02 EKİM 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız… Yaklaşık iki ay önce yeniden başlayan vizyon, 2 Ekim haftasında beş filme ev sahipliği yapıyor.
Francis Ford Coppola imzalı kült ‘Apocalypse Now / Kıyamet’, yönetmenin kurguladığı ‘Final Cut’ versiyonu ile restore edilmiş olarak tekrar izleyici karşısına çıkıyor. 40. Yılı dolayısıyla özel olarak perdeye yansıyacak dev yapımı; Coppola, John Milius ile birlikte, Joseph Conrad’ın ‘Karanlığın Yüreği’ adlı romanından uyarlamıştı. Vietnam Savaşı sırasında ordu emirlerini hiçe sayarak hareket etmeye başlayan bir özel kuvvetler albayını öldürmekle görevlendirilen Yüzbaşı Benjamin L. Willard’ın bu gizli görev sırasında yaşadıklarını, savaşın yıkıcılığını ve insan ruhunu tahrip edici yüzünü epik bir dille anlatıyordu 1979 tarihli başucu filmi!
Sang-ho Yeon’un yönettiği 2016 tarihli aksiyon katkılı korku-gerilim ‘Train to Busan / Busan Ekspresi’nin devamı niteliğindeki ‘Train to Busan 2: Peninsula / Yarımada’, yaşanan dehşet dolu olayların dört yıl sonrasına gidiyor. Bu kez, Kore’yi saran zombi istilasından sağ çıkmayı başaran bir askerin, yüklü miktarda parayı geri getirmek için istilanın merkezine doğru çıktığı zorlu görevde, enfekte olmadan hayatta kalanlarla tanışmasıyla birlikte gelişen heyecanlı olayları izliyoruz. Frank Sabatella’nın yönettiği korku denemesi ‘The Shed / Kulübe’, şartlı tahliye olduktan sonra küçük bir kasabada dedesinin gözetiminde yaşamaya başlayan lise öğrencisi Stan’ın, burada yaşayan korkunç canavarla ilgili bir efsaneyi duymasıyla gelişenleri öykülüyor. Komedi ile macerayı harmanlayan animasyon ‘Trolls World Tour / Troller Dünya Turu’, Poppy ve Branch’ın, sıkı arkadaşlarını yanlarına alarak atıldıkları müzikal macerayı taşıyor perdeye. Hüsnü Hakan Gürtop’un yönettiği komedi macera, ‘Bizim Semtin Çocukları’, ise haftanın tek yerli filmi.
Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos ve nihayet Eylül aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, eskiyi; 2009 yılının Ekim ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Ekim’inde sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ekim 2009
HAYATIN TUZU
‘Bitlis’te beş minare, yüreğim dolu yare…’
Senaryosunu, ‘Leman’da tanınmış ‘Ora Öyküleri’nden bildiğimiz Ender Özkahraman’ın yazdığı Murat Düzgünoğlu’nun ilk uzun metraj filmi, galasının yapıldığı 3. Bursa Uluslararası İpek Yolu Film Festivali’nde ‘Jüri Özel Ödülü’, 16. Adana Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde ise Asiye Dinçsoy ile ‘Umut Veren Genç Kadın Oyuncu’ ödüllerinin sahibi olmuştu. Yapım, klişe terimiyle ‘ticari kaygılardan uzak’, samimi, sıcak bir tasvir. Önemli rollerini Levent Ülgen, Görkem Aslan, Bülent Düzgünoğlu ve Erol Demiröz’ün paylaştıkları film, Bitlis’te yaşayan bir aileyi ve onları çevreleyen gündelik yaşamı öykülüyor. Doğu Anadolu’nun yoksul, küçük şehri Bitlis’te yaşayan dört kardeş ve annelerinin hikâyesi, gururla ilgili sorunları olan küçük, sıradan insanları tanıştırıyor bizlerle. ‘Gurur hayatın tuzudur’ derken, acıtan gerçekleri seriyor gözlerimizin önüne. Bitlis’li ailenin çıkmazları. İmkânsızlık, izole bir zamansızlık ve ulaşılmazlık… Uzak, yalnız ve gizemli, küçük bir doğu şehrinin samimi tablosu. Bir anlatıcı eşliğinde, farklı bir masal izliyoruz. Gerçeküstü öğelerle bezeli bir çıkışsızlık öyküsü… Çaresiz, yorgun, umutsuz insanların, bir şehrin, uzakların öyküsü yansıyor perdeye. Bir ilk film için doğal kabul edilen ‘birçok meseleye değineyim, bu fikri de ekleyeyim’ isteği ve bazı ‘an’lar gereksiz olduğunu düşündüğüm ‘dış ses’ haricinde gerçekten ‘doğru ve düzgün’ bir film ‘Hayatın Tuzu’. O derece samimi ki insan gözüne çarpan, olmamış küçük ayrıntıları ötelemek istiyor, hatta görmüyor bile. Bütün emeği geçenleri gönülden tebrik etmek ve ekibin takipçisi olmak düşüyor eleştirmene de…
EVİMDE UZAYLI VAR VE G-FORCE
Biri naif, öteki kurnaz…
İki yapım da öncelikle çocuklara sesleniyor. ‘Evimde Uzaylı Var’, 2005 tarihli iki önemli film, ‘Wallace ve Gromit Yaramaz Tavşana Karşı’ ile ‘Madagascar’ın senaristlerinden Mark Burton imzalı. Burton, Ebeveyn-çocuk ilişkilerinden, kardeş, kuzen çatışmasına dek birçok aile içi durumu, ‘uzaylı ziyaretçi komedisi’ ile harmanlamış. Fantastik macera, bir grup çocuğun, ailelerine çaktırmadan, evlerini istila etmiş uzaylılarla olan mücadelesini taşıyor perdeye. Oldukça naif bir film bu. Hesapsız, samimi, neyse o olan bir iş… En çocuk haliyle gülümseyen barışçıl bir masal. Büyümüş de küçülmüşlüğe prim vermeyen, bilmişlik yapmayan bir öykü. Çocukların dünyasına ait, iyi yürekli, komik, doğru mesajlar içeren bir seyirlik. Akıllı bir metin; kurnaz değil… Üç boyutlu, daha yüksek bütçeli G-Force ise ‘damardan kötücül’ olmasa da, hesap kitap peşinde koşan, mesaj kaygılı bir yapım. Devlet destekli film, çocuklara, ‘ajan’ olmanın erdemlerinden ve artılarından söz ediyor. Söz etmiyor, adeta kanalize ediyor. Haber alma teşkilatlarının içinde olmanın bir ayrıcalık ve prestij olduğunu vurguluyor. Milliyetçi bakışıyla, saf bir çocuk filminden bir propaganda filmine dönüşüyor. Sevimli kobay fareleri filan unutuyor insan finalde. Köstebeğe yüklenen ‘suç’, çok ağır, haksız ve maksatlı geliyor. ‘National Geographic Wild’ kanalında izlenen bütün o belgeseller yara alıyor. Yalancı yerine konan bu belgesellerdeki kobay fareler, köstebekler ve bütün diğer hayvanların resmi tarihleri yeniden yazılıyor perdede. Eğitici ve öğretici olmaktan ziyade, çıkarcı olan yapım, finale doğru netleşen söylemiyle, üzerindeki bütün emeği sıfırlıyor. Aklı, Behrengi’nin ‘Küçük Kara Balık’ında kalmış, ‘eskimiş’ biri olarak kuşku ve tedirginlikle bakıyor insan perdede akıp giden son yazılara. Behrengi’nin, kendi yolunu bulmak, özgürlük ve dayanışma dersleri, bu çağda geçerli değil artık. Salondan çıkıp, kapıdaki görevliye üç boyutlu görmenizi sağlayan galaktika modeli gözlükleri teslim ederken, bir burukluk, çıkışsız bir sıkıntı kaplıyor içinizi. ‘Yaşadığımız dünya nasıl evrildi böyle birdenbire’ haklı sorusu bilmem kaçıncı kez dönüyor kafanızın içinde. ‘Pal Sokağı Çocukları’nın Nemecek’ini Sparta Prag’ın futbolcusu zanneden gençliğin durumuna hüzünlenerek atıyorsunuz kendinizi sokağa. Bu Hollywood yakında ‘Çocuk Kalbi’ni Pentagon’a taşır diye düşünüyorsunuz, kobay farelerin ellerinde ışın silahları poz verdikleri afişlerin önünden geçerken…
VEBA
Camus’nun değil, Pastor’ların ‘veba’sı…
Barselona’lı iki İspanyol kardeş, Hollywood’daki ilk işlerinde hafif gerilimli koyu bir drama imza atmışlar. Hollywood’un Katalan transferleri Àlex ve David Pastor, kapkara bir bakışla distopik bir öykü kaleme almışlar. İnsanın ve insanlığın sonuna dair felaket öngörüsü, günümüzde kuş ve domuz gribi tehditleriyle boğuşan insanın, kaynağı pek net olmayan bir virüs yüzünden yok olma aşamasına gelmesini hikâye ediyor. Film, ölümcül virüs dolayısıyla önce insanlığını kaybeden ‘insanoğlu’ üzerine. Kendimize ait içgüdülerin ve insanın ne olursa olsun o sınır tanımaz yaşama tutunma güdüsünün en kötü düşman olduğunun altını çiziyor. Ancak yapımın, kıyamet sonrası referansları ve ‘meseleli öncülleri’ ‘Kurdun Günü’ ve ‘Körlük’le hiçbir ilgisi olmadığını söylemek zorundayız. Öykü, birbirine çok bağlı iki kardeşi bekleyen trajediye büyük yer veriyor 85 dakikalık süresinde. Hatta bence hikâyenin çıkış noktası, filmin kardeş yönetmenleri 1981 doğumlu Àlex ve 78 doğumlu ağabeyi David Pastor… Ağabey, kardeş, bir deniz kenarında oturup, geleceklerinden bahsederlerken, aralarındaki olası kopuş noktalarına da değinmişler sanki. Birbirimiz hakkında bir film çekelim demişler: Bu, aslında bütün kardeşlerin ve insanın ortak hikâyesi olur. Hollywood’un çok sevdiği ve daha önce onlarca örneğini izlediğimiz çaresiz kalan insan ve tekin olmayan boşluklar konsepti çevresinde bir takım sahneler eklemişler öykülerine ve karşımıza, afişinde görüldüğü gibi olmayan, korku türüne sokamayacağımız, bazı anları gerilim içeren yoğun bir dram çıkmış. İnsana ve inandığımız sevgi dahil bütün manevi değerlere bir ağıt olarak niteleyebileceğimiz filmin başrollerini genç isimler paylaşıyorlar. 2009 tarihli yeni ‘Uzay Yolu’nun ‘Kaptan Kirk’ü olan Chris Pine, filmin lokomotifi. Kadronun en tecrübeli ismi Piper Perabo, 1985 doğumlu Lou Taylor Pucci ve film boyu yüzünden eksilmeyen o soğuk ifadeyle oynayan Kanadalı Emily VanCamp oldukça başarılılar. Finalde, ‘eee de, ne yani?’ dedirten film, akılda kalıcı değil. Katalan biraderlerin Hollywood’daki serüvenleri ise ayrı bir soru işareti…
PONTYPOOL: ÖLDÜREN KELİMELER
Enfekte kelimeler, enfekte sistem…
Vizyonun, korku-gerilim türüne ait gösterilen ama türün uzağından geçip basbayağı koyu bir dram olan ikinci yapımı Kanada’dan geliyor. Festival izleyicilerinin tanıdığı Kanadalı Bruce McDonald imzalı film, entelektüel bir felaket öyküsü. Ontario’nun küçük bir kasabasında, Pontypool’dayız. Yerel radyo istasyonunun mikrofondaki üstat ismi Grant Mazzy, program yapımcısı ve onun genç asistanı, günün erken saatlerinde bir kilisenin bodrumundaki radyoda, ordu tarafından karantinaya alınan kasabayı etkileyen virüsle baş başa kalırlar. Kan yoluyla değil, sözcüklerle yayılan bir virüstür bu. Kelimeler enfekte olmuştur. Sadece İngilizce kelimeler. Gündelik dilde daha az kullanılan bazı kelimelerdir bunlar ve kurbanı, yaşayan bir ölüye dönüştürmektedirler. Birkaç kelime Fransızca, virüsten sizi koruyabilmektedir. Sessiz kalmaktır tek kurtuluş yolu belki de. Belki de, anti virüsü oluşturacak kelimeleri bulup çıkarabilmek… Küresel iletişim dili İngilizce tamamen enfekte olmuştur. Entelektüel metin, popüler kültürün dil üzerindeki egemenliğinden, liberal demokrasinin büyük ölçüde yabancılaştırdığı küçük insana, bunu kabulleniş tarzımıza, vahşi güdümlü medyadan, gündelik bayağılığa, tüketimden, hırslı varoluşumuza dek birçok meseleye parmak basıyor. Teatrel biçimi, tavizsiz sert bakışıyla meseleli ve nev-i şahsına has bir film var karşımızda. Filmin usta aktörü Stephen McHattie ise enfes bir kompozisyon çizmiş. Hınzır, provokatif, zeki, ne dediğini bilen yapım, ‘yıpranmış kelimelerin verdiği güveni’ sarsıyor.
11’E 10 KALA
Kurmacamsı…
Dağılmış, başka yerlere gitmiş bir çaba olmuş Pelin Esmer’in ilk uzun metraj kurmaca filmi ya da ‘belgeselimsi kurmacası’. Yönetmenin kendi deyimiyle ‘kurmaca gibi bir belgesel’ olan ‘Oyun’ adlı filmini çok beğenmiştim. ‘11’e 10 Kala’yı, ‘ilk kez gösterildiği’ 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlediğimde, kaçmış bir fırsat olarak değerlendirdim. Ben aslen kurmaca ve belgesel ayrımına karşıyım aslında. İşin özünde iki ‘janr-kavram’ın bir arada olabileceğini/olduğunu düşünüyorum. Eğitici ve bilimsel olmak, algı ve duyguyla farklı yerde durmak değil bence. Sözünü ettiğim nokta bu değil zaten. Film, üzerine çokça tartışılan ‘janr’ çekişmesinden daha başka bir yerde incelenmeli. ‘Çok iyi’ denilen metninin ve sinemasının üzerinden. Esmer, 2002’de çektiği ve ödül kazandığı 46 dakikalık ‘Koleksiyoncu’ adlı belgeselini uzun metraja taşımış. Kendi amcasının koleksiyon tutkusundan çıkmış yola – ki buna biriktirme demeliyiz, asla koleksiyon değil- ve bizi hayata tutunduran, mücadele ve devam etmemizi sağlayan şeyi-şeyleri taşımış filmine. Fakat bir şans kaçmış. Artık olmayan-olamayan değerlerin şehri İstanbul, bir başrol oyuncusuyken aniden kayboluyor sahneden. Nefes alıp veren, alegorik bir karakter olan Mithat bey, kapıcısı Ali’nin sanal gerçekliği karşısında pes ediyor. Gerçek olan bu mu diye soruyor insan çoğu kez, bu iki kahramanın inandırıcılığı karşısında. Dağılmış öykü, zorlama süresiyle sarkmaya başlıyor. Tam olarak sizi içine almayan sinema karşısında yabancılaşma yaşıyorsunuz. Algı ve duygularınız, yavan bir anlatı ve görüntü karambolunda dağılıyor. Hissedip, varacağınız yerden uzaklaşıyorsunuz. Filmin Adana ve İstanbul’da kazandığı ödüllere bakıp, size uzak ve ters gelenin bazılarına nasıl bu derece yakın geldiğini soruyorsunuz kendinize. Filmin üzerine çok uzun yazıp çizebilirim. Hakkımı sonraya saklıyorum.
(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ekim 2009)
MURAT ERŞAHİN