01 TEMMUZ 2022
Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Ultimo tango a Parigi / Paris’te Son Tango
(Yönetmen: Bernardo Bertolucci / 1972)
Double Indemnity / Çifte Tazminat
(Yönetmen: Billy Wilder / 1944)
Vertigo / Ölüm Korkusu
(Yönetmen: Alfred Hitchcock / 1958)
A Clockwork Orange / Otomatik Portakal
(Yönetmen: Stanley Kubrick / 1971)
What Ever Happened to Baby Jane? / Küçük Bebeğe Ne Oldu?
(Yönetmen: Robert Aldrich / 1962)
Vizyonda bu hafta (1 Temmuz 2022)
Temmuz ayının ilk haftasında, dördü yerli yapım olmak üzere yedi yeni film salonlarda izleyicisini bekliyor!
Güney Kore doğumlu ABD’li yönetmen Kogonada’nın imzaladığı bilimkurgu dram ‘After Yang / Yang’dan Sonra’ haftanın notlarımız arasında yer alan tek yenisi.
YANG’DAN SONRA
-Varoluş, bağlılık, aşk ve kayıp üzerine…-
Ozu, Bergman, Bresson, Godard, Hitchcock, Kubrick, Malick gibi dev sinemacılardan, Tarantino, Wes Anderson, Aronofsky, Koreeda, Linklater gibi yeni kuşak ustalara uzanan yolda bu isimlerin filmlerini, meselelerini, içerik, biçim ve yapılarını analiz eden video belgeselleriyle tanınan Güney Kore doğumlu ABD’li sinemacı Kogonada’nın 2017 tarihli Columbus’un ardından yönettiği ikinci uzun metraj kurmacası olan ‘After Yang / Yang’dan Sonra’ karşımızda! Kogonada’nın video denemeleri sıklıkla anlatımı ve kurguyu mercek olarak kullanır ve genellikle bir yönetmenin estetiğini vurgulardı. Bu kez kendi mesele ve biçimini taşımış perdeye araştırmacı, deneysel ve iddialı isim!
Küçük kızının, Yang adındaki android arkadaşı bozulduğunda, Jake onu tamir ettirmek için farklı çareler arar. Eğitmen, akıl hocası ve bakıcı olan Yang artık ‘evde’ yoktur ve bu esnada Jake, önünden hızla geçip gitmekte olan hayatı yeniden keşfederken, eşi ve kızı ile taze ve sağlam bir bağ kurmaya çalışır. Varoluş soruları, aşk, sevgi, bağlılık, kayıp, ilişkiler ve insan… Yakın gelecekte geçen öykü, yapay zekâ ve teknoloji üzerinden; varlık üzerine içi dolu anlamları tartışıyor.
Alexander Weinstein’ın ‘Children of the New World’ adlı kitabının ‘Saying Goodbye to Yang’ adlı kısa öyküsünden bizzat Kogonada’nın uyarladığı fütüristik dram, bağımsız yapımların kalesi olarak anılan Sundance’da ‘Alfred P. Sloan’ ödülünü elde ederken, Cannes’de de ‘Un Certain Regard / Belirli Bir Bakış’ bölümünde yarışmıştı! Colin Farrell’i başrolde izlediğimiz yapım tasarımı ve görüntü yönetimi özenle yaratılmış filmde; Jodie Turner-Smith, Justin H. Min ve küçük yıldız Malea Emma Tjandrawidjaja; Farrell’a eşlik eden ana isimler. Clifton Collins Jr., Ritchie Coster, Sarita Choudhury ve Orlagh Cassidy, oyuncu kadrosunun diğer isimlerini oluşturuyorlar.
Teknolojik gelişmelerin sancılı coğrafyasından, ‘insan doğası ve kimliği’ üzerine çıkarımlar yapan hikâye oldukça iddialı tasarlanmış. Birçok dert var ortada ve şık bir biçim. Bağlılık, sevgi ve yitirdiklerimiz üzerine bir parça kafası karışık ve yoğun varoluş tiradı… Sadece tek bir durum, mesele, his ve ruh hali üzerine gidilip daha yalın bir film çıkabilirmiş ortaya. Yine de kurak günlerde bünyeye iyi gelen uygun bir seçenek! (3 / 5)
Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
‘Minions: The Rise of Gru / Minyonlar 2: Gru’nun Yükselişi’, özellikle küçük yaştaki izleyici için şahane bir seçenek! Üç boyutlu animasyon, ‘Despicable Me’ serisiyle popüler kültürde yer edinen Minyonlar’ın ikinci filmi. 70’li yıllarda tarihin en büyük kötülerinden biri olma hayali kuran genç Gru ile yolları kesişen Minyonlar’ın, kötülükleriyle nam salan Vicious 6 ekibine girmeye çalışan Gru’ya yardım etmelerine tanık oluyoruz. Yönetmen üçlüsü; Kyle Balda, Brad Ableson ve Jonathan del Val.
Romantik dram ‘I Met a Girl / Bir Kızla Tanıştım’, tanıştığı gibi aşık olduğu Lucy’yi bulabilmek için onun peşinden Avustralya’ya giden müzisyen Devon’ın duygu yüklü öyküsü! Luke Eve’in yönettiği yapımda başlıca rolleri Brenton Thwaites, Lily Sullivan ve Joel Jackson üstleniyorlar.
Umut Ertek imzalı romantik dram ‘Aşkın Gönül Yazısı’nın oyuncu kadrosunda Melis Tüzüngüç, Sebahat Kumaş, Hüseyin Elmalıpınar ve Güntuğ Yardımcı yer alıyorlar. Hollanda’dan gelen Tunç, çocukluğundan beri tanıdığı Necmi abisinin yanına uğrar. Orada çalışmakta olan Gönül’le tanışır. Gönül önce dirense de Tunç’un samimiyetine güvenerek karşılık verir ve aşık olur ancak Tunç’un Gönül’den gizlediği büyük bir sır vardır.
‘Kahran’, yönetmenliğini Ahmet Yaşar Gümüş’ün üstlendiği bir yerli korku denemesi. Ücra bir Anadolu kasabasına giden Mert’in başından geçen ürkütücü olaylar ve intikam arayışındaki Kahran cinleri! Emre Kümük, Hilal Yazıcı, Berfin Özmeral ve Yakup Sevda oyuncu kadrosundaki isimler.
Emre Pala’nın yönettiği haftanın bir diğer yerli korku-gerilim örneği ‘Zir-i Cin’, İstanbul’a dönüş yolunda ilgilerini çeken bir köye uğrayan gazeteci Defne ve arkadaşlarının burada yaşadıkları dehşet yüklü anlar… Başlıca rolleri paylaşan isimlerse; Defne Çoban, Ogan Şenyolcu, Mohamad Ahmad ve Aleyna Sude Kahraman.
‘Evlat Olsa Sevilmez’, Cüneyt İnay’ın yazıp yönettiği bir komedi! Ölümcül bir hastalığa yakalanan annesinin son isteği olarak evlenmesini salık verdiği vurdumduymaz Samet’in evlilik arayışı! Başrolü üstlenen Zekeriya Akman’a eşlik eden isimler; Günay Karacaoğlu ve Sadi Celil Cengiz!
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!
TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl önceye, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (1 Temmuz 2011)
Bu hafta vizyona ‘merhaba’ diyen bütün filmler, notlarımız arasında. Berlin galibi şahane İran filmi ‘Bir Ayrılık’ ve Guillermo del Toro’nun yapımcı olarak ‘dokunduğu’ İspanyol yapımı korku gerilim ‘Julia’nın Gözleri’ haftanın öne çıkan isimleri. Evvelki yıl Cannes’den ‘Jüri Büyük Ödülü’ ile dönen ‘Tanrılar ve İnsanlar’ tartışmaya açık ama ‘son derece özel’ bir film. Fransızlar, romantik komedide sınıfta kalır tezini doğrulayan ‘Aşka Şans Ver’ ile Hollanda usulü korku denemesi ‘Dehşetin Gözleri’ beş filmlik haftanın diğer seçenekleri… Film çıkışı, sokaklara yeniden adım atan, daha fazla gelişmiş başka bir canlıya, ‘sinemadan çıkmış insan’a dönüşmeye gayret edin diyerek, iyi seyirleri ekleyelim.
BİR AYRILIK
Başka bir şey bu film. Her dinleyişte yüreği kanatan o türkü gibi; ‘bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm’… Asghar Farhadi’nin Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan filmi, onca yoksunluk, imkânsızlık, yoksulluk, çıkışsızlık arasından seslenirken, Behrengi’nin satırlarını getiriyor akla. Onlar gibi güçlü. İran yapımı, sınıf, adalet, inanç, vicdan, sevgi temalarını, belgeseli andıran çırılçıplak bir gerçeklik ve doğallıkta yansıtıyor perdeye. Nadir, Simin ve tek kızları Termeh… Dünyanın hemen her köşesinde yaşanabilecek bir ayrılığın İran’daki tablosu, yaşanan toplumsal gerçekliğin de resmi olmuş. İnanç, adalet arayışı, doğru olanı yapmak adına verilen savaş, ahlak, sınıfsal durumlar, yalan, gerçek, fedakârlık ve son tahlilde insanlık… Verilmesi neredeyse imkânsız bir kararı, izleyicinin iç sesine bırakan enfes final. Zaten ta başından belli olan sonuçların, bir kaderin ötesinde, mecbur kılınmış bir seçimden kaynaklanması. Her şeyin ötesinde, doğru olanı yapabilmek. Gidebilme seçeneğine karşılık kalmanın ahlaki zorunluluğu. İnsanı hiçe sayan yerde insan kalma mecburiyeti. Rahat anlatım, her şeye ‘içerden’ tanıklık eden kamera, gerçeğe bürünmüş unutulmaz oyunculuklar ve sarıp sarmalayan o insani atmosfer. (4 / 5)
AŞKA ŞANS VER
Fransız yapımı romantik komedi, türün uzmanı Hollywood muadillerini mumla aratıyor. Çocukluğunda gönül ilişkileri bakımından lanetlendiğine inanan ilişki danışmanı bir adam ile aşık olduğu genç ve güzel tasarımcı kadının öyküsü. Aşık olduğu her kadına uğursuzluk getirdiğine inan adamın öyküsü, bildik formül sinemasının ‘numaralarının’ da gerisinde kalıyor. Oyuncular, mizansenler, durumlar, hemen her şey sevimsiz… Vakti olanlara ve iflah olmaz romantizm tutkunlarına. (1 / 5)
DEHŞETİN GÖZLERİ
Hollanda yapımı, senarist-yönetmeni Elbert van Strien’ın ilk uzun metrajı. Ülkesinde kısa metrajları ve TV filmleriyle tanınan Strien’ın klasik korku sinemasına yakın duran filmi, oldukça temiz bir işçilik içeriyor. Ülke sinemasının temel unsurlarından ‘kuzey ışığı’ gayet iyi kullanılmış. Öykü ve biçim itibariyle, türe yeni bir şey katmayıp, tanıdık klişelerle ilerlese de, sürpriz ters köşesini içinde barındıran yapımın hakları, Hollywood’a satılmış bile. Vasat çizgisinin epey altına düşmekten son düzlükte, klasik hayaletli ev jargonuna bambaşka oluşlar ekleyerek kurtulan korku örneği, bu cesur ve zeki hamlesine rağmen, son tahlilde ‘akılda yer edici olabilmeyi’ başaramıyor. (2 / 5)
TANRILAR VE İNSANLAR
Cannes’de ‘Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi olmuş Xavier Beauvois imzalı Fransız yapımı, kuşku yok tartışmaya, üzerinde uzun uzadıya konuşmaya açık bir film. 1990’larda, Cezayir’de yaşanan olayları fon alan öykünün merkezinde, dağların tepesindeki bir manastırda yaşayan sekiz keşiş var. Yanı başlarındaki köyde bulunan Müslüman halkla iyi ilişkiler içinde yaşayan keşişler, kökten dincilerin artan şiddetiyle birlikte huzursuz olurlar. Ya manastırda kalıp, halka yardımı sürdürecekler ya da manastırı terk edeceklerdir. Bu ikilem içinde keşişler, inançlarını ve varlık nedenlerini gözden geçirirler… Film, kolaylıkla farklı şekillerde algılanabilir. Bir okumayla, ellerindeki tek şey inançları olan, kendilerini tamamen Hristiyanlığa adamış sekiz din adamının, bütün yaşamsal özgürlükleri, en önemlisi kendi yaşamlarını tehdit eden büyük bir tehlike karşısında Tanrı ve insan sevgisi adına verdikleri mücadeledir tanık olduğumuz. İnandıkları yolda dik durmak adına, en iyi bildikleri şeyi yaparlar. Birbirlerine ve inançlarına sığınıp dua ederler. Küçük bir manastırın bütün bir dünya anlamına geldiği dağ tepesindeki izole yerde, gündelik hayatlarını sürdürürler. Bahçeyle, ekip biçtikleri ürünleriyle uğraşırlar. Hastaları tedavi ederler, günlük temel ihtiyaçlarını (yeme, içme, ısınma, barınma) gidermek için uğraş verirler. Kendilerini tehdit eden tehlikeye karşı uzun uzun görüşlerini paylaşırlar. Ya kalacaklardır, ya gidecekler. İçlerindeki sevgi, inanç, güven ve gücün değişimini, dönüşümünü, sonuçta ortak bir paydada buluştuklarını izleriz. Tek silahları olan inanca sığınıp, insan ve tanrı sevgisiyle yoğrulmuş öğretilerine devam kararı alırlar. Çünkü gitmek, ölmektir onlar için. Gayet mütevazi, tamamen basit, sade, her türlü ihtişamdan uzak yemek masalarında, küçük odalarında, yataklarında sadece inandıkları şeye olan bağlılıklarından konuşurlar. Çaykovski’nin insan ruhunun en derininden yükselen notaları eşliğinde, bir ömrü paylaştıkları yemek masalarında birlikte yedikleri son akşam yemeği sırasında ihtiyaçları olan tek şeyin, zaten hep onlarla birlikte olduğunu ayrımsarlar: Huzurun. Birbirlerinin, Tanrının, inançlarının ve eylemlerinin onları mutlu ettiği ve yaşamlarının amacını belirlediği mutlak bir kesinliktir. Diğer bir okumayla –ki asla yargılanamaz bir okuma olur bu- film, yüksek doz bir Hristiyanlık propagandası yapmaktadır. Neredeyse birkaç planda bir karşımıza çıkan ayin sahneleri, başka bir dine olan, üstten bakan ve sıklıkla dile getirildiği için anlamını yitirdiği düşünülen hoşgörü, izlediğimiz filmin çekilmiş değil, sanki çektirilmiş bir sipariş olduğunu da düşündürebilir. Filmi analiz etmek, biraz perdenin içine, dağdaki manastırın odalarına, bahçesine, keşişlerin yemek sofrasına sızabilmekle ilgili sanırım. Onların kim olduğuyla, neden ne niçin orada bulunduklarıyla ilgili. Dünya nimetlerinin hemen hepsini reddedip, sadece inancınızla hareket ederek, yaşamınızı bambaşka bir coğrafyanın bir dağ köyündeki manastıra yerleştirebiliyor ve sınırları belli olan bu yaşamın ritüellerini yerine getirebiliyorsanız, bunu yaparken de kendinize sorduğunuz sorulara verdiğiniz yanıtlar sizi tatmin ediyorsa, en önemlisi, sizin gibi olan dostlarınızla birlikte mütevazi bir sofranın başında huzurla yemek yiyebiliyorsanız bir mesele yok o vakit. Yani, bir bakıma, izlenen bir belgesel her şeyin ötesinde. Kurgulanmış bir öyküden çok daha gerçek bir yorum olarak, öyküleştirilmiş bir belgesel perdede duran. Michael Lonsdale’den, Lambert Wilson’a, Philippe Laudenbach’tan, Olivier Rabourdin’e ve nihayet ‘Amédée’ karakterinde döktüren Jacques Herlin’e dek müthiş usta oyuncu kadrosu, film üzerine dile getirilebilecek olumlu, olumsuz, her şeyi öteleyecek kadar iyi. (3 / 5)
JULIA’NIN GÖZLERİ
Guillermo del Toro ustanın yapımcılığı ve ‘himayesinde’ çekilen İspanyol yapımı korku-gerilim ‘Los ojos de Julia / Julia’nın Gözleri’ne başarılı bir atmosfer egemen. Bazı anlar gerçekten ürkütücü olmayı başaran filmin yönetmeni, 2004 tarihli ilk uzun metrajı ‘El Habitento incierto / The Uninvited Guest’ ile dikkatleri üzerine çeken genç İspanyol Guillem Morales. Kendini asarak intihar eden ikiz kız kardeşinin ölümünü araştıran Julia, kardeşinde de olan ve körlüğe yol açan göz hastalığıyla mücadele etmektedir. Kardeşini öldürdüğünü düşündüğü katilin, kendisinin de peşinde olduğunu fark eder. Görüntü yönetmeni Oscar Faura’nın usta kamerasıyla, başrolü üstlenen Belén Rueda’nın –kendisini özellikle ‘El Orfonato / Yetimhane’ ile tanıyoruz- müthiş performansı filmi baştan sona ilgiyle izletiyor. Filmin genel havasına sinmiş Hitchcock referanslarıyla, ustaya saygılarını sunan yönetmen, öyküsünü tutarlı biçimde anlatmayı başarmış. Buna rağmen, elini belli eden anları, bazı zorlama buluşları ve hikâyede yer alan boşluklarıyla büyük bir fırsat kaçmış. ‘Müthiş’ olabilecek film, uzayan süresi ve gereksiz nüanslarıyla sadece ‘iyi’ olarak nitelenebilir. Usta İspanyol aktör Lluís Homar’ın elli yaşına yaklaşmasına rağmen güzelliği ve çekiciliğinden çok şey yitirmemiş Belén Rueda’ya eşlik ettiğini de not düşelim. Hithcock ustanın 1954 tarihli başyapıtı ‘Rear Window / Arka Pencere’ye selam çakan finali, 1967 yapımı Terence Young filmi ‘Wait Until Dark’ ve 1979 tarihli korku gerilim ‘When a Stranger Calls’a ciddi referanslar yapan öyküsüyle ‘tedirgin edici’ olmayı başaran İspanyol işi, türün müdavimlerini memnun edecek bir yaz sürprizi. (3 / 5)
Vizyonda bu hafta (1 Temmuz 2016)
Yaz ortasındayız. Temmuz’un ilk haftası, yedi yeni filmle merhaba diyor! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
HİTLER’E SUİKAST
8 Kasım 1939’da, ülkesini ve dünyayı bekleyen büyük tehlikeyi çok önceden gören Georg Elser adlı sıradan adam, Hitler’e bir suikast hazırlar. Hitler, olay mahallinden on üç dakika erken ayrılınca, dünya tarihi değişir ve milyonlarca insanın hayatını yitireceği felaket önlenemez. Bildiğimiz tarih yazılır. Georg Elser ve yaşadığı dönemin özelinde Almanya ve dünya tarihine alternatif bir bakış. Nazi Almanyası’nın son günlerini perdeye taşıdığı ‘Der Untergang / Çöküş’ün ardından bir kez daha öznel tarihine bakıyor usta sinemacı Oliver Hirschbeigel. Haneke’nin ‘The White Ribbon / Beyaz Bant’ filminden anımsayacağınız genç Alman aktör Christian Friedel’in başrolü üstlendiği sarsıcı dram, günümüz dünyasının tarihsel dinamiklerine bambaşka ve son derece insancıl bir pencereden bakıyor. Sert ve hüzünlü öyküsüne, naif bir duygusallığı ustalıkla iliştiren Hirschbeigel, sıradan bir insanın ‘sıradan’ olmayan öyküsünü, müthiş bir yalınlık ve izleyiciye ‘çaktırmadan’ emanet ettiği binlerce düşünce balonunu ihmal etmeden çekmeyi başarmış. Ülkemiz galası, 34. İstanbul Film Festivali bünyesinde gerçekleşen tarihi ve biyografik dram, ‘aslında geleceğe yönelik’ kapkara kapanırken; Judith Kaufmann’ın birinci sınıf görüntü yönetmenliği, sağlam atmosfere artı değer katıyor. (3,5 / 5)
MIDNIGHT SPECIAL
Rüştünü, 2011 tarihli ‘Take Shelter / Sığınak’ ile ispatlayan Jeff Nichols, yazıp yönettiği beşinci uzun metrajı ‘Midnight Special’ ile Berlin’de Altın Ayı için yarışmıştı. Meselesi ve bakışı olan yaratıcı sinemacı, bilimkurgu ve macera türünü, incelikli bir dramla yoğurmuş. Ortaya çıkan ürün, Nichols’dan beklenen ‘çarpıcılığa’ mesafeliyse de; nüansları ve tarzı olan bir yapım perdede duran. Roy, doğa ötesi, özel güçleri olan oğlu Alton’u, yakın arkadaşı Lucas’ın yardımıyla bir tarikatın elinden kaçırmayı başarır. Peşlerine devlet yetkilileri de düşünce, amansız bir kaçış başlar. Duygusal bilimkurgu, Spielberg’den Shyamalan sinemasına dek, birçok farklı lezzetle dolu. Nichols’dan beklediğiniz o özel dokunuş, bir parça eksik kalsa da, ilgi ve merakla izlenen bir yol filmi olmuş, ‘öteki’ olana göz kırpan tür kırması yapım. Nichols’un yanından ayırmadığı başucu oyuncusu Michael Shannon’a, Joel Edgerton ve Naomi Watts’ın eşlik ettiği sürükleyen hikayede, Adam Driver, usta aktör Sam Shepard ve gencecik oyuncu Jaeden Lieberher, zengin kadroya özel renkler katıyorlar. Filmin en başarılı ismi ise görüntü yönetmeni Adam Stone. (3 / 5)
Usta sinemacı Steven Spielberg’in yönettiği fantastik aile macerası ‘The BFG’ (The Big Frindly Giant), yeni bir korku-gerilim serisi haline gelen ‘The Purge / Arınma Gecesi’nin üçüncü bölümü olan ‘Arınma Gecesi: Seçim Yılı’, Almanya-Avusturya ortak yapımı animasyon ‘Der Kleine Ritter Trenk / Küçük Şövalye Trenk’ ve iki yerli yapım; Serkan Özaraslan’ın yönettiği dram ‘Babaannem’ ile Alper Mestçi’nin yeni korku denemesi ‘Üç Harfliler 3: Kara Büyü’ , haftanın notlarımızda yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese.
MURAT ERŞAHİN