Konuk Yazar

ONCA YOKSULLUK VARKEN...

04 Kasım 2019 Pazartesi 07:48
ONCA YOKSULLUK VARKEN...

Pasolini’nin 1968 tarihli yapıtı ‘Teorema’da bir yabancı aniden zengin bir ailenin hayatına dahil oluyor, hepsiyle (anne, baba, oğlu, kız ve hizmetçi) bir şekilde ilişkiye giriyor, sonra da çekip gidiyordu. Daha sonrasında biz seyirciler, o yabancının değiştirdiği düzenin, ev sakinlerinin yaşamında bıraktığı izlerin takibine soyunuyorduk... Söz konusu film, yönetmenin kendisinin de naklettiği üzere burjuvaziye olan nefretinin bir ifadesiydi ve Terence Stamp’in canlandırdığı ‘dışarıdan gelen’in dokunuşuyla, o kusursuz gibi görünen yapı bir güzel dağılıyordu.  

Güney Koreli büyük usta Bong Joon-ho’nun bu yıl Cannes’da ‘Altın Palmiye’ye uzanan son çalışması ‘Parazit’te (‘Gisaengchung’) de benzer bir olay örgüsü var.

Bu kez ‘yabancı’ bir kişi değil; Seul’ün yoksul bölgelerinde yaşayan, modernizmin teknolojik nimetlerinden haberdar ama WhatsApp’a girmek için bile üst komşunun internet sinyalinden yararlanmaya çalışan bir aile (‘Kim’ler).

 

Makûs talihlerini değiştirmek ve hayata tutunabilmek için çeşitli yollara (ucuza pizza kutuları imal etmek gibi) başvuruyorlar ama bu çabaları ‘sürdürülebilir bir çözüm’e dönüşmüyor. Nihayetinde oğulları Ki-woo, bir arkadaşının yerine, kızına ders vermek üzere zengin bir CEO’nun malikânesine adım atıyor.

Delikanlı, sahte bir diplomayla girdiği bu dünyaya sonrasında adım adım ailesini de taşıyor. Ablası Ki-jung sanat eğitmeni kimliğinde, baba Ki-taek de zengin Park ailesinin bir komployla saf dışı bıraktıkları genç şoförü yerine direksiyona geçiyor. Son aşamada ise evin sadık hizmetkârı Moon-gwang yine kimi ayak oyunlarıyla sahne dışına alınıyor, yerine anne Chung-sook sahaya çıkıyor. Ve sonuçta bu alt sınıfın muhteşem dörtlüsü, üst sınıfın hayatındaki dinamikleri ele geçiriyor.

Lakin ev sahiplerinin bir hafta sonu kaçamağında, malikânede burjuvalara layık bir gece geçiren Kim’lerin saadet ve mutluluğu, erken dönüşle birlikte bozuluyor. Bu arada önce evin altındaki labirent ve yaşanan farklı bir hayat modelinin farkına varıyorlar, sonra da kendilerinden önce benzer emelleri olanlarla mücadeleye girişiyorlar...Kapitalizmin açtığı yaralar

‘Cinayet Günlükleri’, ‘Canavar’, ‘Snowpiercer’, ‘Okja’ gibi yapıtlarıyla tanıdığımız Bong Joon-ho, son adımı ‘Parazit’te yine kapitalizmin açtığı, kapanmayan ve bu sistem daim kaldıkça sonsuza kadar kapanmayacak olan meselelere dokunduruyor ve burjuvaziye olan öfkeyi perdeye taşıyor.

Won Han Jin’le birlikte yazdığı senaryo, mükemmel bir çatı üzerine inşa edilmiş. ‘Parazit’ her aşamasında içindeki katları açıyor ve giderek genel bir yelpazede seyrediyor. Park’ların kibirli aile babası Dong-ink, naif ve dış dünyanın sertliğinden uzak karısı Yeon-kyo, iyiliksever ama ‘açın halinden anlamaz tok hayatlarına’ (şehrin fakir ve altyapıdan uzak kesimleri su baskınlarıyla evlerini ve hayatlarını kaybederken onlar düzenleyecekleri partinin derdinde mesela) devam ededursun, ‘alt sınıfın laneti’ kapılarını çalıyor...

‘Hepsi aynı kokuyor!’

Öte yandan filmin, burjuvaziye birbirinden habersiz, farklı kimlikler altında tavsiyelerle sızmış gibi görünen ailenin bağlarına ilişkin en güzel yorumunu Park’ların küçük oğlu Da-song yapıyor ve anne-babasının keşfedemediği bir şeyi yakalıyor: “Hepsi aynı kokuyor!”

Ekonomik durumun yarattığı açmazlar ve aradaki büyüyen makaslar sadece Bong Joon-ho’nun yapıtlarının değil, Uzakdoğu sinemasından uzun bir süredir gelen yapımların ortak teması. Mesela birkaç yıl önce izlediğimiz Park Chan-wook’un ‘Hizmetçi’si (‘Ah-ga-ssi’), geçmişten bir öykü anlatsa da derdi sınıf meselesiydi.

Geçen sezon izlediğimiz Lee Chang-dong’un ‘Şüphe’sinde (‘Beoning’) de manzara aynıydı.

Keza ‘Cannes 2018’de ‘Altın Palmiye’ kazanan Hirokazu Kore-eda’nın ‘Arakçılar’ı (‘Manbiki kazoku’) aynı dertlerden mustaripti...

Aslına bakılırsa ‘Parazit’, belki tema bakımından ‘Teorema’nın izlerini sürüyor ama birinci elden akrabalığı ‘Arakçılar’la da fazla...

‘Parazit’ hem Cannes’da ipi göğüsledi hem de birçok eleştirmenin gönül tahtında en üst sıraya oturdu; Bong Joon-ho’nun yapıtı kimilerine göre bu yılın en iyisi, kimilerine göre de ‘başyapıt’.

Benimse bu alttan alta, ‘Joker’deki “Zenginleri öldürün” çizgisinde gezinen öfkeli filme ilişkin hissiyatım odur ki, yönetmeninin çizgi üstü refleksleri ve senaryosunun olağanüstü matematiğiyle göz kamaştırıcı olmayı seçmiş. Ve dahi, mükemmel olmak için özel olarak çaba sarf edilirken anlatımında teknik fazla ön plana çıkmış; bu da öykünün soğuk, mesafeli ve yer yer hesaplı olmasına yol açmış.

“Peki bunlar problem mi, zaten her film böyle olmak için çabalamaz mı” diyebilirsiniz. Haklısınız ama ben yine de ‘Arakçılar’daki insani ortamı, yine tekniğe dayalı ‘postmodernist Kemalettin Tuğcu ruhu’nu ve gözyaşlarımı esir alan insaniliği ve sıcaklığı daha çok sevmiş, kendime daha yakın hissetmiştim. ‘Arakçılar’ın yoksullarındaki iyi kalplilik burada yok.

Elbette ‘Parazit’ bu açıdan gerçekçi bir film, alt sınıfın gözü döndüğünde (bu arada belirtelim; üst sınıfın her daim dönüktür, ayrım yaptığımız yok yani!) yapacaklarını kestiremezsiniz ama son kertede benim için aynı sularda yüzen bu iki film arasındaki tercihim ‘Arakçılar’dan yanadır.

Aşağıdakiler ve yukarıdakiler

Bu arada ‘Parazit’te karşımıza çıkan modern mimari örneği malikâneyi bir metafor olarak da çok başarılı bulduğumu, evdeki gizli kapıyla açılan zemin altı hayatın da ‘Aşağıdakiler-yukarıdakiler’i çok iyi tarif ettiğini düşünüyorum. Son olarak yönetmenin filmografisi bakımından da hâlâ en iyi filminin belki de sinema tarihinin en mükemmel seri katil öyküsü olan ‘Cinayet Günlükleri’ (‘Salinui chueok’) olduğu kanısındayım. UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/02.11.2019)



Diğer Yazılar