tekrar izledikten sonra yeniden kaleme almanız gerektiğini düşünüyorsunuz… Emek, birikim, sinema ve sanat adına mecburi, rengarenk ve keyifli bir yolculuk! (4 / 5)
TITANE
-Titanyum travmalar ve nedenleri-
‘Raw’ adlı ilk uzun metraj kurmacasıyla dikkat çeken Fransız sinemacı Julia Docournau, Cannes’den Altın Palmiye ile döndüğü ‘Titane’ ile beyazperdede! İlk uzun metrajında başrolü üstlenen Agathe Rousselle’ye usta aktör Vincent Lindon eşlik ediyor. Rousselle ilk başrol performansında kelimeler ötesi etkileyici. Lindon’un perdeden koltuğa ‘his’ aktarmadaki ustalığı ise tescilli bir marka zira…
Metaforlar üzerinden bireysel ve toplumsal yaralarımıza, bedensel ve ruhi deformasyona, günümüz dünyasının nobran boşluğuna ve zalim hissizliğine koca sesli vurgular yapıyor Docournau yeni filminde! Henüz küçücük bir çocukken araba kazasında yaralandıktan sonra kafasına titanyum plaka takılan Alexia, ailesi ve toplumdan kendinde göre intikam almaya başlamıştır. Bir dizi korkunç cinayet, toplumu tedirgin ederken; havaalanında bulunan genç adamın, on yıl önce kaybolan Adrien olduğu düşünülür ve umutsuzca bekleyen acı dolu itfaiyeci baba, oğlunu alıp eve götürür.
Aynı ‘Raw’ gibi hatta daha katmerli bir şiddetin izlendiği öykü oldukça sert ve tavizsiz. ‘Yanındayım’ demenin çok zor; bunu duymanınsa imkânsız olduğu günümüz dünyasında, yalnızlık, sevgisizlik ve duyarsızlık arasında yok olmuş küçük insanın netameli hikâyesi ‘Titane’! Bilimkurgu, korku ve gerilimle harmanlanmış derin ve kapkara bir dram. İki acı dolu ruh, bu çıldırmış, duyarsız panayırda bir araya gelip olanca ‘bozulmuşluklarıyla’, duygusal problemleriyle nasıl baş edip huzur bulabilirler? Neyi arar, neyi özleriz en çok? Doğal olan ve doğal olmayan şeyler nelerdir? Kim belirler, kim adlandırır bütün oluşları? Et ve metal, kan ve motor yağı arasındaki farklar nedir? Bütün bu sevgisiz, duyarsız, vahşi ilişkiler yumağında, hisler kalır geriye en son!
İnsanlığı yitirmiş günümüz dünyasında, bu erdemsiz ve vicdansız düzlükte, çıkışsız ruh deformasyonunda iyi geliyor ‘Titane’! O halde birlikte söyleyelim: ‘Macarena... Cosa buena... Hey Macarena!’ (4 / 5)
BAĞLILIK HASAN
-Çelişki yumağı insan ve vicdanı-
Galasını, 74. Cannes’de ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde yapan ‘Bağlılık Hasan’, Semih Kaplanoğlu’nun ‘Yusuf Üçlemesi’nin ardından yazıp yönettiği yeni üçlemesinin ikinci filmi. Geçimini babadan kalma tarlasından sağlayan Hasan, arazisinin tam ortasına dikilmesi planlanan elektrik direğinden kurtulmaya çalışırken, kendi içine doğru bir yolculuğa da çıkar. 94. Akademi Ödülleri’nde ülkemiz adına ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ Oscar aday adayı olarak seçilen dram, 45. Brezilya Sao Paulo Uluslararası Film Festivali’nde ‘Yılın En İyi Yabancı Filmi’ dalında eleştirmenler ödülünü kazanmış, ülkemiz festivallerinde ise 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Özgür Eken ile ‘En İyi Görüntü Yönetimi’ heykelciğinin sahibi olmuştu. 9. Boğaziçi Film Festivali’nden ise ‘En İyi Film’, ‘En İyi Senaryo’ ve ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ ödülleriyle ayrılmıştı Kaplanoğlu’nun ‘Bağlılık Aslı’nın ardından çektiği sekizinci uzun metraj kurmacası!
Hasan ile eşi Filiz, yıllar boyu verdikleri zorlu hayat mücadelesi içinde, sadece kendi hedeflerine uygun hareket etmişler, davranışlarının başka insanlar üzerindeki etkilerini pek düşünmemişlerdir. Yıllardır bekledikleri Hac için Mekke’ye gitme haberi üzerine, Hasan geçmişiyle hesaplaşıp içten içe bir vicdan muhasebesi yaşamaya başlar. Hayatını üstüne inşa ettiği değerler ve eylemleri arasındaki çelişkiler rahatsız eder çiftçiyi…
Bir helalleşme öyküsü film her şeyden evvel! Geçmişi ve kendi içiyle hesaplaşan, vicdanını onarmak isteyen bir çiftçinin ve ‘kardeşliğin’ hikâyesi, usta işi bir yapı. Plastiği ve anlatımıyla gayet olgun bir ‘sinema’. ‘Sadece inanmak yeterli değil. Çevremizde etkileşim içinde olduğumuz insanlarla aramızdaki bağ üzerine kafa yormamız gerek’ diyor filminde Kaplanoğlu. Oyuncu kadrosunu Umut Karadağ, Filiz Bozok, Gökhan Azlağ, Hakan Altıner, Mahir Günşıray, Devrim Özder Akın ve Ayşe Günyüz Demirci’nin oluşturdukları yeni üçlemenin ikinci halkası; Özgür Eken’in rafine görüntüleriyle artı değer kazanıyor.
Hasan, Filiz, etrafındakiler, kasaba içinde insan ruhu portreleri, helalleşmenin çok güç alfabesi… Ruh çoraklığı, kendimize döndüğümüz yüzümüzü yıllar sonra aynada görmemiz, defolu yanlarımız, kötülüklerimiz, ahlaki değerler, değer yargıları, sıkışmışlık, helalleşmenin zorluğu, doğa-insan, bürokrasi, içsel adalet, kefaret, vicdan ve ötesi… (3,5 / 5)
DİYALOG
-Gibi yapmak üzerine-
Ali Tansu Turhan’ın ‘Diyalog’u, sürpriziydi benim için -filmi ilk kez izlediğim açık havada-Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünün! Sinemaya, hayata, oyuna ve gerçeğe ‘içeriden’ bakma denemesi! Biçimle oynanan özgün bir çalışma. Bir çekim süreci ve iki başrol oyuncusunun ‘ilişkileri’. Aralarındaki ‘ilişkinin’ sonuna yaklaşmış bir çifti canlandıran oyuncular, çekimler ilerledikçe birbirlerine yakınlaşırlar! Evde, provada, sette, barda ve sokakta; kadrajda hep iki kişi. Ekranı bölerek çoğaltan yönetmen, kurmaca ve gerçeği iç içe geçirerek bir duygu evreni yaratıyor. Yirmi dakikayı aşan ve iyi çekilmiş plan sekans, öyküyü çok fazla beslemese de, ayrı bir ‘renk’ ve ivme eklediği kesin!
Burcu Uğuz, Ali Tansu Tarhan ve Fahri Güllüoğlu’nun kaleme aldıkları senaryoda Hare Sürel ve Ushan Çakır, ‘gayet olgun’ oynuyorlar. Özellikle Hare Sürel çok ‘hakiki’! Bu bilinçli ve inandırıcı yapıda ilk uzun metrajını çeken Ali Tansu Turhan’ın rolü büyük.
Bir de kişisel durumlar. Bütün çocukluğumun, gençliğimin geçtiği sokaklar, caddeler. Okul sokağı, tanıdık bar, tanıdık evler, tanıdık gece, gecede sessizlik; sevgiliyle yürüyorsun… Sessizlik, en güçlü diyaloga dönüşüyor. Sahicilik kalıyor geride. Sınırlar belli, mütevazı, yalın, sağlam, içten bir ‘ilk’ film. (3 / 5)
Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
Bilimkurgu-korku-aksiyon serisi ‘Resident Evil / Ölümcül Deney’in ‘öncesine’ dönen ve serinin yedinci filmi olan ‘Resident Evil: Welcome to Raccoon City / Resident Evil: Raccoon Şehri’, bütün dünyaya yayılan vahşetin ‘Raccoon City’de zincirlerinden koptuğu gece yaşananları konu alıyor. Bir zamanlar ilaç devi Umbrella Corporation’ın hızla gelişen yuvası olan Raccoon, artık ölmekte olan bir orta batı kentidir. Şirket buradan ayrılırken ardında çorak topraklar ve yüzeyin altında yavaş yavaş büyüyen büyük bir kötülük bırakmıştır. Bu kötülük nihayet gün yüzüne çıktığında, hayatta kalan bir grup insanın Umbrella’nın ardındaki gerçeği keşfetmek ve geceyi sağ salim atlatmak için işbirliği yapması gerekecektir. Johannes Roberts’in yazıp yönettiği popüler yapımda artık Milla Jovovich yok! Başlıca rolleri Kaya Scodelario, Hannah John-Kamen, Tom Hopper, Robbie Amell ve Neal McDonough üstleniyorlar.
‘Clifford the Big Red Dog / Clifford Büyük Kırmızı Köpek’, Norman Bridwell’in aynı adlı kitap serisinden uyarlanan Walt Becker imzalı bir aile macerası! Ortaokul öğrencisi Emily’nin yavruyken yolunun kesiştiği fakat erişkinliğinde bir deve dönüşen kırmızı köpek Clifford ile olan maceralarını izliyoruz. Darby Camp, Jack Whitehall ve Izaac Wang’ai, usta aktör John Cleese eşlik ediyor.
Onur Bilgetay’ın yönettiği yerli komedi ‘Aykut Enişte 2’, Gülşah ile evlenme arifesinde olan Aykut’un, ailenin eski eniştesinin ortaya çıkmasıyla başından geçenleri konu ediniyor. Cem Gelinoğlu, Melis Babadağ ve Hakan Yılmaz başlıca rolleri üstleniyorlar.
Ali Ağgül’ün yönettiği haftanın bir diğer yerli komedisi olan ‘İşsiz Adam’, elini attığı her işten kovulan ve bu yönüyle adı çıkan Ömer’in öyküsü! Muttalip Müjdeci, Asım Akar, Kelami Akdemir, Ayşe İkiz ve Hasan Göktaş, oyuncu kadrosunu oluşturan isimler.
Yerli animasyon ‘Kuklalı Köşk 2: Orman Kâşifi’, Mustafa H. Öztürk tarafından yönetilmiş.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
TARİHTE BU HAFTA
On yıl önceye, 2011 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (2 Aralık 2011)
Notlarımız arasında bulunmayan iki film de yerli yapımlar. Korku-gerilim ‘Musallat 2’ ve ‘Mavi Pansiyon’. Martin Scorsese imzalı üç boyutlu dramatik serüven ‘Hugo’, sinema sanatına bir saygı duruşu niteliğinde. Kaçırılmaması gereken yapım, şimdiden bir klasik olarak anılabilir kanımca. ‘Dondurmam Gaymak’ın ardından ikinci uzun metrajına imza atan Yüksel Aksu, ‘Entelköy Efeköy’e Karşı’da gerçekten güldürüyor. İyi yazılmış, iyi çekilmiş, komik, aynı zamanda eleştirel, önemli bir toplumsal güldürü var karşımızda yani. ‘Hediye Operasyonu’, Noel babadan ve yeni yılın getireceklerinden umudunu kesmemiş olanlar için başarılı bir animasyon. Üstelik o da üç boyutlu. Nicolas Cage’i başrole taşıyan ‘İntikamın Bedeli’ ise haftanın tek aksiyonu. Herkese iyi seyirler! İçinizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insan’a iyi davranın lütfen!
HUGO
Martin Scorsese… Büyük bir sinemacı. Yüreği ‘sinema’ diye atıyor ve bütün sinir sistemi, film şeritlerinden oluşuyor ustanın. 1930’lu yılların Paris’indeyiz. Tren garında yaşayan Hugo Cabret adlı 12 yaşındaki kahramanımızın eşliğinde yedinci sanata bir saygı duruşunda bulunuyoruz. Müthiş bir ruhla çekmiş Scorsese filmini. Gerçekten çok kişisel bir iş belli ki. Hugo Cabret, aslında Scorsese’nin ta kendisi. Bütün karakterler biraz o. Brian Selznick’in çok özel eseri ‘The Invention of Hugo Cabret’ adlı çizgisi bol çocuk kitabından uyarlanan eseri perdeye uyarlayan isimse, ‘Göklerin Hakimi / The Aviator’ ve ‘Gladyatör’ ile iki kez Oscar adayı olmuş senarist John Logan. Saat tamircisi babasını bir yangında kaybeden talihsiz Hugo’nun yolu, özellikle polis memurundan gizlenerek kaldığı tren istasyonunda bir oyuncakçı dükkânı işleten Mösyö George ile kesişir. Hugo’nun amacı, babasından ona yadigâr kalan tek şey olan ‘otomaton’u tamir etmektir. Tamirat için gerekli çizim ve çözümlerin yer aldığı defteri, oyuncakçıya kaptıran Hugo, ilk bakışta bu aksi ve acımasız görünen yaşlı adamın, geçmişin usta sinemacısı Georges Méliès olduğunu öğrenir. Birinci Dünya Savaşı’nın ‘insanı’ ve duyguları yok eden zalim gerçekliğinde sinemadan uzaklaşan dahi sinemacının vaftiz kızı Isabelle ise, gizem dolu macerada Hugo’ya yoldaş olacaktır. Profesyonel bir sihirbazken hareketli resimlerin büyüsüne kapılan ve sinema tarihine adını yazdıran Fransız sinemacı Georges Méliès (1861-1938) duruyor orta yerinde filmin. Ona ve onun özelinde bütün bir sinema tarihine saygı duruşunda bulunan Scorsese, hüzünle örmüş pelikülün her anını. D.W. Griffith’in ‘her şeyi ona borçluyum’ dediği, Chaplin’in, ‘ışığın simyacısı’ olarak nitelediği, beyazperdeye ‘story board’ kavramını getiren, özel efektlerin babası ve mucidi Méliès’in sinema aşkı, aynı küçük Hugo’nun, sinema yazarı-araştırmacısı karakterin ve Scorsese’ninki gibi. İçten ve gerçek. 1902 tarihli ‘Aya Yolculuk’ dahil 552 tane muhteşem kısa filme imza atan Méliès’i perdede usta aktör Ben Kingsley canlandırmış. Yaşları küçük ama yetenekleri senelerin oyuncularına taş çıkartan 1997 doğumlu Asa Butterfield ve Chloë Grace Moretz’e birçok ünlü isim eşlik ediyor. Kısacık bir rolde Jude Law, muzip komedyen Sacha Baron Cohen, Ray Winston, Emily Mortimer, kıdemli aktör Christopher Lee ve Richard Griffiths, şimdiden klasik olarak kabul edebileceğimiz bu üç boyutlu görkemli yapıma adlarını yazdırmışlar. Büyüsünü kaybeden dünya, onu büyülemek için uğraşan hayal dünyaları sınırsız kahraman sanatçılar… Dünyanın hüzünle yoğrulmuş nasırlaşmış yüreği, küçük yaşta büyüyen çocuk kalpleri, yaratıcılığın hayati tarafı ve gündelik yaşantılarımızı, sokağın boğucu tekdüzeliğinden, gezegenin vahşi, kötücül gündeminden uzak tutmaya yarayan, bizi yarattığı hayal dünyalarda sarıp sarmalayan sinemanın, yani yedinci sanatın gücü. Yaşasın Martin Scorsese, yaşasın Hugo, yaşasın Georges Méliès ve arkadaşları, yaşasın kalbi sinema için atan herkes!
ENTELKÖY EFEKÖY’E KARŞI
Yüksel Aksu, ‘Dondurmam Gaymak’ın ardından ikinci uzun metrajında bir adım ileri taşımış sinemasını. Mesele, öykü ve atmosfer yönetmenin hâkimiyetinde. Yine bu toprakların sıcaklığı, iyiliği, verimliliği üzerine sulu olmayan, doğal olarak gülümseten ‘organik bir komedi’ çekmiş Aksu. Köylünün uyanıklığı, şehirden kırsala kaçış; çalışma, emek ve sınıf bilinci gibi hayati kavramlarla sarmalanmış. Halkın genelinin ve entelektüel azınlığın bir araya gelmesi, ortak payda olan akıl ve sevgide birleşerek doğru ve iyi olanı gerçekleştirmesi üzerine ütopik bir komedi olarak da nitelenebilir bu kolektif çalışma. Devletin meseleye yaklaşımının ‘ütopik’ bir bakışta vücut bulması, filmin, umutlu ve iyimser tavrını pekiştiriyor. Hoşgörü kültürünün Anadolu topraklarında hep var olduğunu ve olacağını insandan yana umudunu kesmeyen bir tonda anlatmayı yeğlemiş Aksu. Çetrefilli, bir yanı karanlık, zorlu oluşlar içersinde yaratılan masalsı naiflik, gelecek adına da iyiden, doğrudan, güzelden ve insandan yana ümit barındırıyor. Ne karakterler onlar öyle… Muhtar, ‘Aşırı’, Bekçi… Yüreğe işleyen türküleri, muzipliği, samimiyeti, eğitici yanı, dürüstlüğü, özellikle yöre halkının doğal oyunculuğuyla gerçekten kasmadan güldüren sevimli mi sevimli bir film izlediğimiz. Son tahlilde, ‘eyvallah’ diyorum.
HEDİYE OPERASYONU
Üç boyut modasına uyan animasyon, Noel baba’ya inanmanın önemini, yani son söyleneceği ilk başta söyleyelim, çevremizdeki herkesi mutlu kılmanın hayati yanını, tek çocuğun mutsuzluğunda, bütün bir dünyanın mutsuzluğunun gizli olduğunu, olabildiğince sıcak, içten ve sevimli şekilde anlatmayı başarmış. Sarah Smith imzalı animasyon, ‘Tavuklar Firarda / Chicken Run’ ve Oscar ödüllü ‘Wallece ve Gromit’ filmlerinin yaratıcısı İngiliz Aardman Animasyon şirketinin, Sony Pictures için hazırladığı bir yapım. Noel babanın onlarca hediyeyi bir gecede nasıl dağıttığının cevabını veren animasyon, Kuzey Kutbu’nun altına saklanmış ileri teknoloji ürünü operasyon merkezinin çalışmalarının yanı sıra, gerçek bir Noel baba’da bulunması gereken yüreği, azmi ve fedakârlığı öykülüyor. Dört nesil Noel babalar, Noel anne, onların sadık yardımcıları Elf’ler ve Ren Geyikleri… Iskartaya çıkmış yaşlı, yevmiyeli Noel baba, elf ve Ren Geyiği’nin yüreğinde yanan yeni yıl ve umut ateşi, içini ısıtıyor insanın. Filmin yetişkin izleyici için tek handikapı, ülkemizde Türkçe dublajlı olarak vizyona giriyor olması. Filmin orijinal seslendirme kadrosuna bakıldığında göze çarpan isimler bir hayli önemli çünkü. James McAvoy, Jim Broadbent, Imelda Staunton, Bill Nighy bu ünlü isimlerden sadece bir kaçı. Filmlerin orijinal dillerinde, küçük izleyiciler tarafından izlenmesi bir alışkanlık olarak yerleşse keşke. O vakit, perdeden koltuğa geçen etkileyicilik ve büyünün kat be kat arttığını fark edeceksiniz.
İNTİKAMIN BEDELİ
1987 tarihli ‘Çıkış Yok / No Way Out’un kıvrak ve zeki yönetmeni olarak tanınan Roger Donaldson imzalı gerilimli aksiyon, başrole Nicholas Cage’i taşımış. Cage’i uzun zamandır iyi bir filmde izlemedik. Geleneğe dönüşmüş bu durumu sarsmıyor Cage. Film yine son derece sıradan seyrediyor. Eşi tecavüze uğrayan bir öğretmen, kendi kurallarını uygulayarak adaleti sağlama gayretindeki bir intikam örgütünün içinde bulur kendini. Öfke anında, intikamının alınmasını isteyen adam, kısa süre içinde bu kanun dışı oluşum tarafından bir cinayete zorlanır. Sıradan bir vatandaş olan öğretmen kahramanımızın, adalet arayışının tamamen adaletsizlikle buluştuğu bu vahşi örgütten kaçması kolay olmayacaktır. Guy Pearce, January Jones ve Xander Berkeley, filmin diğer isimleri. ‘Kanun dışı intikam / vigilante’ temalı filmlerin yeni örneği, zihinden hemen uçacak cinsten. Filmde sıklıkla tekrarlanan ve bayat bir sürprizi barındıran finalde de yer alan ‘Aç tavşan zıplar’ parolasını kullanan illegal intikam örgütüne söyleyecek çok şey var ama sadece bu işlere ‘karnımız tok’ diyoruz ve zıplamadan sakince ayaklarımızın üzerinde duruyoruz.
MURAT ERŞAHİN