01 HAZİRAN 2012
Evet… Her şeyden önce çok üzgünüz. Mesleğin parmakla gösterilen bir duayenini, derneğimizin; SİYAD’ın onursal bir üyesini yitirdik bu hafta. Ağabeyimiz Rekin Teksoy’u… Bütün içi dolu değerlerin, yerlerini içi boş önemsizliklere bıraktığı günümüzde çok önemli bir kayıp oldu Rekin Teksoy. Ustamızı her daim saygıyla anacağız. Geride bıraktığı müthiş eserler, entelektüel birikimi ve aydınlık, sağlam kişiliği; yolumuzu aydınlatmaya devam edecek. Işıklar içinde uyuyun Rekin Ağabey!
Bu haftanın bütün yenileri notlarımız arasında! Ridley Scott’un çok uzun zamandır merakla beklenen filmi “Prometheus”a, farklı renklerin eşlik ettiği hafta; sinemaseverler için bir festivale dönüşecek! Yazın ilk haftası ‘sıkı’ ve ‘hızlı’ başladı sinema adına. Darısı, diğer haftalara! Tekrar etmeye gerek var mı bilemiyorum ama biz yine hatırlatalım mottomuzu: ‘İçinizdeki sinemadan çıkmış insana iyi bakın. Çünkü sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu.’ Herkese iyi seyirler!
PROMETHEUS
1979’da “Alien / Yaratık” ile bilimkurguya korkuyu aşılayan tür kırmasında öncü görevi görüp, benzerlerine güvenli bir yol açan Ridley Scott, merakla beklenen yeni filmi “Prometheus”da, ‘Alien’ efsanesinin başlangıcına dönüp bakarken, insanoğlunun kökenine doğru, aksiyon ve gerilimi ihmal etmeden sürükleyici bir yolculuğa çağırıyor izleyicisini. Salon aydınlanınca, perdedeki ‘Prequel’den geriye, belli bir tatmin duygusu kalıyor ama beklentileri çok yüksekte tutanlar, orijinal bir katkı eklenmediğini öne sürüyorlar türe. Ridley Scott ustanın elinin değdiği belli olan doku, sıkı oyuncu kadrosu ve kusursuz görsel yapıyla birleşince, yapıma seyir zevki konusunda bir eleştiri getirmek güç. ‘Ejderha Dövmeli Kız’ olarak zihnimize kazılan İsveçli aktris Noomi Rapace’in canlandırdığı ‘Elizabeth Shaw’ karakteri, güçlü bir kadın kahraman olarak “Alien”ın ‘Ripley’i ile örtüşüyor. Hemen her rolü oynayabilecek, karizmatik aktör Michael Fassbender, Charlize Theron, Idris Elba ve ağır makyaj altında Guy Pearce, kadronun öne çıkan diğer isimlerini oluşturuyorlar. 2090 yıllarında Prometheus adlı araştırma gemisi, insanoğlunun köklerine uzanacak bir keşif için uzay boşluğundadır. Ama evrenin en karanlık köşesindeki bilinmeyene yaklaştıkça ortaya çıkan vahşi gizem, mürettebatı eski bir efsanenin kökenine götürecektir. Son tahlilde, bir Ridley Scott filmi var karşımızda! Kayıtsız kalmak imkân dışı!
PAMUK PRENSES VE AVCI
Grimm kardeşlerin ünlü masalı yeni uyarlamasıyla karşımızda. Pahalı prodüksiyon, özellikle biçimi ve bilgisayar katkılı efektleriyle öne çıkıyor. Serbest bir uyarlama izliyoruz bu kez perdede. Reklam yönetmeni olarak ün yapan Rupert Sanders’in ilk sinema deneyimi, ünlü masal kahramanı Pamuk Prensesi, naif bir karakter olmaktan çıkarıp, bir aksiyon figürü haline getiriyor. Hollywood’un son dönem taktik ve buluşlarından bir yenisi de bu: Masal kahramanlarını, yeni neslin yeni aksiyon kahramanlarına dönüştürmek. Çocukluk anılarını, edebiyatı, son tahlilde masumiyeti yok eden bir yönü var bu işin. Etik olarak, tuhaf geliyor insana. Üzerlerinde fazla oynanmış masal ve masal kahramanları, şiddet öğesi yüksek bir seyirliğe alet oluyorlar gibi. Bunlar işin eksileri. Artılarına gelirsek, yapım tasarımı; ve yönetmenlik becerisi oldukça iyi bir film duruyor perdede. Bir ilk film gibi değil. Harcanan para, teknik anlamda karşılığını bulmuş. Pamuk Prenses’i, “Alacakaranlık / Twilight” ile yıldızlaşan Kirsten Stewart canlandırıyor. Kötü kalpli üvey anne ise Charlize Theron ile vücut buluyor. Filmde, ünlü masalın ana kahramanlarından yedi cücelerin pabucunu dama atıp, daha fazla rol kapan ‘avcı’ rolünde ise “Thor” ve “The Avengers” la tanıdığımız Chris Hemsworth var. Yedi cücelerin hiçbiri cüce değil. Aksine ‘dev’ aktörler! Bilgisayar katkısıyla birer cüce olarak karşımıza çıkan isimler birbirinden ünlü: Bon Hoskins, Ian McShane, Ray Winstone, Eddie Marsan, Tony Jones ve Nick Frost… Masalı farklı bir hale sokup, ‘Yüzüklerin Efendisi’ tadında, tempolu bir fantastik avantür yaratılmaya çalışılmış. Bu gayret, içerik anlamında sınıfı geçemiyor ama perdeye yansıyan zengin görsellik ve filmin dokusu ‘olmuş’! İzlenen, hoşça vakit durumunu aşıp, belirli bir tatmin yaratıyor bünyede! Adı, “Pamuk Prenses ve Avcı” olan bir film, eğer malum bildik hikâyeyi işliyorsa; daha fazla ne beklenebilir ki? Kötü değil yani!
ARAMIZDA BEBEK VAR
Sinemaseverlerle ilkin, 31. İstanbul Film Festivali’nin ‘Antidepresan’ bölümünde buluşan Fransız yapımı, sıcak bir romantik komedi. Otobiyografik bir romandan uyarlanan “Aramızda Bebek Var / Un heureux événement”, Rémi Bezançon’un üçüncü uzun metrajı. Birbirlerine delice aşık çift, bebek sahibi olacaklarını öğrendiklerinde kendilerini nelerin beklediklerini kestiremezler. Özellikle anne olmakla baş etmek son derece güçtür… Hamilelik, doğum, sonrası, annelik, babalık, aşk, tabular, detaylar ve ilişkinin istediği çaba. Aşkın nerede bitip, nerede başladığı. Annelik ve babalık, şefkat, değişen his dünyaları, özetle büyümek… Başrollerini güzel aktris Louise Bourgoin ve Pio Marmaï’nin paylaştıkları romantik komedide, genç oyunculara usta aktris-yönetmen Josiane Balasko eşlik ediyor. Mizahla at başı ilerleyen, bir süre sonra daha ağır basan ince bir hüzünle sarmalanan film, hayatın gücü ve olanca sadeliği üzerine samimi çıkarımlar yapıyor. İzlenebilir.
ARIZA AŞK
İlginç bir teşebbüs her şeyden önce… Bağımsız ve federe yapım, özünde bir aşk ve dostluk öyküsü. Epey duygusal. Hiçlik ve boşluk üzerine uzmanlaşmış genç insanlar. Alkol, uyuşturucu ve anlık hezeyanlar etrafında dönen bir hayat. Distopik bir fantezi perdedeki film. Romantik ve öfkeli bir dünyanın sonu hikâyesi. Kıyamet ufukta diyen iki sıkı dost; Woodraw ve Aiden. Ütopik ‘çete’leri ‘Mother Medusa’nın hükmedeceği günü bekliyorlar. Lav silahları, çeşitli patlayıcılar üzerine çalışıyorlar. Silahların güçlerini test ediyorlar. Havalı bir araba üstüne de kafa yoruyorlar. “Mad Max” vari durumlar. Çok sevdikleri, hatta taptıkları bir film “Mad Max”. Dışardaki dünyanın da pek bir farkı yok kült filmlerinde çizilenden. Sonra, Woodraw, ‘seni üzebilirim’ diyen serseri sarışın Milly’ye aşık oluyor. Ardından üçüncü şahıslar ve insan zavallılığı… Grindhouse renk paleti, kirletilmiş lensler, yaratılmış odak sorunu! Hepsini, Eric Glodell tasarlamış. Projenin her şeyi o. Yazan, yöneten, kurgulayan, oynayan… Tamamen otobiyografik sanki film. Fonda, derin Amerika. Bir ülkenin, bir grup insanın, sosyo-ekonomik tablonun, yoksunluğun, yanlızlığın göbeğinde sert ama gerçek bir varolabilme romantizmi. Soundtrack etkili. ‘Milly’ karakterinde acayip gerçek Jessie Wiseman. Kırılgan bir öfkesi var filmin. Kontrolsüz, yaralı, ürkek, kızgın! Fakat isyandan, emekten, devrimden yana geniş bir boşluk kalıyor geriye. Aşk ve dostluk; bütün bu kavramlar eksikken oldukça yavan çünkü. Yerel dertler bir noktaya kadar değer kazanıyor. “Easy Rider” dönemi değil yaşanan besbelli. Neo liberal çılgınlığın, tavana vurmuş yabancılaşmanın insanı tahrip edici sonuçlarını resmediyor sanki “Bellflower”. Son tahlilde, dikkat çekici!
MURAT ERŞAHİN