01 OCAK 2021
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim, Kasım, Aralık ve şimdi Ocak aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2007 ve 2008 yıllarının Ocak ayındayız! O yılların Ocak ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Bu arada bugün 1 Ocak 2021. Yeni yılın ilk günü… Kapkara yıl geride kalsın! Yeni yıl, her şeyden önce hepimize sağlık getirsin. Sağlıkla, neşeyle, huzurla, yepyeni filmlerle…
Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
À bout de souffle / Serseri Aşıklar (Yönetmen: Jean Luc-Godard / 1960)
Jules et Jim / Unutulmayan Sevgili (Yönetmen: François Truffaut / 1962)
La Notte / Gece (Yönetmen: Michelangelo Antonioni / 1961)
Au Hasard Balthazar / Rastgele Balthazar (Yönetmen: Robert Bresson / 1966)
Tystnaden / Sessizlik (Yönetmen: Ingmar Bergman / 1963)
Güncel öneriler
Filmler:
The Midnight Sky (Yönetmen: George Clooney)
Kıyamet sonrası öyküsünü, başrolü de üstlenen George Clooney yönetiyor. Küresel bir felaketin ardından Kuzey Kutbu’nda tek başına yaşayan bir bilim insanı, bir astronot ekibiyle irtibat kurup Dünyaya dönmemeleri için onları uyarmaya çalışır. Felicity Jones, David Oyelowo ve Kyle Chandler diğer önemli rolleri üstleniyorlar.
Woman / Kadın (Yönetmen: Yann Arthus-Bertrand, Anastasia Mikova)
50 farklı ülkeden 2000 kadına kulak veren belgesel, sessizliği kadınlar bozacak diyor! Kadınların tüm dünyada maruz kaldığı adaletsizlikler, kadınların içsel gücü ve karşılaştıkları tüm zorluklara rağmen dünyayı değiştirebilme kapasiteleri. Fransa yapımı belgeselin amacı sadece hak aramak ya da problemlere odaklanmak değil, aynı zamanda çözümler bulmak.
I’m Not Here / Burada Değilim (Yönetmen: Michelle Schumacher)
Steve’in geçmişi peşini bırakmamaktadır. Nasıl bu kadar yalnız ve paramparça hale geldiğini anlamak için geçmişte yaşadığı olayları düşünür. Önemli anılarını kafasında tekrar yaşadıkça, babası gibi kendisini de esir tutan nesil sorunları kavramaya başlar. Acının ötesine geçebilecek ve daha da önemlisi kendini affedebilecek midir? Usta aktör J. K. Simmons başrolde.
Saturday Fiction (Yönetmen: Ye Lou)
Benzersiz yıldız Gong Li, Lou Ye’nin son filminde kendi hayatına yakın bir şekilde, çok ünlü bir Çinli oyuncuyu canlandırıyor. 1941 yılında, Jean Yu, Japon işgali altındaki Şangay’a döner. Amacı eski âşığının sahneye koyduğu bir oyunda rol almak gibi görünse de aslında oyuncu, müttefiklere bilgi sızdıran bir çifte ajandır. ‘Yaz Sarayı’, ‘Bahar Sarhoşu’ ve ‘Gizem’ filmlerinden tanıdığımız Lou Ye’nin Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’ için yarışan son yapımı, yönetmenin kendi çocukluk anılarından esinlendiği, siyah-beyaz çekimleriyle dramatik etkisini iyice artıran, her anı olasılıklarla dolu bir casus-gerilim filmi.
Come to Daddy / Gel Babacığına (Yönetmen: Ant Timpson)
Otuzlu yaşlarında bir adam olan Norval, yıllardır görmediği babası ile yeniden bağlantı kurmak için şehirden uzak bir sahil kasabasına doğru yola koyulur. Norval, kısa sürede babasının aslında düşündüğü gibi bir adam olmadığını keşfedecektir. Kapkara ve edepsiz! Her mideye göre olmayan kara bir mücevher olarak, sürpriz kontenjanından göz kırpan muzır ve yaman öyküde Elijah Wood, Stephen McHattie, Martin Donovan ve Michael Smiley gibi usta isimler rol alıyorlar.
Diziler:
Sweet Home (Yönetmen: Jang Young-woo, Lee Eung-bok)
İnsanlar acımasız canavarlara dönüşerek dehşet saçarken sorunlu bir genç ile komşuları hayatta kalmak ve insanlıklarına tutunmak için mücadele verirler. Güney Kore yapımı fantastik korku, heyecan ve tedirginlik yüklü
Lovecroft Country (Yönetmen: Misha Green)
J. J. Abrams ve Jordan Peele gibi iki hınzır yaratıcının yapımcılığını üstlendikleri fantastik korku serisi, 1950’lerin zorlu Amerika’sında babasını arayan Afro-Amerikalı gencin yaşadığı doğaüstü olayları konu alıyor.)
The Third Day (Yönetmen: Felix Barrett, Dennis Kelly)
Altı bölümden oluşan bir mini dizi esrarengiz bir adaya farklı zamanlarda gelen iki yabancının başından geçenleri konu alıyor. Sürükleyici gizem yüklü gerilimde Jude Law, Emily Watson, Naomie Harris, Paddy Considine gibi yıldızları izleyeceğiz.
Avenue 5 (Yönetmen: Armando Iannucci
Günümüzden kırk yıl sonra uzay turizmi ve evrene yayılan kahkahalar. Bilimkurguya mizah ekleyen zeki dizide, Josh Gad, Hugh Laurie, Zach Woods bizlerle…
A Series of Unfortunate Events / Talihsiz Serüvenler Dizisi (Yönetmen: Barry Sonnenfeld)
Baudelaire yetimleri, kötü kalpli Kont Olaf ve uzun süre gizlenmiş aile sırları. Nefes kesen komedi macera, eseri okumuş ve filmini izlemiş olanlar için daha da keyifli!
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ocak 2007
BORAT
Doğal, komik ve kişilikli
Kazakistanlı gazeteci ve TV habercisi Borat Sagdiyev, yapımcısı Azamat Bagatov ile birlikte, ‘dünyanın en önemli ülkesine’, ABD’ye gönderilirler. Görevleri, Amerikan halkının gündelik yaşamı ve sosyo-kültürel yapısı üzerine bir belgesel çekmek, ‘şanlı Kazakistan milletinin çıkarlarını arttırmak için Amerikan kültürünü incelemektir’. İngiliz komedyen Sacha Baron Cohen’in, ilk kez 2002’de, ‘Ali G Show’ adlı ünlü TV programında yarattığı ‘Borat’ tiplemesi, beyazperdede büyük ses getirdi. Ünlü ‘büyüğümüz’ İnternet Mahir’in ‘Borat, benden esinlenilmiş bir karakterdir’ dediği Kazak gazeteci tiplemesi, Larry Charles’ın yönettiği ABD yapımı filmde, başta ABD olmak üzere neredeyse bütün gezegenle dalgasını geçiyor. Yeni Dünyada, ‘derin Amerika’nın içinde kaybolan iki Kazak adamın trajikomik durumları gerçekten güldürmeyi başarıyor. ABD’nin toplumsal ve kültürel yapısına, Amerikan insanının ruh, bilinç ve ahlak durumuna, çılgın kapitalizmin sıradan insan üzerindeki tahribatına dikkat çeken absürd komedi, ufak bir gülümsemeyi kahkahaya dönüştürecek denli güçlü. ‘Görünürde’ kaba esprilerle güldüren, aslında ince ve zeki bir mizah içeren filmin gösterimi, başta Rusya olmak üzere bazı Ortadoğu ülkelerinde yasaklanmış durumda. Filmin Kazakistan’da sansürsüz gösteriliyor olması, ‘Borat’ın belki de en az Kazakistan’a ‘dokundurmuş’ olmasından kaynaklanıyor. Başlangıçta ‘gayrı insani’ olarak çizilen Kazakistan’ın, ABD dönüşünde, yaşanılacak, insani ve sıcak bir yer olduğunu fark ediyorsunuz. Belki de muhalif Michael Moore belgesellerinden daha sert biçimde eleştiriyor Borat, ABD’yi… Faşizmin sadece devletten değil, sokaktaki adamdan dolup taştığını, ülkenin boyalı yüzünün biraz kazındığında altından çıkan görüntüyü, Amerikan rüyasının kötü bir kabus olduğu gerçeğini oldukça sarsıcı anlatıyor. Korku toplumunun iki yüzlülüğünü, acımasızlığını, nasıl olup da sadece güce tapabildiğini, iki sıradan ve yabancı insanın, ‘öteki’nin gözüyle vurguluyor. Borat’ın aradığı aşk, sevgi ve insanlığı, Pamela Anderson’da değil, yaşı geçmiş, düşmüş, çirkin ve biçimsiz fahişe Luenell’de bulması sürpriz değil. Borat’ın Kazakistan’daki komşusuna, daha iyi bir yaşam yerine, I-Pod dinleten güç ve zihniyetle savaşmak imkansız olsa da, insanlık ve sevginin bunu başarması, umut dahilinde. Borat’ın dostu ve yapımcısı ‘Azamat Bagatov’ rolünü üstlenen Ken Davitian’ın performansı birinci sınıf. Azamat ile Borat’ın öyle bir sahnesi var ki, daha önce izlediğiniz ‘her şeyden’ daha tuhaf, çok komik ve içerdiği olanca ‘sakilliğe’ karşı çok doğal ve saf… Filmin başarısı da burada zaten. Bir TV skecinin bu denli güçlü bir etkileyiciliğe kavuşması hiç kolay bir iş değil. Kişilikli, ne söylediğini bilen, ciddi ve çok komik bir film ‘Borat’. Kolay tüketilebilir gözükmesi sizi aldatmasın.
SON UMUT
Çocuksuz ve umutsuz bir gelecek
‘Büyük Umutlar / Great Expectations’, ‘Ananı da! / Y Tu Mama Tambien’, ‘Harry Potter ve Azkaban Tutsağı / Harry Potter and the Prisoner of Azkaban’ gibi parlak filmlerin Meksikalı yönetmeni Alfonso Cuaron imzalı ‘Son Umut / Children of Men’, Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’ için yarışmış önemli bir yapım. İngiliz yazar P. D. James,’in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan filmin önemi, etkileyici senaryosu, ‘ne dediğini bilen’ anlatımı, kusursuz, kesintisiz plan-sekansları dışında, güçlü oyuncu performansları, Meksikalı büyük usta Emmanuel Lubezki’nin mükemmel görüntü yönetmenliği, titiz sanat yönetimi ve müzik kullanımından da kaynaklanıyor. ‘Dört başı mahmur’ bir iş Curaon’un ki. Bazılarının iddia ettiği gibi sırtını sadece aksiyona dayamıyor film. Teorisi de sağlam. Dünyayı sarmalayan kaos, kıyameti andıran atmosfer, günümüzde yaşanan bütün önemli problemlerin gelip dayandığı son nokta. Adına demokrasi dediğimiz haksızlıklar, zalimlikler, faşizm, güç savaşları, bunlar arasında yitip giden insanlar, ülkeler, insana ait bütün güzellikler ve umutlar. Yok olacak olan, bütün bir gelecek aslında. İnsan… Cuaron’un karanlık ve kasvetli gelecek tablosunun oyuncu performansları da çok önemli. Sürprizli minicik rolünde Julianne Moore çok iyi. Başrolü üstlenen Cliwe Owen, bıkkın, bezmiş, vazgeçmiş hali ve yorgun paltosuyla unutulmaz. Dev aktör Michael Caine ise, 2027 yılında çok az sayıda kalmış ‘gerçek insan’ haliyle, uzun saçlı ‘bilge hippie’ görünümüyle neden bir ‘dev’ olduğunu kanıtlıyor. Usta İskoç Peter Mullan, ‘Faşist domuz Syd’ rolünde filmin önemli bir ayrıntısına dönüşürken, Pam Ferris ve genç oyuncu Claire-Hope Ashitey akıldan çıkması zor isimler olarak hafızalara kazınıyorlar. Altı tam çizilmemiş neden sonuç ilişkileri, belirsiz ve sağlam olmayan teori ‘iddiaları’ yanında, bir ırmak gibi akıp giden bilimkurgu üzeri yoğun dram, izlerken nedense Ludwig Wittgenstein’ın sevdiğim satırlarını anımsattı bana. Filmden eve döndüğümde kütüphanemde tam metni bulduğum kitabında, orijinal adıyla ‘Vermischte Bemerkungen’de, Oruç Aruoba çevirimiyle ‘Yan Değiniler’de, Wittgenstein bakın ne diyor: ‘İnsanlar iyiye doğru götürülemezler; ancak şuraya buraya götürülebilirler. İyi, olgu uzamının dışında yatar.’ Yönetmen Alfonso Cuaron bunun farkında.
ATALARIMIZIN BAYRAKLARI
‘Yüksek sinema’ örneği
Bazı sanat eserleri vardır; onlar üzerine bir şeyler söylemek, bir şeyler yazmak, karalamak çok zor, hatta imkânsızdır. Eser, kendini bütün sözlerin bittiği yerde ifade eder zaten. Gerisi, insanlığa bir armağandır. Sanatın o büyülü dalının, ‘yedinci sanatın’ bazı örnekleri, bir sinema yazarı için büyük önem taşır. Bazı filmler için çok kısa yazılar kaleme alınır. Bazen tek bir sözcük. Sinema ile ilgilendiğim ilk yıllardan bu yana izlediğim çok sayıda filmden sonra, bu örnekleri üçe ayırıyorum: İlkel sinema, iyi sinema ve yüksek sinema. Üzerine kalem oynatmanın zor, belki de gereksiz olduğu bazı yüksek sinema örnekleri, heyecanlandırıyor beni. ‘Her şeyin söylenip tükenmediğine dair’ bir umut doluyor içime. Çocuksu, çıkarsız bir sevinç kaplıyor yüreğimi. Clint Eastwood’un yeni filmi ‘Flags of Our Fathers / Atalarımızın Bayrakları’ yüksek sinemanın önemli örneklerinden biri. İkinci Dünya Savaşı sırasında Pasifik’te, bir Japon adasında; Iwo Jima’dayız. Amerikalı ve Japon askerler arasında kanlı çarpışmalara sahne olan adada, insanlar savaşıyorlar. Genç insanlar. Film, savaşın ne olup olmadığı üzerine içi dolu şeyler söylerken, asıl meselesi olan ‘kahramanlık nedir, ne değildir’i kaşımaya başlıyor. Bir baba-oğul hikâyesine, bir anne yüreğine, bir aileye dokunup, destansı bir dostluk resmi çiziyor. Herhangi bir yere, herhangi bir bayrağın dikilişini göstermek değildir bir fotoğrafı önemli kılan; o dikilirken yaşananlardır. Ne komutanlar, ne ülkeleri, ne düşmanlar, ne zafer, ne yenilgi… O askerler o bayrağı, birbirleri için dikmişlerdir sadece. Her biri, bir diğeri için özel bir kahramandır çünkü. ‘Her asker, bir kahramanın yanında durur’… Kusursuz bir yönetmenlik, William Broyles Jr. ve Paul Haggis’in güçlü uyarlamaları, belirli bir yıldıza sırtını dayamayan oyuncu kadrosu –ki burada; ‘Ira Hayes’ rolünü üstlenen Adam Beach’e özellikle değinmek gerekli. Son yılların en etkileyici performansını sergileyen aktör, bütün övgülerin ötesinde-, şiirsel bir görüntü yönetmenliği ve hemen her şeyiyle yüksek bir sinema. Eastwood, meslektaşları adına çıtayı her filmiyle biraz daha yükseltiyor. İçinde keskin bir otorite-devlet-savaş eleştirisi taşıyan film, yürek parçalayacak derecede duygu dolu. Ama vakur, ağırbaşlı bir duygusallık bu. İncecik bir duygusallık. Bir baba ile oğluna, bir annenin hissiyatına, yaşama ve ölüme, bir ülkenin yitirdiği değerlere, dostluğa ve asla yok olmayacak olan sevgiye bir saygı duruşu. İnsanları farklı koşullarda birbirlerine bağlayan değer, kavram ve oluşları inceleyen bir araştırma ve tespit belki de. Büyük yazar Elias Canetti’nin ‘notlarında’ yer alan 1960 tarihli şu satırlar belki de bu bağı daha net ortaya koyuyor: ‘İnsanları birbirlerine neyin bağladığını gerçekten bilen biri olsaydı, onları ölümden kurtarabilirdi. Yaşamın bilmecesi, aslında toplumsal bir bilmecedir. Ama onun izini süren yok.’… Eastwood, usta bir sinemacı olmasının ötesinde, iyi bir iz sürücü.
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ocak 2008
ŞARK VAATLERİ
Şiddetin tarihçesi yazılmaya devam ediyor.
2005 tarihli ‘A History of Violence / Şiddetin Tarihçesi’ adlı filmiyle şiddet-gizli şiddet, iç hesaplaşma, kabulleniş ve aile olgularını didikleyen sinemanın yaratıcı renklerinden David Cronenberg, yeni filmi ‘Eastern Promises / Şark Vaatleri’nde derin analizine kaldığı yerden devam ediyor. Film, yalnızlık ve imkânsızlıkla örülü bir şiddeti, şiirsel bir dille yansıtıyor beyazperdeye. Cronenberg, mütevazı bir gövde gösterisi sunuyor. Doğu Avrupa kökenli bir aile için şoförlük, korumalık, yarenlik yapan gizemli ve karizmatik Rus Nikolai Luzhin, Londra’nın kasvetli yalnızlığında Anna ile karşılaşır. Doğum yaparken ölen genç bir kızın Rusça yazılmış olan günlüğü Anna’nın elindedir ve Nikolai’nin patronları için bu günlüğün çok büyük önemi vardır. Şiddet, ihanet, sadakat ve kanla yoğrulmuş bir dünyada herkes tek başınadır aslında… Cronenberg’in ‘Şiddetin Tarihçesi’nde de başrolü emanet ettiği Viggo Mortensen’in başı çektiği yıldızlardan oluşan oyuncu kadrosunda Naomi Watts, Vincent Cassel ve usta aktör Armin Mueller-Stahl pırıl pırıl parlıyorlar. Amerikalı Mortensen, Fransız Cassel ve Prusya asıllı Alman oyuncu Mueller-Stahl, ana dilleri gibi Rusça konuşuyorlar filmde. Özellikle Mortensen, Rusya’nın tam ortasında, steplerin egemen olduğu küçük bir kasabadan çıkıp filme girmiş gibi. Dile hâkim olmayıp bu derece mükemmel bir aksanla rol yapmak sadece gerçek ustalara has bir şey olmalı… Film, kıyısından köşesinden Türklerle de bağlantı kuruyor. Sınırları oldukça geniş çizilmiş bir suç coğrafyasından, çarpıcı, gerçek ve sansürsüz bir şiddet izlediğimiz. Sauna/hamamdaki çıplak dövüş sahneleri, Rus-Slav mutfağından leziz yemekler, acımasız suç girişimleri, karanlık ve yalnızlıkla örülmüş netameli bir dünya. Vücutlarındaki dövmeleriyle ‘her günah bir iz bırakır’ deyiverip bir yerinden suça bulaşmış katı insanlar. Acımasız bir şiddetin kol gezdiği dünyada sevgi ve huzur peşinden koşmak kendini kandırmakla eşdeğer bir çaba… Böyle bir yerde insana düşense en çok yalnızlık.
TUYA’NIN EVLİLİĞİ
Tuya olmak, kadın olmak…
Wang Quanan’ın yazıp yönettiği Çin yapımı, Berlin’in büyük ödülü ‘Altın Ayı’yı bileğinin hakkıyla kazanmış, önemli bir film. Çin’e bağlı İç Moğolistan’da geçiyor öykü. Çok zor şartların, sert bir iklimin ve kesin bir yoksulluğun hüküm sürdüğü steplerde olanaksızlıklarla mücadele eden insanlar. Sanayileşmeye yenilen kırsalda, göçe ve yok olmaya zorlanan çobanlar… Kilometrelerce öteden evine su taşıyan, hayvanları otlatan, akla gelebilecek her türlü ağır işi yaparak çocuklarına ve sakat kocasına bakan bir kadın. Kadınlığını unutmuş, bastırmış bir kadın… Kocası, evlerinin yanında bir kuyu açmaya uğraşırken sakat kalmış. Evine bakamıyor, ilgilenemiyor artık… Her şeyi üstlenen kadın, işlerin ağırlığı yüzünden belini sakatlıyor. Bir ömür yatalak olma riski de var. Başka bir erkekle evlenmek zorunda. Çocuklarına, evine ve sakat kocasına bakacak bir erkekle. Çocuklarının babasını, evine bir kuyu açarken sakat kalmış erkeğini ölüme terk etmek niyetinde değil. Tuya’nın şartları bu. Birçok talibi çıkıyor Tuya’nın. Onu seven ve sevdiği biri de… Fakat böyle bir coğrafyada kadın olmak hep ezilmek, hep çalışmak, hep yorulmak, hep üzülmek demek… Kahır demek… Alman görüntü yönetmeni Lutz Reitemeier’in kırsal yaşamı muhteşem ayrıntılarla resmettiği, yalın, mütevazı film, neyi nasıl anlattığını çok iyi biliyor. Ağlayan, kanayan, ezilen insanların sert bir toprakta, alkol, sigara, çorba, tezek ve koyun kokusu içinde mutluluk arayışlarını, umutlarını, sevgilerini ve hayatla mücadelelerini, içerden ve şefkatle öyküleyen film, keşfe fazlasıyla değer bir sorumluluk. Yaşadığımız gezegeni tanımak, farkında olmak ve en azından yaşanan acıları duyumsamak için bir mecburiyet. ‘Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya’ konumundakilerinse Tuya ile tanışmalarında yarar var.
KABADAYI
Olamamış bir film
Mevzubahis sinema olunca her şey ciddileşiyor. ‘İyi bir film’ çekmek gerçekten zor iş. Bir mesele. Senaryosunu Yavuz Turgul’un kaleme aldığı, Ömer Vargı’nın yönettiği ve başrolü Şener Şen’in üstlendiği ‘Kabadayı’, maalesef iyi bir film olamamış. Turgul, Vargı ve Şen gibi üç usta ismin varlığı ve iş birliğine rağmen, sinema filminden çok, bir TV filmi, televizyon dizisi ruhu ve yapısı var filmde. İyi niyetli bir çaba olarak okunsa da, bu denli profesyonel isimlerden beklenmeyecek acemilikler var ortaya çıkan işte. Bazı detaylara ise özen gösterilmiş. Örneğin, 2000’de Zeki Ökten filmi ‘Güle Güle’de çalışmış olan Macar görüntü yönetmeni Ferenc Pap, filmin çoğu yabancı isimlerden oluşmuş ses ekibi, mekân seçimi ve tasarımı gayet iyi. Teknik başarılarına karşın 140 dakikalık uzun süresiyle sinema tadı veremeyen bir öykü var elimizde. İç içe geçen birçok karakter hikâyesi. Dağılmış gitmiş, karikatüre dönüşmüş tipler var karşımızda. Oradan oraya sıçrayan, atmosferi sağlıklı kuramayan, seyirciyi içine almayan, en önemlisi de seyirciye güvenmeden filmin öyküsünü dikte ettiren bir yapı var. İzahlı müzik gibi bir anlatı. Olan bir olayı, söylenen bir sözü tekrarlamak. Seyirciye yeniden söylemek, tekrar anlatmak. Aynen televizyondaki upuzun, bitmek bilmeyen dizi bölümleri gibi… Usta aktör Şener Şen’de tekrara yenik düşmüş. ‘Eşkıya’nın ‘Baran’ı ve ‘Gönül Yarası’nın ‘Nazım öğretmeni’ne çok benziyor ‘Kabadayı’nın ‘Ali Osman’ı. Filmin ticari başarısını sağlamak için, bariz esin kaynaklarına başvurulmuş birde. ‘Godfather’, ‘Once Upon a Time in America’, ‘Scarface’ gibi klasiklerden, ‘Sleepers / Kardeş Gibiydiler’ ve ‘13 / Tzameti’ gibi örneklerden esinlenmeler mevcut filmde. Yetkin teknik özellikleri dışında filmin akılda kalan iyi yönlerinden bir diğeri Kenan İmirzalıoğlu’nun çok iyi performansı ile usta oyuncu Rasim Öztekin ve Ruhi Sarı’nın inandırıcı ve başarılı oyunları. Son tahlilde, tespihi masaya atıp racona göre konuşmak gerekirse; ‘dünyadan kurşunla göçen’ bir film olamamış “Kabadayı”.
CASSANDRA’NIN RÜYASI
Çağdaş bir trajedi
Hayallerinizi gerçek kılabilmek için ne kadar ileri gidebilirsiniz? Sinemanın entelektüel, özgün ve çalışkan yaratıcılarından Woody Allen’ın Avrupa’da çektiği üçüncü filmi ‘Cassandra’nın Rüyası’ bu ‘tagline’a sahip. Allen, İngiltere’nin sosyoekonomik yapısındaki problemleri alt metinlerine yerleştirerek kapkara bir suç filmi çekmiş. Aynı daha önce ‘Match Point / Maç Sayısı’ ve parodi ağırlıklı ‘Scoop’ta yaptığı gibi. ‘Cassandra’nın Rüyası’, ‘Maç Sayısı’ ile yakın akrabalık taşıyor. İki film de, sınıf atlama derdindeki çaresiz karakterler üzerinden öyküsünü anlatıyor. Woody Allen, meselelere o derece hâkim ki… Öncelikle İngiltere’yi, aristokrat anlayışı, işçi sınıfını, lumpen yapıyı en ince ayrıntısına kadar çözmüş. Sonra dünya dertleriyle sarmalamış senaryosunu. Çılgın kapitalizm eleştirisini, insan ruhunun karanlık noktalarıyla buluşturmuş ve kurban olarak seçtiği kahramanları üzerinden bir bir söylemiş söylemek istediklerini. Ahlak denen o önemli olguya bakmış sonra. İnsan yüreğini, zaaflarını, insana dair küçük ayrıntıları yakalamış. Değer yargılarını, tutku ve düşleri. Saplantı ve hırsları. Bir de vicdanı… İskoç Ewan McGregor ve İrlandalı Colin Farrell’ın nüanslı, şahane performanslarla canlandırdıkları iki kardeşin, Ian ve Terry’nin öyküsü, aslında birçoğumuzun hikâyesi kadar gerçek. Sınıf atlamak, çok daha iyi bir hayat yaşamak derdindeler. Servetini ahlaksızlığına borçlu dayılarından gelen cinayet teklifi onları acı dolu bir sona sürüklerken insani değerleri, hesaplaşmaları, ikilemleri ve hırslarıyla yüzleşen iki kardeş, Shakespeare trajedilerini andıran bir kurgu ve finalle noktalıyorlar öykülerini. Önemli görüntü yönetmeni Vilmos Zsigmond’un kamerası ve filmin dramına uygun ölçülü müziğin bestecisi Philip Glass, Woody Allen’ın sağlam metni ve anlatısına büyük destek vermişler. Sinemaya yeni başlamış gibi içten bir arzuyla oynayan iki yıldız ismi, usta aktör Tom Wilkinson ve kadroyu oluşturan diğer iyi oyuncularla yoğurup, tam bir takım çalışması yaratan Allen’ın oyuncu yönetimi, filmin belki de en büyük başarısı. Adını yunan mitolojisinin bir kahramanından alıyor film. Gelecekte olacak kötü şeyleri önceden gören ama kimseyi buna inandıramayan lanetlenmiş ‘Cassandra’ ile aynı adı taşıyan sendrom da, ileri sürüldüğünde başkaları tarafından inanılmayan, sonrasında gerçekleşerek onları şaşırtan kötü ve üzücü olaylar için kullanılan bir terim olarak gündelik dile yerleşmiş. İki kardeş, filmin başlangıcında zar zor satın alıp denize açıldıkları ‘Cassandra’nın Rüyası’ isimli tekneleriyle son yolculuklarına çıkarlarken, insanın sonu gelmez açlığı ve ona yüklenen gereksiz anlamı düşünüyor izleyici oturduğu koltukta… İnsan zavallı bir yaratık, tamam. Ama içinde yaşadığımız dünya ve bizi sarıp sarmalayan o vahşi sistem aslında daha zavallı…
MURAT ERŞAHİN