'O SES: İNSANLIK'
Kolombiya topraklarında İskoç bir botanikçi... Jessica, kız kardeşi Karen’ın tanım koymakta zorlanılan rahatsızlığı dolayısıyla Bogotá’dadır. Derken tuhaf bir patlama sesi duyar. Nedenini ve kaynağını bilemez ama artık bu onun için en büyük merak unsurudur. Karen ve eşi Juan’la buluştukları yemekte ses tekrarlar, lakin bu sonik tınılar içeren patlamayı sadece kendisinin duyduğuna ikna olur; çünkü lokantadaki herkes hayatın normal akışı içinde hareket etmektedir.
‘O ses: İnsanlık’
Merakı daha da artmıştır ve Juan’ın öğrencilerinden Hernán’ın ses stüdyosuna giderek sesin orada yeniden üretilmesi için yardım ister. Jessica patlamayı, denizin içindeki bir metal duvara çarpan beton kürenin çıkardığı bir ses olarak tanımlar. Belli zaman sonra tekrar Hernán’ın stüdyosuna gittiğinde orada öyle biri olmadığını söylerler... Öte yandan bir botanikçi olarak orkidelerini tehdit eden mantarları araştırmaya koyulur. Bu esnada tanıştığı profesör onu 6 bin yıllık bir iskeletin incelenmesine davet eder. Merakı kırsala yönlenmesine neden olacak, sığ bir derenin kenarında, yemek için önündeki balıkları temizlemeye çalışan bir adama rastlayacaktır. Tıpkı ses stüdyosundaki kişi gibi adı Hernán olan bu yöre insanı, bilgece yaklaşımlarıyla Jessica’yı az zamanda çok derin sulara çekecektir...
Apichatpong Weerasethakul, filmografisindeki birçok yapıta rağmen sadece ‘Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor’unu (Loong Boonmee raleuk chat) seyrettiğim ve bu film dolayısıyla kendime yakın hissetmediğim bir sinemacı(ydı). Yukarıda konusunu özetlediğim son yapıtı ‘Memoria’ ise bence dertler bakımından belki aynı ama anlatımıyla insanı çarptıkça çarpan bir çalışma. İlk kez ülkesi Tayland’dan uzakta bir coğrafyada, yine ilk kez uluslararası bir yıldızla (Jessica’da Tilda Swinton’ı izliyoruz) çektiği bu yapım, zamanın akışına, insanın varoluşuna, zihinsel köklerine, arayışlarına, anılarına, belleğin birikimine ve modern çağların kaygan zemini üzerindeki gelgitlerine dair görselliğin eşlik ettiği psikolojik bir yolculuk olmuş... Jessica’nın sadece kendisinin duyup duymadığı konusunda endişe yaşadığı o ses bir bireyin mi
yoksa toplumsal bir hafızanın, vicdanın ya da tepkinin yansıması mıdır; film bence asıl olarak bu tür hatırlatmaların ve dertlerin peşinde.
Bu tür metaforik hassasiyetleri olan öyküler (ve de yönetmenler), daldıkları girdaplara seyirciyi de çeker ama çoğu kez vardıkları noktadan geri dönemezler ve adeta izleyeni de kafası karışık bir şekilde bırakarak çekip giderler. Oysa Weerasethakul’un ‘Memoria’sı genel olarak bir terapi seansı ya da sinemasal bir meditasyon tadında. Filmin açıklanamayan yanları bile kendini kaptıran seyirciye huzur veriyor adeta.
Hayatın hikâyeleri yeter!
Tilda Swinton’ın; endişelerini derinlemesine yansıtan ve merakının peşinde sürüklenen Jessica’da çok başarılı bir performans sergilediği filmin bence iki can alıcı bölümü var; biri ses stüdyosunda patlamayı yeniden yaratma çabası, diğeri de yaşlı Hernán’la söyleştiği kısım. Yörenin yerlisi konumundaki bu ‘halk bilgesi’, gündelik akışın gürültücü yanına dikkat çekerken hayatın kendi içinde birçok hikâye barındırdığını ve bu yüzden TV ve film izlemediğini, ömrü boyunca da doğup büyüdüğü yerden ayrılmadığını çünkü bu yolla hafızasına sahip çıktığını söylüyor.
Sonuç itibariyle geçen yıl Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü İsrailli yönetmen Nadav Lapid’in ‘Ha’berech’iyle paylaşan ‘Memoria’ bence muhteşem bir ruhsal yolculuk. Uhrevi dertlerin bu denli ustalıkla anlatıldığı filmlere hasretseniz ya da bu tür konular ilginizi çekiyorsa kesinlikle kaçırmayın derim.
UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/12.03.2022)