SÖMÜRGECİLİĞİN EVRENSEL TARİHİNDEN
Koca bir imparatorluğun uç kalesi... Yöreye teftiş için giden Albay Joll vahşice yöntemleriyle dengeleri bozar. ‘Barbarlar’ olarak nitelendirdikleri yerli halkın ayaklanma çıkaracağı iddiası üzerine harekete geçer ve var olan barışı zedeler. Bu denklemde kalenin yöneticisi konumundaki Yargıç’ın sakin kişiliği ve akil duruşu da giderek bir probleme dönüşür. Çünkü sistem ‘demir yumruk’tan ve acımasız bir profilden yanadır. Yargıç’ın himayesine aldığı yerli kadın da ona ‘işbirlikçi’ hüviyetinin yüklenmesine neden olacaktır.
Güney Afrikalı yazar John Maxwell Coetzee’nin, yayımlandığı dönem olan 1980’lerde fazlasıyla dikkat çeken romanı ‘Barbarları Beklerken’ (Waiting for the Barbarians), ‘Yılanın Kucağı’ (El Abrazo de la Serpiente) ve ‘Göç Mevsimi’ (Pajaros de Verano) gibi filmleriyle tanınan Kolombiyalı Ciro Guerra tarafından geçen yıl sinemaya uyarlandı.
Senaryosunu yazarının bizatihi kaleme aldığı filmin sırtını dayadığı metin, genel olarak bir metaforlar bütünü. Coetzee romanında gerçek (somut) devlete, yer ve zamanlara bağlı kalmaksızın genel olarak 1970’lerin Güney Afrika’sına, beyaz sömürgeciliğe ve ‘apartheid rejimi’ne göndermelerde bulunuyordu. ‘Barbarları Beklerken’de sistem; bütün sömürgeci, işgalci faşist rejimler gibi ait olmadığı topraklarda hükmünü sürerken ideolojisini dayatır ve el koyduğu hayatlara ‘medenileştirme’ gibi kılıflarla zulme soyunur.
Filmde kolonicilerin ‘barbar’ olarak tanımladıkları yerli halk Moğol oyuncular tarafından canlandırılmış ve kullandıkları dil de Moğolca. Lakin bu öykü seyircisine adeta “Özneleri değiştirin ve istediğiniz sömürgecileri ve işgale uğramış halkları koyun” diyor. Yani Aztekler, İnkalar, Kızılderililer, siyahlar vs. tarihteki yerini almış ya da halihazırda benzer zulmü gören herkesi kaplayan son derece geniş çember var perdede...
İnsanlığın geçmiş ve şimdiki zamandaki günahlarına, çatısı sağlam bir şekilde kurulmuş bir romanın örgüsü eşliğinde yaklaşan filmi ilgi çekici kılan unsurlardan biri de kuşkusuz oyuncu kadrosu. İşgalci sınıfta yer almasına rağmen bir anlamda ‘insanlığın vicdanı ve sesi’ konumundaki Yargıç’ı Mark Rylance canlandırıyor. Sinema için popüler anlamda geç bir keşif olan ve özellikle Spielberg’ün ‘Casuslar Köprüsü’nden bu yana yükselişe geçen 1960 doğumlu İngiliz aktör, karakterine çok ince dokunuşlar katıyor ve özel bir portre sunuyor. Yoksul, kendi halinde köylülerden imparatorluğu yıkmak için hareket eden, bir anlamda ‘teröristler’ yaratan ve işkence yöntemleriyle bütün bu suni sorunları çözeceğini düşünen Albay Joll’de de Johnny Depp inandırıcı bir tablo ortaya koyuyor. Albay Joll’ün mirasını sürdüren ve benzer yöntemlere başvuran genç komutan Mandel’de de Robert Pattinson’ı izliyoruz.
Coetzee’nin romanı kaleme aldığı dönemin önemli figürlerinden biri Steven Biko’ydu. Güney Afrika’daki rejim bu özgürlük savaşçısı eylemciyi yakalamış, işkence uygulamış, nihayetinde kendisi ölü bulunmuştu. Biko polis şiddetinin simgesi haline gelmişti ve yazarın ilham kaynaklarından da biriydi.
İşkenceleri edebiyat yoluyla dillendiriyor
Birçok kaynak ‘Barbarları Beklerken’i Güney Afrika’daki rejimin sistematik işkencelerini edebiyat yoluyla dillendirdiği için Coetzee’nin en güçlü romanı olarak kabul eder. Öte yandan metin daha önce de altını çizdiğimiz gibi yerelden evrensele ve bütün bir insanlık tarihi ayıplarının hatırlanmasına vesile olur. Bence ‘dört mevsim’ şeklinde gelişen film de aynı amaca hizmet ediyor. Nitekim Amerikalı bir sinema yazarı eleştiri yazısında şu ifadeleri kullanmış: “Black lives matter (siyahların yaşamı değerlidir) protestolarına neden olan olaylarla gördüğümüz gibi çoğu zaman barışı korumakla görevli olanlar aslında onu yok etmek için uğraşıyor.”
“Albay Joll ve yardımcısı Mandel’in olmadığı, Yargıç’ların meselelere el koyduğu barışçı bir dünya dileğiyle” türünden naif bir cümle eşliğinde yazıyı sonlandırırken ‘Barbarları Beklerken’i kesinlikle kaçırmayın derim. UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/ 10.10.2020)