Konuk Yazar

BU GEMİ NEREYE, NEREYE GİDER ?

04 Mayıs 2019 Cumartesi 20:05
BU GEMİ NEREYE, NEREYE GİDER ?

George Méliès’in 1902 tarihli, ‘kendisi için küçük ama insanlık için büyük’ (!) şaheseri ‘Ay’a Seyahat’ üzerinden bir başlangıç noktası çizilirse, bilimkurgu sinemanın en eski türlerinden biridir... Aradan geçen onca yıl içinde insanlık Yuri Gagarin, Neil Amstrong, Buzz Aldrin gibi isimlerden çok daha önce sinema vasıtasıyla uzaya açılmıştır. Bugün itibariyle de geriye dönüp şöyle bir baktığımızda bu upuzun yolda birçok örnek içinde Kubrick’in ‘2001: A Space Odyssey’i (1968), Tarkovsky’nin ‘Solaris’i (1971) ve Scott’ın ‘Alien’ı (1979) gibi aşılması zor başyapıtların fazlasıyla öne çıktığını görüyoruz...

‘Penrose Süreçleri’ ve kara delikler...

Haftanın yenilerinden ‘High Life’, benzer güzergâhta ilerlerken farklı limanlara uğramaya çalışan bir bilimkurgu örneği... Sevdiğimiz yönetmenlerden Claire Denis imzalı yapım, bir bilimsel deneyin parçası olarak uzaya gönderilmiş bir grup insanın yaşadıklarına odaklanıyor. Zamanla bu grup üyelerinin idam ya da müebbet cezası almış suçlular olduklarını ve dönüşü olmayan bir yolda denek kabilinden kullanıldıklarını anlıyoruz... Roger Penrose adlı bir bilim insanının öne sürdüğü ve ‘Penrose Süreçleri’ olarak adlandırılan, kara deliklerden kimi olasılıklar dahilinde enerji üretilmesi teorisinin ne denli gerçek olduğunun araştırılması yönünde kullanılan bu topluluk, yolculuk boyunca elbette boş durmaz ve insan denen yaratığın doğasında bulunan şiddet, seks, arzu, şefkat vs. kimi özellikleri sahaya sürer.

Suçluların ıssız bir adaya sürülmesi ve orada yok edilmesi... Malum, insanlık tarihi göz önüne alındığında, kimi çevrelerde zaman zaman öne sürülen faşizan bir yaklaşımdır bu öneri. Monte, Boyse, Tcherny, Chandra, Nansen, Ettore, Mink ve Elektra gibi isimlerden oluşan gemi üyeleri, işte bu tezin uygulamalı ifadeleridir. Onları yönetmesi için tayin edilen Dr. Dibs de eski bir suçludur.       

‘Fuckbox’taki özel gösteri...

Sinema ne zaman kamerayı uzaya tutsa bir parça aksiyonla ilgilenir ama çoğunlukla asıl derdi varoluşsal meselelerdir. Evrenin o sonsuz boşluğunda salınan karakterler “Nereden gelip nereye gidiyoruz”u tartışır ve genellikle bir ‘Yaratıcı’nın varlığını (olumlu ya da olumsuz) sorgular. Bu noktada adeta yönetmenlerin yaşları ve hayatla olan muhasebeleri de zaman zaman filmlerine yansır. Mesela uzay aksiyonlarının en güzeli olan ‘Alien’ın yaratıcısı Ridley Scott, yaşlandıkça kendi yarattığı serüvenin yatağını değiştirdi ve son dönemde eski başyapıtının öncesini ve sonrasını anlatmak için çektiği filmlerde Tarkovsky’vari arayışlara yöneldi. ‘High Life’ın özelliği ise 73 yaşında bir yönetmenin elinden çıkmasına rağmen uhrevi meselelerden çok ‘bilimkurgu sineması’ dahilinde çokça rastlamadığımız dertlere kulak kabartması olsa gerek. Yolculuk uzun, vakit çok, sürekli felsefi mi takılacağız yoksa içgüdülerimizle, doğamızın bize yükledikleriyle mi yüz yüze geleceğiz? Denis’nin tercihi doğamızla ilgilenmek olmuş. Yani kadın-erkek yolculuk yaparken sevişmezsek, üremeyi düşünmezsek olur mu, olmaz elbette! Film ilk olarak İstanbul Film Festivali sırasında izleyiciyle buluştu, benzer bir zaman diliminde de dışarıda gösterime girdi. Yazılıp çizilenlere bakıldığında çoklarınca ‘başyapıt’ ya da ‘kült film’ düzeyinde ele alındı. ‘High Life’ın gelecekte bu denli önemli bir yeri tarif edeceğini sanmıyorum ama gezindiği meseleler itibariyle sinema tarihine özel bir tat katacağı kesin... Özellikle Dr. Dibs’in ‘Fuckbox’ denilen aygıtta adeta özel bir gösteriye dönüşen erotik sekansıyla...

‘High Life’ı festival sırasında izlediğimde henüz dünyadan 53 milyon ışık yılı uzaklıktaki devasa kütleli kara deliğin (‘Supermassive Black Hole’) ilk kez fotoğrafının çekilmesi olayı gerçekleşmemişti. Bu açıdan Claire Denis’nin filmi ‘zamanlaması manidar’ (!) tanımına da giriyor.

‘Willow’ şarkısı müthiş...

Oyunculuklara gelince: Grubun öncüsü konumundaki Monte’te Robert Pattinson’ı izliyoruz. Denis bu rol için ilk olarak Philip Seymour Hoffman’ı düşünmüş ama bu büyük aktörün, teklif götürmeye daha fırsat bulamadan zamansız ölümüyle birlikte başka seçeneklere yönelmiş. Sonuçta, Monte karakteri için çok genç olmasını düşünmesine rağmen izlediği filmler dolayısıyla çok etkilendiği Pattinson’da karar kılmış. Çok da iyi yapmış, genç oyuncu ‘High Life’ta etkileyici bir performans ortaya koyuyor. Filmin adeta yeniden enerji tazelediği bir isim de Juliette Binoche olmuş. Gözbebeğimiz, son dönemde kimi filmlerde de karşımıza çıktı ama galiba en etkileyici izlerini ‘High Life’ta sunuyor...�

Yorick Le Saux’nun enfes kadrajlarının yanı sıra Stuart Staples’in da etkileyici müzik çalışmasından destek alan ‘High Life’, yönetmeninin (‘Se7en Mecmua’nın mayıs sayısında yer alan, Esin Küçüktepepınar’la yaptığı söyleşisinde de) ifade ettiği gibi “Zaman ve mekân duygusuyla oynayan, kara delikler kadar şehvet, arzu, bastırılmış veya tatmin olmayan duygulardan, şefkat ihtiyacımızdan bahseden bir bilimkurgu”. Filmin soundtrack’inde yer alan Tindersticks’in (Robert Pattinson’ın da vokalde yer aldığı) ‘Willow’ şarkısı da muhteşem... UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/04.05.2019)



Diğer Yazılar