BEN KADINLARI SEÇTİM, ONLAR İKTİDARI...
Onca roman, inceleme, yazı, çizi, onca film, onca dizi... Sahi, mafyanın anlatılmadık daha nesi kaldı? Hele hele ‘The Irishman’in tadı, damağımızdaki tazeliğini korurken... Lakin mesele öyle girift, geniş ve kolları o denli büyük ve dağınık ki, gezinilen coğrafya üzerinde atılan her adımın bir değeri, bir yansıması, bir izi oluyor... Nitekim bu haftanın yenilerinden ‘Hain’ (‘Il traditore’), bizi hikâyenin kaynaklarına, İtalya’nın Sicilya-Palermo hattına götürüyor ve son derece çarpıcı ve de gerçekçi bir mafya tasvirine soyunurken görsel anlamda bir tür belgesel vesikaya dönüşüyor...
Marco Bellocchio, 1965 tarihli ilk önemli çıkışı ‘Cepteki Yumruklar’dan (‘I pugni in tasca’) bu yana yönetmenlik serüveni boyunca düzen karşıtı, aykırı ve sert filmlere imza attı. Ülkesinin ideolojik ve sosyolojik dönüşümlerine kulak kabarttı, siyasal duruşunun gerektirdiği bir vicdanın sesi oldu. En son Aldo Moro cinayetini anlattığı ‘Buongiorno, notte’ (2003) büyük ses getirmişti. 80 yaşında çektiği ‘Hain’de ise mafyanın kamuoyu önünde yaşadığı çözülme ve hesaplaşmanın öyküsünü perdeye taşıyor. Filmi itirafçı Tommaso Buscetta’nın gözünden, yaşadıklarından, hayatından alınan kesitlerden okuyoruz...
Hikâye 80’lerde Palermo’da mafya baronlarının aldığı ‘ateşkes’ kararının kutlamaları sırasında başlıyor. Buscetta, bu barışın uzun sürmeyeceğinin farkında ve 20’li yaşlarındaki iki oğlunu geride bırakarak üçüncü karısı, Brezilyalı Maria’yla kendisine yeni bir gelecek çiziyor ve Rio de Janeiro’ya taşınıyor. Burada farklı bir kirli ağın içinde yer edinse ve bir anlamda huzuru bulsa da geçmişi peşini bırakmıyor. Rakip patronlardan Salvatore (Toto) Riina’nın acımasız cinayetleri, en sonunda iki oğlunun da kapısını çalıyor. Ülkesine dönüp intikam alıp almamak kararsızlığını yaşarken Brezilya polisi onu kirli işlerinden dolayı tutukluyor. Peşi sıra devreye İtalyan devleti giriyor ve iadesine karar veriliyor. Buscetta’nın dönüşüyle birlikte de mafyanın ülke tarihinde yeni bir sayfa açılıyor. Savcı Giovanni Falcone yüz yüze görüşmeler sonucu onu itiraflara ve örgütün çökertilmesine dair bilgilendirmeye ikna ediyor. Ve sonrası çorap söküğü gibi geliyor...
‘Hain’ için öncelikle şu tanımı yapmalıyız: Evet mafya, sinema için son derece ilgi çekici bir alandı hep. Kimi filmler bu yapının destanına, işleyiş içindeki karakterlerin ‘Tanrısal’ figürasyonuna soyundu; ‘The Godfather’ gibi epik filmler izledik ve hepimiz de bu yapımları sevdik, kutsadık. Coppola’nın yanı sıra Scorsese de yer yer benzer reflekslerle hareket etti, De Palma bu ikiliden az-biraz ayrıldı ve hasta ruhlarına, iflah olmaz kötülüklerine dikkat çekmeye çalıştı. İtalyan sineması kanadında ise daha gerçekçi çizgilere oturan yapımlar izledik hep. Belki de meselenin kaynağı ve gerçek acı çekeni olmalarıydı bunun nedeni. Uzaklara gitmeye gerek yok; Matteo Garrone’nin ‘Gomorro’sı (2008) ve Claudio Giovannesi’nin ‘Piranhalar’ı (2019) iki taze örnek olarak duruyor. ‘Hain’ ise bu, insan öldürmeyi gündelik rutin haline getirmiş, vefanın ve duygunun pek geçerli olmadığı dünyanın son derece katı gerçekçi resmine soyunuyor. Tommaso Buscetta, “Mafya diye bir şey yok, biz ona ‘Cosa Nostra’ deriz” diye tanımladığı evrenin dönüşünü savcı Falcone’ye anlatırken kendince bir ‘dekadans’ın tarifine de soyunuyor ve suçun giderek evrenselleşmesine ve örgütün sıradan suçlardan geniş uyuşturucu trafiğine el atmasıyla yapının bozulmasına, sözde eski değerlerinin çürümesine dikkat çekiyor. Öte yandan onu ‘itirafçı’, örgütün gözünde de ‘hain’ ya da ‘gammazcı’ yapan unsur da savcının “Mafya yenilmez değil, bir başlangıç varsa sonu da vardır” saptaması oluyor.
Marco Bellocchio, ölçülü biçili bir anlatıma sahip filminde yer yer vites yükselterek kanlı eylemleri perdeye taşıyor, yer yer işin sosyolojik ve psikolojik yanlarına vurgu yapıyor ve ‘Hain’, özellikle mahkeme sahnelerinde zirvesine ulaşıyor. Bu arada Tommaso’nun rakibini deşifre ederken yaptığı “Ben sistem içinde sıradan bir askerdim, kadınları seçtim: onlar ise iktidarı, komuta etmeyi...” vurgusu, filmin ana arterlerinden birini oluşturuyor. Öykü kimi sahnelerde eski başbakan Giulio Andreotti’ye yer vererek meselenin politik ayağına da dikkat çekiyor.
‘Hain’in en can alıcı yanlarından biri de Buscetta rolünde izlediğimiz Pierfrancesco Favino’nun varlığı. İtalyan aktör muhteşem ötesi oynuyor ve karakterinin hayatındaki bütün kıvrımlarına özel anlar ve anlamlar katıyor. Kuşkusuz öykünün onca karakterine hayat veren isimler de (Luigi Lo Cascio, Nicola Cali, Giovanni Calcagno, Fausto Russo Alesi, Bruno Cariello vs.) çok çok başarılı...
Yaklaşık 20 yıllık bir zaman dilimi içinde salınan ve yer yer de sevdiğimiz İtalyan melodileriyle beslenen ‘Hain’, bazı bölümleriyle kara mizaha göz kırpan son derece çarpıcı bir mafya draması. Ülkesinin bu yılki Oscar adayı olan bu yapımı hararetle tavsiye ederim...
Kişisel bir not: Buscetta’nın, ‘Dünya Kupaları tarihi’nin benim için en unutulmaz maçlarından biri olan İtalya-Brezilya (3-2 / İspanya 1982) mücadelesini Rio’da izleme sahnesi, kanımca filmin en çarpıcı bölümlerindendi. UĞUR VARDAN (14.12.2019)