KLASİKTEN ŞAŞMA!
Yeni filmlerle buluşma şansımızın olmadığı şu tuhaf günlerde bazen rotayı sinemanın klasik eserlerine, usta yönetmenlere çevirmek gerekiyor. William Wyler’ın Henry James’in “Washington Square” romanından uyarlama “The Heiress / Miras”ını izlemek de bugünlere rastladı.
Aslında ikinci kez izledim, fakat hafızam ya da hard diskim o kadar dolmuş ki, önce hiç izlemediğim yeni bir filmle karşılaştığımı sandım. Peki filmi izlediğimi nereden yakaladım, Morris’i canlandıran Montgomery Clift’in piyanoda çalıp söylediği “Plaisirs d’amour”u duyunca. Çünkü ilk seferde de, şarkının daha sonra şahsen en güzel yorumunun Elvis Presley’ye ait olduğunu düşündüğüm “I Can’t Help Falling In Love”a dönüştüğünü keşfetmiştim. Ne diyelim, hafızamız da bir başka tuhaf mekanizmamız…
Yaşamını halihazırda Paris’te sürdüren 1916 doğumlu Olivia de Havilland’a ikinci kez Oskar heykelciğini kazandıran Catherine Sloper karakteri, bu kez asla unutmayacağım biçimde aklıma kazındı diyebilirim. Varlıklı doktor babası (Ralph Richardson) ile New York’un muteber mahallelerinden birinde şık bir evde yaşayan Catherine günlerini nakış işleyerek geçiren, evlenme çağını geride bırakmak üzere, yaşlı bir genç kız. Kızın sarsak, heyecanlı, içe kapalı, utangaç karakterinin en büyük nedeniyse onu sürekli ölmüş annesinin güzelliği ve yetenekleriyle kıyaslayıp bir tür duygusal şiddet uygulayan babası. Catherine’in halinden anladığı şüpheli, yas elbisesi giymesine rağmen partilerde bolca dans edip eğlenen halası Lavinia (Miriam Hopkins) ve babasıyla günleri biteviye geçen Catherine’in hayatı Morris Townsend (Montgomery Clift) ile tanıştığında değişmeye başlıyor. Birkaç günlük tanıdıklığın üstüne, belli bir serveti Avrupa’da harcayıp dönmüş, işsiz ve film süresince anlayacağımız üzere gözünü aslında Catherine’in parasına dikmiş Morris, bu yaşlı kızı kendine aşık etmeyi başarıyor ve evlenmek istiyor. Doktor Sloper ise bu aniden ortaya çıkan aşık gencin samimiyetine katiyen güvenmiyor. Üstelik bu şüphelerini kızının özgüvenini sarsacak şekilde dile getirmekten de çekinmiyor.
Henry James 19.yüzyıl sonu-20.yüzyıl başı Amerikan toplum yapısının çok sıkı gözlemlere dayanarak işlediği romanlarından “Washington Square”da Catherine karakteriyle bir kadının uyanışını, yaşamının dizginlerini eline alışını anlatmış ve romanın William Wyler gibi bir isim tarafından perdeye aktarılması eserin şansına dönüşmüş. Catherine’in babası ve Morris arasında kalışı ve iki erkeğin sevgisizliğinden, koyduğu sert ve dönülmez tavırla kurtuluşu unutulacak gibi değil.
“Miras”tan hemen önce izlediğim “Swallow / Saplantı” ise zengin bir aileye gelin giden ve sınıf atladığına dair eşinin anne ve babasının baskısına maruz kalan genç bir kadının hikayesini tuhaf şeyleri mideye atıverme hastalığı üzerinden anlatan bir ilk film. Kızımız kurtuluyor, özgürleşiyor, hayatını midesine tuhaf şeyler yollayarak kontrol etme dürtüsünü yeniyor, stilize bir görselliği var ama acaba Catherine Sloper gibi ruhumuza yerleşecek mi? Zaman gösterecek.
EBRU ÇELİKTUĞ