CAHİT BERKAY: 'ÇOCUKLUK, GENÇLİK VE MOĞOLLAR İLK DÖNEMİ'
Yirmi yıl önce, Cahit Berkay'ın yaşamıyla ilgili bir kitap projesi sürdürürken, zamansızlık nedeniyle çalışma yarıda kalmıştı. Geçen bunca yıl Berkay'la ilgili doyurucu bir kitap gelmeyince, elimdeki kayıtları kağıda döküp tarihe not düşmek istedim. İşte Berkay'ın çocukluğu, gençliği ve Moğollar'ın ilk dönemiyle ilgili anlattıkları:
3 Ağustos 1946 Isparta merkez doğumluyum. Nüfusumuz Uluborlu’ya yazılı. Annemle babam kadın terzisi. Annem entari, babam da manto, tayyör dikiyordu. Babam terziliği amcasından öğrenmiş ve daha sonra çıraklık dönemi Isparta, Burdur, Denizli’de, İzmir’de geçmiş. Oralarda tutturamayınca Isparta’ya dönmüş. ve orada annemle tanışmış.
İki kardeşiz, dokuz yaş büyük ablam var, adı Güner. Ablam 16 yaşında evlenince onunla pek birlikte yaşayamadık açıkçası. Eniştem subay olduğu için başka yere gitti.
Birkaç düşükten sonra doğmuşum ben. Çok zayıfmışım; bu nedenle özenle, pamuklar içinde büyütüldüm. Bu nedenle biraz da şımarıktım. İki katlı bir evde otururduk; alt taraf dükkândı büyükçe; adı yoktu; terzi Hacer ve terzi Rıfat olarak tanınırdı bizimkiler. Yazın beni çırak olarak alırlardı yanlarına ama birkaç gün sonra bıkardım, sonra doğru oyuna. Ailem çok üzerime düşmüştür açıkçası. Babam tam Cumhuriyet çocuğudur ve kültüre meraklı biridir. Bu nedenle kendinin yapamadığı şeyleri benim yapmamı arzuladı hep. Örneğin, üniversiteyi okumamı çok istedi. Sırf ben daha iyi okuyayım diye 1959 senesinde Isparta’dan İstanbul’a göç edildi.
Baba tarafından dedemin ömrü savaşlarda geçiyor. Yemen’e gidiyor, dokuz sene haber yok. Öldüğüne inanılıyor ki, çıkıp geliyor. Esir düşmüş meğerse. Zaten hasta dönüyor ve kısa süre sonra da ölüyor. Okuması yazması var ve çiftçi; kuşaklardır da Ispartalı.
Annemin babası ise sütçüydü. Anne tarafımda bir İngiliz kan var ayrıca. Şöyle ki; tam olarak bilemiyorum ama, dedemin dedesi olabilir; Mısır’a devlet görevlisi olarak gidiyor, dönerken bir tane İngiliz esire alıyor, Isparta’ya getiriyor. Ben bunu 38 yaşındayken öğrendim.
Abdullah Cahit
Benim iki ismim var; Abdullah Cahit. Abdullah dedemin ismi, onun için konmuş. Bir de babamın çok saydığı bir hoca varmış; Yesterenli Hoca diye geçer adı. O ‘Bir isim de ben vereyim, oğluna’, demiş. Abdullah Cahit olmuş sonuçta. Ben Abdullah ismini Lise 1’e kadar kullandım; adım Abdullah’tı arkadaşlar arasında. Beni hep Apo’, ‘Apoş’, ‘Apti’, dalga geçmek için ‘Abdül’ filan diye çağırdılar yıllarca. Kulağım alışık yani bunlara. Lisede bir hoca, ‘Abdullah Cahit çok uzun böyle; birinden birini seç, onu kullan’ dedi. Uzun deyince ben de ‘Cahit’i kullanalım hocam o zaman demiştim’.
Bununla ilgili bir anım da var; rahmetli Yener Süsoy, Hürriyet Gazetesi’nde beş gün sürecek bir röportaj yaptı Moğollar’la. Isparta konu olunca, Süleyman Demirel lafı geçti. ‘Hısım olur’ dedim, ‘Çok uzaktan, halamın kızının kocasının kız kardeşi vasıtasıyla’. Dış kapının, dış mandalı gibi ama, Anadolu’da bu tarz şeyler önemlidir. ‘Kendisiyle hiç tanışmadım, görüşmedim şimdiye kadar. Beni tanımadığı için de memnunum’ dedim. Röportaj gazetede yayınlanmaya başladı; bir sonraki gün için anons olarak ‘Moğollar’dan Süleyman Demirel’in akrabası kim ?’ diye yazmışlar.
Sabahleyin Yener Süsoy telefon açtı; ‘Süleyman Demirel aradı, Isparta’ya telefon açmış; Cahit Berkay diye bir akrabası olup olmadığını araştırmış. Yok olduğunu söylemişler. Bir tekzip yollayacakmış.’ dedi. Ben de herkesin beni Abdullah diye bildiğini, bu nedenle tanımamış olabileceklerini, yalan söylemediğimi ve ispatlayabileceğimi söyledim. ‘Tamam o zaman’, dedi. Tekzip yayınlanmadı Hürriyet’te ama bizim röportaj da yayından kalktı.
Hayat kurtaran teneke trampet
İşte bu kadar hatırı sayılı şekilde geniş bir aileyiz ama hiç müzisyen yok; müzikle uğraşmış benden başka birisi yok açıkçası. Meslek olarak ya serbest meslek ya da subay hepsi. Amcam subay mesela. Ben de subaylığın kenarından döndüm bir ara. 1961 yılıydı, Erzincan Askeri Lisesi’ne gitti gidiyordum. Çok meraklıydım askerliğe. Harbiye’den atılan ağabeylerden biri vardı Fındıklı’da. Beni o vazgeçirdi son anda. Şimdi herhalde emekli bir albay olacaktım. Ailedeki müzikle ilgili ilk adım olarak şu anlatılabilir belki; babam İstanbul’da bir keman beğeniyor ve getiriyor Isparta’ya; ama öğrenme, ders alma olanağı yok. Kendi becerisiyle bir şeyler çalmaya başlıyor. Annemi tanıyınca da ona kur yapıyor kemanla. Dediğine göre keman çok işe yarıyor…
İyi hatırlıyorum; babam sürekli İstanbul’a kumaş, malzeme almaya giderdi. Bir keresinde ağız mızıkası getirdi bana. Hayatımda aldığım en değerli hediye odur diyebilirim.
Altı yaşındayken de babam bu kez teneke trampet getirmişti. Ritme çok meraklıydım ve sokağa çıkınca sürekli çalardım. Cumartesi öğleden sonraları askeri bando bayrak merasimi için giderken hiç kaçırmadan yanlarında uygun adım yürüyüp çalardım trampeti. Bir keresinde mahallede duvara dayalı bir motosikleti çekiştirirken üzerime devrilmişti. Boynuma asılı teneke trampet olmasa motosikletin didonu, karnımı delecekti. Bir damla çocuğum daha; ölmekten kurtuldum ama bacağım kalçadan kırıldı ve altı ay tahta üzerinde yattığımı hatırlıyorum. Sağ bacağım alçıdan çıktıktan sonra olağan üstü incelmişti. Bu nedenle annem beni hep kaplıcalara taşıdı tedavi için. Daha sonra tamamıyla iyileştim neyse ki.
Babam bir keresinde de radyo alıp gelmişti. Ankara Radyosu’nu çekiyordu yalnız. Kötü havalarda parazitten dinlenemese de ailece Muzaffer Sarısözen’in programları kaçırılmazdı. Bu arada babamın yeğeni Erdoğan Ağabey gelirdi Semirkent’ten. Ben ona ‘dım dım ağabey’ derdim. Bağlamasıyla dolaşırdı; onun bağlamasını çalmaya çalışırken çok kızardım, kolum yetmezdi, kucağıma sığmazdı; müthiş bir kızgınlığım vardı bağlamaya karşı yani. Bir de radyodan başka düğünlerde müzik dinlenirdi Isparta’da. Ayrıca, Ordu Evi’nde Batı müziği orkestrası çalardı. Ablamın orduevindeki düğününde kendime ilk hedefi koymuştum; ne olursa olsun akordeon çalacaktım. Orada görmüştüm ilk kez akordeonu ve sesine hayran kalmıştım; tılsımlı bir şeydi adeta.
Okula başlayınca mandolin kursuna yazdırdılar hemen. Aslında birinci sınıftan kabul etmiyorlarmış ama kulağım iyi diye almışlardı. Bunun yanında izci takımına da soktular, orada trampet çalmaya başladım. Bir de eve gramofon gelmişti. Misafir odasında dururdu; onun başında çok zaman harcamışımdır. Mesela Makber plağı vardı, sanat müziği plakları vardı; yabancı müzik hiç dinlenmezdi. Radyoda da klasik müziği çıkmaya görsün; tırrtt kapanırdı hemen.
Beşiktaş’tan vaz geçti
Mahallede topu olan çocuk bendim ve bu nedenle aranan adamdım. İyi korner atardım ve yetenekliydim. Fırsat çıksaydı belki iyi bir futbolcu olabilirdim ve de tuttuğum Fenerbahçe gibi büyük bir takımda oynayabilirdim ama, şartlar farklı gelişti.
İlkokul öğretmeni akrabalardan Hasan Bey Amca’nın oğlu Oktay Ağabey ben ilkokul 1’deyken beşinci sınıftaydı. O Fenerbahçeli, ben de Beşiktaşlıyım. Gazete bir gün sonra gelirdi Isparta’ya; hep böyle spor sayfalarında Beşiktaş’ın resimlerine filan bakardım. Ama o yaşta benim idolümdü Oktay Ağabey. Oktay Ağabey ‘Fenerli olacaksın’ deyince Beşiktaş’tan vaz geçtim.
Sokak arasında oynardık. Isparta’da zaten saysan araba sayısı 50’yi geçmez. Kamyonlar var şu bu taşıyan, bir de at arabaları o kadar. Rahatça oynardık. Sabah kahvaltıdan sonra hurra dışarı; akşama kadar sokakta allak bullak ederdik ortalığı. Arada sırada güzel şeyler de yapardık. Karşıda hamamın bahçesi vardı odunla dolu; çam ağaçlarının kabuklarından sandal oyardım. Ailem üzerime çok düşerdi dedim ya; yediğim önümde, yemediğim arkamda. İmkânlar iyi olduğu için hep yeni şeyler giydirirlerdi mesela. Kışın mutlaka her sene yeni bir takım elbise dikilirdi ortaokuldan itibaren. Ama, o kadar haşarıydım ki yıl bitmezdi tek elbiseyle. Ayakkabılar parçalanırdı.
Orta 1’de pul biriktirmeye merak sardım. Hala durur pullarım; serilerim. Bir de haftalık Armağan dergisini biriktirirdim. Gazeteyi tren getirirdi Isparta’ya. Haftada bir gün beklerdim treni. Paketlerle birlikte gazeteciye kadar giderdim; Armağan dergisini alırdım. Tommiks,Teksas da okurdum. Sonra yavaştan bir resim merakım ortaya çıktı; gemiler çizmeye başladım. Ardından dada çocuk aklıyla, gemiler için planlar yaptım; geminin başından su giriyor içeri alt bölüme ulaşıp çarkları döndürüyor ve gemi kendiliğinden hareket ediyor…
Cennet Sineması
Isparta’da iki sinema vardı; Şehir Sineması ile Halk Sineması. Şehir Sineması’nın sahibi öz teyzemin kocası ‘Çakır Enişte’ydi. Antalya’da bir sineması daha vardı. Tabii sinema bedavaydı; ben de tatil günlerinde hep oradaydım. Altı yaşından itibaren film seyrettiğimi hatırlıyorum. Babaannem götürürdü önceleri sinemaya. Ben Orta 1’deyken Çakır Enişte aniden vefat etti. Teyzem de o kadar mal mülkle tek başına ilgilenemeyeceği için Isparta’daki sinemayı kiraya vermeye niyetlendi. Babam aldı işletmesini iki sene boyunca. Dolayısıyla, tatil döneminde sinemada çalıştım, aynı o İtalyan filmi Cennet Sineması’ndaki çocuk gibi. Orada film bağlamasını, kömür değiştirmesini öğrendim. Kapıda bilet kestim, gişede durdum. Yani bir sinemada yapılabilecek ne varsa yaptım. Filmler İzmir’den gelirdi. Burt Lancaster’li Tony Curtis’li bir sirk filmi vardı Trapez diye; onu defalarca izlemiştim. Avare geldiğinde ise ortalık yıkılmıştı. Sonra İstanbul’a göçünce sinema macerası da bitti.
İlkokul 3’teyken İstanbul’a geldik, yine Fındıklı’da Pürtelaş sokakta bir ev kiraladık. O zaman annemler burada iş yapmayı denediler ama, tutturamadılar; benim okulu beklediler. Okul bitince Isparta’ya döndük. 1959’da geldiğimizde ise Isparta’daki evi satmışlardı.
O parayla burada Gümüşsuyu’nda Kolçak Sokak’ta ev aldılar. Sonra annemin astım hastalığı nedeniyle Fındıklı’daki çatı dairesine taşındık. Benim üniversite dönemime denk gelir. Annemin hastalığı zaten benim okulumu hep etkiledi açıkçası. Üzüntü vericiydi çok; tedavi sırasında akrabalarda filan kalıyordum, ağır aksak gitti yani okul.
İhtilal karnesinde bütün notlar 10
Vasattım okulda; anladığım şeyi iyi yapardım da, diğerlerinde orta halli bir gidiş vardı. Orta 3’teyken geldik İstanbul’a. Isparta’daki okul düzeni başka, buradaki başka tabii. Oradaki bütün hocaları tanıyorsun, burada farklı. Fındıklı Ortaokulu’nda birinci dönem bocaladım; Topal Ömer adlı bir öğretmen akrabamız vardı, telafi için ondan ders aldım bir süre. Acayip de dayak yedim ders alırken kafam basmadığı için.
Bereket versin Orta 3’te ‘1960 ihtilali’ oldu. İhtilal coşkusuyla hocalar da bir coştu ki inanmazsınız. Birinci dönem beş tane kırık getirmiştim, dışarıdan derslerle filan işi toparlamıştım ama, yine de bir, iki dersten ikmale kalacaktım. Karne aldık, herkesin baştan aşağı 10. Tembeli, çalışkanı herkes 10’la mezun oldu.
İstanbul’a alışmak pek kolay olmadı açıkçası; mahallede arkadaş olmaya çalıştığım çocuklar önce dalga geçti, köylü diye. En büyük kompleksimdi o. Şivem farklıydı, kelimelerin takıları hep yuvarlanıyordu; yapıyon, ne ediyon, gidiyon, geliyon gibi. Hayli uğraştım değiştirmek için. İçime döndüğüm bir dönemdir bu.
O yaşlarda mahalledeki kızlar paylaşılırdı; o kız senin bu benim gibi. Ama kızların haberi yok tabii. Güya benim olan kıza bir gün gidip merhaba demeye kalkıştım; köşede bekledim. Kızcağız evden çıkıp bakkaldan ekmek alacak ve geri dönecek. Evden çıktı; arkasından gidip ‘Merhaba, seninle konuşabilir miyim’ dedim. Döndü ve ‘Pis eşek kafalı’ diyerek hızla uzaklaştı. Darmadağın olmuştum. Konuşma kompleksinden sonra ikinci şoku da böyle yaşamıştım; tam bir çirkinlik kompleksi anlayacağınız. İlk aşkım da böyle bitivermişti.
Mahallenin Robin Hood’u
Mahallede durum böyleyken okulda arkadaşlık sağlamdı. Ancak çok sıkı bir disiplin vardı okulda, fazla şamata olmazdı. Kabataş Erkek Lisesi’nde okuyorum; Allah rahmet eylesin Tarihçi Selahattin Sel hoca geldi; sınıfa girdi; ‘Herkes 25’er kuruş çıkarsın’ dedi. Para toplandı, mümessile verildi. Makas almaya gönderdi arkadaşı. İki, üç ders geçti. Bir gün ‘Şu sıra tahtaya kalksın’ dedi; arka arkaya oturan sekiz dokuz kişiyi tahtaya aldı.
Bir soru patlattı. Gak guk edenlere ‘beş tane sıfır mı, saç mı? ‘diye sordu. Kimi beş sıfır istedi, kimi saç. Şöyle iki taraftan kesiyor, onu düzeltmek için berbere gidip sıfır numaraya vurdurmaktan başka çare yok. Ertesi gün bana da piyango vurdu. Soruyu hiç unutmam, Mısır’ın üç önemli piramidinin ismini sordu; Keops, Kefren, Mikerinos aklıma gelmedi; beş sıfır yerine saç dedim. Kaptırdık saçı. Yaza kadar çıkar nasılsa büyürdü.
Yazın müthiş bir deniz merakı başlamıştı. Şimdiki Kabataş iskelesinde Adalar’a su taşıyan tankerin yanaştığı iki tane demir duba vardı; orada toplanırdık. Bir keresinde arkadaşlar oradan denize ittiler ve ben can havliyle yüzmeyi öğrendim. Ondan sonra günlerim deniz kenarında geçti.
Yavaş yavaş menzil genişledi; Bebek’e balık tutmaya gitmeye başladık. Sonra para biriktirip zıpkın aldım; ama acayip cahildim bu konuda. Bir gün palet ve zıpkınla daldım; balığın ardından derine kadar indim. Basınçtan, kulak zarım yırtıldı. Doktor çok dikkat etmem gerektiğini söyledi; ben yine suya girmeye devam ettim. Dolmabahçe Camii’nin yanına lağım açılıyordu; orada kurtçuk toplardım, kefal tutardım. Bir yıl palamut akını olmuştu, atıp çekiyoruz böyle. Tenekelerle balık yakalamıştık ve mahalleliye dağıtmıştık. Böyle bir Robin Hood tarafımız da vardı hani.
Aşık Veysel’le aynı trende
Apartman komşumuz ikizler vardı; Almanya bağlantıları olan, ünlü spiker Pertev Tunaseli’nin yeğenleriydi bunlar. Ellerinde bir gitar dolaşırlardı; pek de çalmasını bilmezlerdi. Bir gün kapının önünde aldım gitarı, tıkır tıkır çalmaya başladım. Hayli bozulmuşlardı bizim ikizler. Hemen o gazla eve gidip babamdan gitar istedim. Sınıfı geçersem alacağını söyledi. Lise 2’deyim Kabataş’ta. Sınıfı geçtim bir, iki ikmalle. Gitarı da aldı babam. Ermeni bir hoca tutuldu, kunduracıydı. Başladık ama devam edemedik, ders parası sorun olunca kendi kendime devam ettim. Gitarı elektro yaparak evdeki radyoya taktım. O Isparta’dan İstanbul’a getirilen radyo acayip çilemi çekmiştir açıkçası. Yapmadığımı bırakmadım zavallıya.
Fındıklı’da Tavukuçmaz’ın tam başında yuvarlak bir taş vardı; orada toplanırdı mahalleli gençler. Bir de Laura adlı İngiliz kız gelirdi. O zamanlar Tell Laura, I Love Her diye bir parça çıkmıştı; ben ona o şarkıyı çalardım hep. Şimdiki Fındıklı Mimar Sinan’ın yanındaki okul da kız okuluydu. Kızların çıkış saatini beklerdik; Meclis-i Mebusan’dan yukarı yürürlerdi Cihangir’e doğru. Saçlarım dalgalıydı; limonla düzleştirmeye çalışıp kızlara kendimi beğendirmeye çalışırdım. İlk delikanlı durumları böyleydi. Sigara filan da hep böyle özentiden başlamıştı. Arkadaşları subay enişteme bir karton Amerikan sigarası hediye getirmişlerdi; eniştem de bir paketini babama vermişti. Eve ilk defa Amerikan sigarası girmişti. İçinden bir tane araklayıp çukur bir yerde bizim yeğenlerle içmiştik Fındıklı’da. Orta 2’deydim. Daha sonra tatilde beni Erzincan’daki ablam ve eniştemin yanına gönderdiler trenle. Giderken bir paket Yeni Harman almıştım; kimse olmadan, emanet edilmeden gittim Erzincan’a kadar. Yolda doya doya da sigara içtim. Bu arada, iyi hatırlıyorum, bir yaşlı adamla elinden tutuğu kız çocuğu binmişti trene. Bağlama çaldı trende; insanlar da yardım filan ettiler. Aşık Veysel’di adam; tabii sonradan anladım kim olduğunu.
İlk grup Siyah İnciler
Nazım İnallı diye bir arkadaşım vardı mahallede. Sonra uzun yıllar TRT’de çalıştı Nazım. Bateri çalıyordu o günlerde. Seyhan Karabay’la da tanışmıştık. O da Cihangirli, bizim buradan. Akordeon çalıyordu Seyhan. Sonra Uğur Dikmen’le arkadaşlığımız başladı bir şekilde. Uğur’un evinde prova yapıyorduk. Ekipte Ender, Atilla vardı, Uğur Gürpınar vardı. Ufak ufak bir şeyler çalıyorduk ama, sahneye hiç birlikte çıkmadık. Levent’teki Ender’in evinde toplanıp Cliff Richard, Peppino di Capri parçalarını filan çıkartmaya uğraşıyorduk, fena da değildik hani. Tabii bu durum mahallede ve okulda ciddi bir popülerlik getirmişti bana. Levent’te bizimkilerle Siyah İnciler grubunu kurduk. Başladık yazın düğün salonlarında çalmaya. Siyah kazak, gömlek, siyah pantolon giyerdik. Yaz tatillerinde Beatles gibi kah kül uzatmaya başlamıştık. Okulu ihmal edeceğim diye çok endişeliydi bizimkiler. Mesela düğün salonunda çalacağız; Uğur Dikmen Afyonlu’ydu, hem şehri sayılırdı; gelirdi babamdan izin alırdı benim için. Onun hatırına bir şey demezlerdi. Ama, Siyah İnciler elemanlarının hepsi böyleydi zaten, zar zor izin alınabiliyordu ailelerden. Sadece Uğur Dikmen biraz daha serbestti, gitarla Beyoğlu’nda bir barda çalıyordu sıkça. Bu arada müzik işin içine girince okul biraz aksamaya başlamıştı. Lise son sınıfta gezegenlerin isimlerini kopya çekerken Kör Salih hocaya yakalandım ve sınıfta kaldım direk. Rezil oldum.
Bir sene bekleme döneminde, o kadar boş vakte rağmen bu kez de grupla fazla çalışma durumumuz olamadı aksi gibi. Öyle böyle okulu bitirdim ve Güzel Sanatlar’ın yetenek sınavına girdim. Çizgim iyidir benim. Ders filan almadan girdim sınava direk. Çadır çizin dediler. Kocaman bir padişah otağı çizdim ama, olmadı. Ben de gittim İktisat Fakültesi’ne; devam mecburiyeti olmadığını öğrenince oraya kaydımı yaptırdım. Annem babam çok bozuldu. Doktor filan olmamı istiyorlardı ama ne yapalım, öyle gerekti işte.
Müzikle okulu birlikte götürmeye başladım. Birinci sınıftan ikiye direk geçince, baktım işler yolunda gidiyor, İktisat Fakültesi’nde devam kararı aldım. Ancak sonra işler istediğim gibi yürümedi bir türlü. Üniversiteyi ancak sekiz yılda, en son sınavı vererek bitirebildim ve yedek subay hakkını kazandım. Tabii, aynı anda sahneye filan da çıkınca okul hep ikinci planda kalmıştı ister istemez.
O günlerde Alagözler’de davul çalan Nazım’ın yardımıyla Selçuk Alagöz Orkestrası’na girince 30 liraya Carina marka bir gitar almıştım. Anne babama da mutlaka okulu bitireceğim sözünü verdikten sonra başladım çalışmaya. Alagözler’le önemli işler yaptık diyebilirim; iki kere Altın Mikrofon’a katıldık. 1967’nin Temmuzu’na kadar Selçuk Alagöz’le devam ettim, yövmiye hesabına göre. Gitmediğimiz yer kalmadı. İyi de para kazandım ve Beyoğlu’nda bir mağazada asılı duran Fender gitarı sonunda alabildim bin liraya. Çok paraydı o zamana göre bin lira. Ama hep geçerken böyle durup dakikalarca baktığım bir gitardı. Hep hayal kurardım önünde ve benim oldu neticede. Ne büyük mutluluktu bir bilseniz.
Amfiden beraber ve solo şarkılar
O zaman büyük bir kargaşa vardı;e tür müzik yapıyorsun diye sorsalar kolay cevap veremezdin. Beste filan yok; öyle bir dürtü de yok. Aranjman çalıyor, söylüyordu herkes; ya da Elvis Presley, Cliff Richard, Sylvie Vartan ya da İtalyan şarkıları. Erol Büyükburç büyük idoldu. Öyle ki Selçuk Alagöz’le çalışıyorduk ama Selçuk gidip Erol Büyükburç’un orkestrasında kaval çalıyordu aynı zamanda. Olanaklar son derece sınırlıydı aslında. Bir olay anlatayım; siz karar verin artık. Amfi dediğin zaman, şimdikilere benzemeyen şeyler vardı. Rahmetli Ethem Taşkent amfi yapıyordu. Hesaplı yapıyordu; kullanıyordun, kazandığın zaman gidip veriyordun parasını.
Ethem Ağabey’e ısmarladık biz de bir tane. Yanılmıyorsam, Taksim Belediye Gazinosu’nda Güzel Sanatlar Akademisi’nin yıllık eğlencelerinden biriydi. Sahneye çıkıp amfiyi kurdum, gitarı taktım, açtım aleti. Bir baktım, gitar kablosu anten görevi de görüyor. İstanbul Radyosu aynen başladı yayına benim amfiden. Sahnede bizim yerimize radyo çalıyor. Oraya çevir, buraya çevir aleti; sonunda bereket versin bir istikamet bulduk, sustu. Ben de bir pozisyon aldım kıpırdamadan; öyle bitirdik konseri. Daha sonra Üstün Poyrazoğlu İtalya’dan Meazzi marka bir amfi getirdi, bantlı ekosu olan. Onu aldım da biraz rahatladım.
Bir olay daha anlatayım; Selçuk Alagöz’le Altın Mikrofon’da derece aldık; şartnameye göre plak yapacaklar tabii. İstanbul Radyosu’nda büyük salonda kayda girdik plak için. Tavandan kocaman bir mikrofon iniyor böyle. Bize, ‘davulu şuraya koyun, gitarı şuraya, solist şuraya filan’ diye emir verdiler. Adam dizdi bizi ve gitti kayıt odasına. Tam çalmaya başlıyoruz, kesiyor ve bağırıyor: ‘Gitarcı sen iki metre geriye git, basçı sen de bir buçuk metre git’.
Tamam diyoruz, başlıyoruz yeniden, yine kesiyor; Solist sen bir metre yana git filan. Mikrofonu uzaklaştır, yakınlaştır yok ve her şey bir kerede kayıt ediliyor. Hep o şekilde yapıldı plaklar. Bir süre sonra biraz teknikte değişiklikler oldu ve bütün iyi kayıtlar Kami Acım’ın Beyoğlu’ndaki stüdyosunda çıkmaya başladı. Akranlarımız Avrupa’da, Amerika’da iki inç kalınlığındaki bantlara 24 kanal kayıt yaparken biz tek kanala mahkumduk. Türk Parasını Koruma Kanunu nedeniyle hiçbir şey gelmiyordu dışarıdan. Kâmi Ağabey bir teyp yaptı ve kayıtları iki kanala çıkardı. Birinci kaydı bitiriyorduk kulaklıkla, diğer kanala başka enstrumanı çalıyorduk ya da solist okuyordu. Ardından birleştiriliyordu. Yıllar sonra Fransa’ya gidince 24 kanallı stüdyoyu görebildik ancak.
Cahitçiğim birkaç figür yap
Akortları, şunları bunları hep kendi kendime öğrendim. Kendime güveniyordum ama, zaten ciddi ciddi ders alacak kadar para da yoktu ailede. Zamanında Galatasaray Lisesi’nin imtihanına sokmuşlardı İstanbul’a gönderip. Kazanamadım tabii; o zaman konservatuarın imtihana soksalardı kesin girerdim ve her şey bambaşka olurdu…
O dönemde Yurdaer Doğulu’yu tanımak şansına erişmiştim. Zamanla iş ciddileşince farklı ihtiyaçlar baş gösterdi çalarken. Yurdaer Ağabey’in büyük yardımını gördüm bu konuda. Çok yakınlık gösterdi; çözemediğim akortları öğretti.
Çalmayı halletmiştik de sahnede bir türlü rahat olamıyordum. Alagöz’de çalışırken Selçuk bir gün ‘yahu Kadıköy’de Engin diye, şovu çok iyi bir davulcu varmış’, demişti.
O zamanlar sahnede böyle hareketli olmak, ilginç hareketler sergilemek filan çok önemliydi. Hemen aldık Engin’i orkestraya, sonra da Hasan Sel. Engin müthiş hareket getirdi orkestraya. Bense kazık gibiydim, öyle yerimde durur çalardım, utanırdım daha doğrusu. Selçuk’un anne babası ‘Haydi Cahitciğim, sen de birkaç figür yap’ diye desteklerlerdi sürekli ama, nafile.
Selçuk Alagöz günlerine bir parantez açmak istiyorum. Benim için iyi bir şans oldu; annem babam o yüzden izin verdiler; aile ortamı var diye orkestrada. Selçuklar hep bir aradaydı, anne baba kardeşler; onu görünce problem çıkarmadı bizimkiler. Siyah İnciler’deyken mümkün değildi gece çalmak. Şimdiki gibi değil; o yaşta bile kolay evden çıkamıyorduk geceleri.
Alagözler’de üç yıl çalıştım aşağı yukarı; o günlerde önemli olan sahneye çıkıp parçayı en iyi şekilde çalmaktı. Yavaş yavaş bol yabancı müzik dinlemeye başlamıştık arkadaşlarla; Beatles çıkmış, psychedelic türleri var.
Orkestrada ise Selçuk hayatından memnundu ve hep aynı şeyi yapıyorduk. Alıyorduk türküyü, gitarla, orgla davulla filan çalıyorduk; hafiften buna aranjman diyorduk. Ancak, yaptığımız müzik bana yeterli gelmiyordu artık. Bugünün videoklip tekniğine benzeyen bir film gelmişti; orada ilk kez Animals grubundan The House of Rising Sun’ı izlemiştim. Belki on kere gitmişimdir o filme. Oradaki söyleme tekniği, çalma tekniği bizi çok etkilemişti.
Batı müziği hayranlığı vardı. Yurtdışına gidip müzik yapmayı kafaya koymuştuk. Bir de İstanbul’da iletişim, haberleşme filan öyle çok yaygın değildi. Burada kimin neler yaptığından, kimlerin grup kurduğundan haberimiz olmuyordu. Altın Mikrofon’da gördük ilk kez diğerlerinin neler yaptığını; yoksa izlememiz mümkün değildi. Orada tanıştık, kaynaştık milletle. Tabii müzik ağır basınca bu arada, okul teklemeye başladı. İki yıl iyi gitti, üçe geçince tecil hakkım oluştu ve sallamaya başladım. Sınıf arkadaşlarım dört senede bitirdiler, ben de sekiz senede. Hocalara yalvarıyordum; ‘Ben müzisyen oldum, iktisatçı filan olma niyetim yok, yedek subaylık için diplomayı istiyorum’ diye.
Koyun postlu Moğollar
Bazı kaynaklarda belirtildiği gibi, o içinde Neco’nun, Aydın’ın bulunduğu ilk Moğollar grubunun Fuar’da kurulduğu yanlış bilgi. 1967 yazında Aziz Azmet ve Murat Ses’le tanıştık fuar sonrası. Engin’in parmağının olmadığı yer yoktu. Kadıköylüydü ve camiadan herkesin ne yaptığını bilirdi.
Bizim tarafta da müzisyenlerin çıktığı bir Fatih bölgesi vardır, bir de Beyoğlu… Kadıköy’den Murat’
Delikanlı heyecanı var; repertuar için oturup sıkı çalışmaya başladık. Önümüzde Yunan grubu Aprodithe Child gibi bir örnek vardı. Yunanistan’dan çıkıp dünyaca ünlü olmuşlardı. Biz neden olmayalım ki. Öztürk Ağabey (Serengil) destek çıktı bize. Elinde kalkanlar postlar varmış böyle. Onları verdi; fotoğraflar çektirdik, Moğollar ismine uygun. Şimdi olsa Moğollar ismini kullanmayız belki ama o günlerde Hollandalı müzik yazarının verdiği akılla Moğollar ismi çok uygun gelmişti yurtdışı için. Sultanahmet’te karşılaşmıştık onunla; dikkat çekmek için adınız Moğollar olsun demişti. Saçları uzatın, koyun postu giyin, gaddar bir görüntünüz olur, dikkat çekersiniz şeklinde yol göstermişti. Dünyaca tanınan bir isim Moğol sonuçta. Ancak, Fransa’ya gidince anladık ki pek hoş bir isim değil; Mongolian deyince millet gülümsüyordu böyle.
Harıl Harıl repertuar hazırladık; menajer Zeki Tükel, Beyoğlu Fitaş Sineması’na çıkartacaktı bizi. Fitaş o dönemde çok önemli bir salon; rüştünüzü ispat için en önemli yer. Durul Gence’den önce ön grup olarak çıktık. Yer yerinden oynadı. Ertesi günü bütün gazetelerde vardı haberimiz. Böylece güm diye gündeme oturduk bir anda. Ardından, Altın Mikrofon’daki başarı geldi ve Anadolu turnesinin bitiminde tanınan bir gruptuk artık. Solo konserler dönemi başlamıştı iyiden iyiye.
İnsanlar gazeteden ne kadar tanıyorsa, Altın Mikrofon’dan ne kadar tanıyorsa geliyordu konsere. Radyodan pek ulaşamamıştık insanlara. Alton Mikrofon biraz ses getirmişti, gazetelerde röportajlar, haberler çıkmıştı. Konserlerde kapılar kırılmıyordu yani; ama matineler iyi gidiyordu; gençler geliyordu; gece de kasabanın kentin devlet erkanı, eşrafın ileri gelenleri izliyordu genellikle.
Gündüzler dolu geçerken gece konserleri ise yarı yarıyaydı. Gündüz konseri masrafları çıkartırken geceki para cebe kalıyordu.
İlk turneyi Fahri Kral organize etmişti. Fahri Kral gelip geceleri; ‘Az ama öz müşteri var’, diye bize moral veriyordu hep. Böyle bir, iki, beş; bir gün bizim Aziz, ‘Kral Kral, bir gün de çok ama bok müşteri olsun be’ demişti. Fahri Kral’ın keşfettiği bir başka şey daha vardı; Anadolu’da en fazla parayı maymunla kazanırsın derdi. Bir maymun varsa ekipte iş yaparsın, yoksa işin zor… İkinci turneyi kendimiz yaptık; Engin bizim, Giray diye bir arkadaşla Wolkswagen minibüs kiraladı. Önce dolaşıp konser bağladılar Anadolu’da.
Genelde sinema salonları oluyordu mekanlar. Biz de otobüs tutup çıktık turneye. Halktan olağanüstü destek geliyordu; vay be adama bak bağlama çalıyor diye. Bağlama başka yerde var ama gitarın yanında yok. Moğollar’da gördüler bunu insanlar.
Bu arada, o dönemin yayın organlarında Altın Mikrofon’’da esas derecemizin ikincilik olduğu, yasaklanmasına karşın fotoğraf çektirdiğiniz için üçüncülüğe indirildiğimizle ilgili haberler yayınlandı. Palavraydı o haber; öyle bir şey olmadı. Ama herkes kendi çapında bir takım oyunlar yaptı orada; saklamaya gerek yok. Salona girilen biletlerin arkasına yazılıyordu oylar; kimin maddi durumu iyiyse fazla bilet temin ediyordu. Biz de uğraştık açıkçası kendi çapımızda. Haksız rekabet oldu bir parça.
Çok dost havasındaydı herkes ayrıca; karşılaştığımızda müthiş şamata kopardı. Aynı yaş grubundayız ve müzisyenliğin getirdiği fırlamalık, yırtıklık, muziplik vardı. Ciddi olarak müzik de konuşurduk uzun uzun; en fazla konuşulan da İngiltere’de Beatles’ın ne yaptığıydı. Yeni grupları izlemeye çalışırdık. Taksim meydanındaki bir gazeteciden Melody Maker dergisini alıp incelerdik. Bir yandan hostes sevgili bulmaya çalışırdık; yurtdışından gitar teli, müzik mecmuası getirtebilmek için.
Acil para için smokin
İnsanlar sahnede temiz pak sanatçı görmeye alışmış, bizim postlar garip karşılanıyordu açıkçası. Herkes sahne giysilerini böyle itinalı şekilde ütülü filan taşırken bizim postlar çuvalın içinde giderdi oradan oraya. Para az olduğu için koyun postunun en ucuzundan, en az tabaklanmışından almıştık. Dolayısıyla acayip pis kokuyordu. Engin’in annesi lavanta kolonyası vermişti; lavantayla o post kokusu karışınca daha da beter, iğrenç bir koku sinmişti üzerimize sahnede. Sıramız gelmeden çuvalı boca ediyorduk kuliste. Giyip çıkıyorduk. O dönem plak firmasının baskısıyla saçları kestik, smokinleri giydik bir ara. Tamam, Moğollar’ı kurduk, isim de yaptık ama kuruş para kazanamıyoruz.; evden harçlık, sandöviç alıp provaya gidiyoruz. Parayı nasıl kazanacağımız belli değil.
İşte o zaman görünüşü değiştirelim dedik. Beyefendi olalım dendi; bizden beyefendi olur mu? O zamanlar anonslar vardı; ‘Sahnelerin beyefendi şarkıcısı’ diye. Öbürleri ne oluyor pek iyi ? Tamamıyla tiraj kaygısıyla yapmıştık. Asıl amaç insanları şaşırtmak ve çok tanınıp acilen para kazanmaktı. Şimdi olsa kimse bana saç kestiremez ve smokin giydiremez ama, o zaman yaptık işte.
İzahlı konsere buyrun
Fitaş sineması konserinde, Orhan Boran’ın eşliğinde sahneye çıktık. Fitaş konserleri bir referans imkanı veriyordu; derdimiz de, oraya çıkmışken, kendini tanıtmak, prestij yaratmak, Ses ve HEY mecmualarında büyükçe yer almaktı. Çaldıklarımız, sazlarımız, arayışımız, çizgimiz hakkında şarkı aralarında bilgiler vermiştik dinleyicilere. Aklımız fikrimiz yenilikteydi. Bir başka seferde şov için Seyyal Taner’i sahneye çıkarttık. Bir kafes yaptırdık ahşaptan; içinde Seyyal süper mini etekle dans etti. Yine para yoktu konser öncesinde; Engin gitti Talimhane’de oto parçası satanlardan ödünç siren aldı, onları koyduk. İnsanlar böyle ışık oyunlarından, siren seslerinden hoşlanıyordu. Bir keresinde de Açıkhava Tiyatrosu’nda sahneye çıkarken arka mekanda havai fişek patlatmıştık. Açıkhava’daki sahnenin büyük demir kapısı açıldı, biz de Hasan Sel’in FIAT açık arabasının üzerinde sahneye geldik; bir yandan da havai fişekler patlıyor. Nur içinde yatsın; ses düzenini yapan Necdet Altınçizme de elinde megafon bağırıyor: ‘ Ulan, kabloları çiğniyorsunuz’ diye.
O zaman şova çok büyük önem veriliyordu ve herkes tatlı bir yarış içindeydi. Ancak her şey el yordamıyla yapılıyordu. Bir keresinde bizim yardımcımız Cengiz Tokgöz, ki kendisi voleybol yazarı oldu sonra, yarım kilo barutu sahnenin önüne ip ince dökmüştü böyle şerit halinde. Biz çıkarken tutuşturacak; fakat enayi ince ince dökmüş, sonunda kalanı da yığın halinde bırakıp gitmiş. Büyük bir infilak oldu, ve Cengiz böyle sarsıldı, uçtu filan.
Gitar tekniğiyle bağlama
Arayış içindeydik her zaman. Ne aklımıza yatarsa deniyorduk. Müziğin yanında sosyal olarak da ilginç işler yapmıştık. Gittiğimiz yerlerde bir fan kulüp oluşturuyorduk; oradaki gençlerle konuşuyorduk, inceliyorduk. Yörenin özelliğini öğrenmeye çalışıyorduk gitmişken oralara kadar; sazlarını inceliyorduk. O arada da böyle inişli çıkışlı bir çizgi görüntü olmuştu doğrusu. Bağlamayla ilgili özellikle sorup soruşturuyordum hep. Bağlamaya ufaklıktan beri soğuk durdum. O zaman kucağıma sığmıyordu, taşıyamıyordum; oradan bir kızgınlığım var belki de. Ama mandolin çalıyorum, evde keman var, onu çalıyorum. Rahmetli eniştem babamın kemanını tamir etmişti, onu da çalıyorum.
Yıllar geçti; Moğollar’la yurtdışına gitme derdimiz var ya, bir özelliğimizin olması gerekiyor. Anadolu’nun simgesi diye bağlamayı denemeye karar verdik.
‘Ben çalarım’ dedim. Gittim aldım bir tane; akordunu çektim, başladım çalmaya. Perdeli sazlara karşı yatkınlığım var; mesela verin udu elime, perdesizdir filan fark etmez; elime oturunca beş dakika sonra çalarım.
Bir utçunun tekniği vardır kendine özgü; tabii ki onun seviyesine yaklaşamam ama, beceririm. Mesela yaylı tamburda, tövbe bir Sadun Aksüt ya da Ercüment Batanay kadar değil ama kendi bildiğimin en iyisini yaparım.
Bağlamada da böyle; hiçbir zaman bir Arif Sağ, bir Erdal Erzincan, bir Musa Eroğlu’nun yanında adım geçmez ama ben gitar tekniğiyle karışık bir çalış tarzı oluşturmuşumdur zamanla kendi kendime.
Keman biraz farklı. On dakika çalıştın mı oturuyor parmak. Her şeyi çalamıyorum tabii ama, kafamdaki melodiyi elimi alıştırıncaya kadar deniyorum, sonra çalıyordum.
Ben Moğollar’da Massachusetts adlı parçada keman çaldım mesela. Ama başka bir şey çal de, çalışmam lazım önceden; gitar gibi, mandolin gibi ana sazım değil. Bağlama, cura, yaylı tambur, kabak kemane, gitar, ıklığ da çalıyorum…
İlginç olmak, değişik bir sound yakalamak için araştırma yapıyorduk. İzmir’de ıklığı bulduk. O dönem radyonun kadrolarında kabak kemane, yaylı tambur yoktu, yasaktı. Darbuka yasaktı. Çünkü kayıt teknikleri çok ilkel olduğu için diğer sesleri bozacak ve tecavüz edecek diye istenmezdi. Iklığ hayli ilginç geldi insanlara. Fransa’daki albümde de kabak kemane çalmıştım; akortsuzdur o albümde kabak kemane; ama ödül aldığı için denetimden geçmişti; adam gibi sansür yapıyorsan onu da geçirme o zaman… Nefeslileri ise hiç çalamadım; hiç yatkın değilim, ama telli sazlarda iddialıyım, yaylı ya da telli.
Isparta’dan solcu çıktı!
Saçları uzatmaya başlamıştık: Vietnam’daki savaşa hayır diye çabalıyoruz filan; hippiliğe özeniyoruz resmen. Üniversite 1’de Sosyalizm Tarihi diye bir kitap okumuşum, Karl Marx’ı tanımışım. O kadara izin var, başka okuyamıyorsun; neden okuyamıyoruz diye sorular var hepimizde. Böyle kafamın işi karma karışık, kimlik arayışı içindeyim. Gruptakiler de aşağı yukarı aynı durumda. Bir de benim yapımda haksızlığa karşı sürekli başkaldırı vardır. Bunun karşılığını solda buldum. Sorular sormaya başlayınca otomatik olarak sola kaymaya başladım. Talebe hareketleri gelişiyordu; İktisat Fakültesi’nde Deniz Gezmiş diye bir efsane isim dolaşıyordu öğrenciler arasında. Toplum polisine o zaman Fruko deniyordu; beyaz şapkalarıyla yanları açık otobüslerde gidip gelirlerdi.
Çatışmalar başlamıştı; polisin neden dövdüğünü sorguluyordum. Hükümetin tavrı, ekonomi anlayışındaki tutarsızlıklar, ABD’nin emperyalist yapısının tam olarak deşifre olması gözümü açmıştı; rüzgar esiyordu ve ben de sol rüzgara kapıldım, hiç de pişman olmadım hayatımın hiçbir evresinde bundan…
Sonra okumaya başladık ve her şeyle ilgilendik. Yakın tarihimizi çok iyi öğrendik. Bir tek Ermeni konusunu iyi bilmeyiz; o da kitap olmadığından. Deniz Gezmiş ve arkadaşları gidip Zap Suyu’na köprü yaptılar; onların işi mi köprü yapmak. Devlet niye yapmıyor, oradaki insanların yoksulluğu, ağalık düzeni. Bunları aklım almıyordu. Sağ tarafta bunların sorgulaması yoktu. Onlara göre hepimiz Moskova’ya gitmeliydik, o kadar. Komünizm gelecekti ve camiler kapanacaktı; hep provokasyon altındaydılar. Amerika’nın bağımlılığı altına girme konusunda en ufak bir soru bile sormadılar. Bu tip farklar benim politik duruşumu şekillendirdi. Bütün aile Menderesçiydi. Adnan Menderes’ten sonra da Süleyman Demirelci oldular. Zaten Demirel hep tulum çıkardı Isparta’da. Radyoda uzun uzun Vatan Cephesi’ne katılanlar sıralanırdı. Sinir olurdum; bir ar önce bitsin de, müzik başlasın isterdim. Ama dinlenirdi bizde. Ayrıca Yassıada Duruşmaları’nı dikkatle dinlerdi evdekiler. İdam sonrası çok üzüldüklerini hatırlıyorum. Büyük teyzem yıllarca yas tuttu. Çok severdi Menderes’i. Lisede politikayla hiç işim olmadı. Solculukla ilgili ilk fikirler, anlattığım gibi üniversite döneminde başladı ve gelişti. Babamla çok tartışmaya başlamıştık. Babam İnönü’yü hiç sevmezdi; 2. Dünya Savaşı sırasında çekilen yoklukları anlatıp dururdu. Sonra Fransa’dan döndüğümde allem edip kalem edip 1973 seçimlerinde babamı Ecevit’e oy vermesi için ikna ettim. Keşke yapmasaydım, sonra yıllarca başıma kaktı, ‘Oy verdik, hep yokluk getirdi’ diye. ‘Kıbrıs gitse miydi, oradaki insanları öldürseler miydi’ diye sorularım para etmedi. Sonra gitti yine Demirel’e verdi oyunu.
İnanç olarak sağlam, sıkı bir solcuyum. Şimdi hala ben Marksist’im; uygulama şansı yok; Demirperde yıkıldı, ne söylerse söylesinler; küreselleşme, ne derlerse desinler, ben hala Marksizm’deki insanın insanca yaşayabileceği toplum düzenine hala inanıyorum. Bu yanımı seviyor gençler.
Sivas’ta yaşanan Madımak Olayı’ndan sonra günlerce kendime gelemedim. Hayatımda ilk defa bir şarkı sözü yazdım. Buradaki samimiyet insanlara geçiyor. Kenan Evren ve sonrasında Turgut Özal döneminde yetişen kuşaklar kayıp kuşak. Bunlar kuşaklar arasındaki iletişimi durdurdular çünkü. Her yerde söylüyorum; bu durgunluk sorgulamayı bitirdi; merakı bitirdi. Öz kültürden kopuldu…
Osmanbey'de grup evi
O zaman aşıklar dışında, müzik yapan kesim içinde siyasi görüşünü sanatına yansıtan kimse yoktu. Böyle bir fikir de yoktu; daha sonraları 1972’lerde başladı bu akım. Müziğin propaganda aracı olabileceğine aklım yatmıyordu ilk dönemlerde. Amerikalılar yapıyordu; onları dinliyorduk ama niyeti tam olarak algılayamıyorduk. Bu ülkenin bir vatandaşı olma şuuruyla tavır alabilme bilinci daha ileriki yıllarda ortaya çıktı. Kısacası ot gibiydik önceleri. Sonra aramızda çok sıkı bir etkileşim başladı. Aynı dünya görüşünde, fazla zıtlaşmayan insanlar haline geldik. Millet birbirini iyi tandı yani. Levent’te ve Osmanbey’de ev kiralayıp birlikte yaşadık uzun süre. Provalar yapardık; muhtarlarla çok kavga ettik bu yüzden. Bizim grubun havası başkaydı; bu yüzden çok ayrılma olmadı. Grup disiplini tek bozan Hasal Sel’di, o da kızlar yüzünden; yakışıklıydı; çoğu provayı ekerdi. Zaman içinde baktık yürümeyecek, Hasan’la dostça ayrıldık. Daha sonra Aziz dedi ki, ‘Ben türkü söylemeyi sevmiyorum’; baktık onunla da yürümeyecek; ayrıldık. Grubun devinimine ters düşen mutlaka dışta kaldı. Aziz, birçok olumlu özelliğin yanında, önde şarkı söyleyen adam olmasına rağmen bunu kullanmamasıyla, grubun havasını bozmamasıyla da hep övgü almıştır hep. Aziz uzun boyu; sarı saçları, mavi gözleriyle çok çarpıcıydı sahnede. Bağırarak şarkı söyleyenlerin ilklerindendir. Şovu iyiydi; ortalığı birbirine katardı sahnede. İyi bir sahne adamıydı ama öne çıkmayı istemedi. Zaten bizim gibi bir grupta öyle bir dert olmazdı öne çıkmak gibi. Yaş 22, 23. Aklımız neye eriyorsa, aklımıza ne geliyorsa samimi şekilde onları yaptık. Şimdiki akıl olsa çok daha farklı olurdu şüphesiz her şey. Ben o dönem elimize geçen fırsatları samimi, namuslu, adil ve doğru bir şekilde kullandığımıza inanıyorum açıkçası.
Paris'te parasız, aç ve hastayım
Ersen’le İzmir’de tanıştık; Aziz vardı daha o sıralar grupta. İzmir’de de o zaman gece kulübü ayarında pavyonlar açılmıştı, çok iyi müzik yapılırdı oralarda. Gece dolaşırdık Fuar’daki programdan sonra. Ersen’i orada tanıdık ve çok beğendik; keman da çalıyordu. Aklımızın bir kenarına yerleşmişti. Sonra İstanbul’da bizim ortak eve gidip gelmeye başladı. Onu aldık gruba ama bunu açıkça söylüyorum; Ersen’le gidemezdik yurtdışına; çünkü lisan sorunu var; tarz sorunu var. Aziz’den sonra kafamızda kim solist olur sorusunu bir türlü çözememiştik; biz yapabilir miyiz diyoruz kendi kendimize. Barış Manço olur mu diye düşünüyoruz. Cem’in olma ihtimali düşük; çünkü Apaşlar’la çalışıyor filan. Bu durumda Ersen’le çalışmaya karar verdik bir süre için. Ben ve Murat talebeydik, askerlik açısından sorunumuz yoktu yurtdışına çıkabilmek için; pasaportumuz cebimizdeydi. Taner’le Engin ise öğrenci değildi ama bir yolunu bulup onlara da pasaport aldık. Çıkarken tecil kağıdı sormalarından korkuyorduk sınırda ama. İzmir Belediye Başkanı Osman Kibar’la iyi bir dostluğumuz vardı; Taner’e dedik ki; ‘Sen İzmir’den git, eğer bir şey olursa başın çok belaya girmez, Osman Kibar yardım eder.’ Taner’i İzmir’e gönderdik; Murat’
Ersen zor ikna oldu
Ersen de havaya girmişti Avrupa’ya gideceğiz diye. Ersen’e onsuz gitmek istediğimizi söylemek için kıvranırken aklıma bir fikir geldi. Almanya’daki çocuklara mektup yazdım; Ersen’e durumu anlatmak için sıkıntı çektiğimi söyledim ve bana bir mektup yazmalarını, mantıklı bir bahane bulmalarını istedim. Bir mektup döşenmişler; orada bir solist bulduklarını, bu kişinin kendi ses düzeninin, hatta minibüsünün olduğunu yazmışlar. Ben bile inandım mektuba. Ersen’e okudum, ağlamaklı. Zar zor ikna ettim ve yanımda enstrümanlarla, anfilerle trene atlayıp gittim; üç gün üç gecede Paris’e. Yani Atina havaalanındaki gümrük memurunun bir lafıyla Almanya yerine Paris’e gittik ve orada şansımızı denedik.
Murat ile Engin Almanya’dan Fransa’ya giderken Belçika’ya uğrayıp Barış’ı bulmuşlar ve ne yapıp yapıp onun Paris’teki evine yerleşmişler. Barış sürekli yurtdışında olduğundan öyle çok sıkı bir dostluğumuz yoktu ama ilk günlerde çok düşeş olmuştu Paris’teki evi. Sıfır lirayla gitmemiştik Fransa’ya ama çok da paramız yoktu. Plaklarımızı, gazetelerde çıkmış haberleri, söyleşileri, yani bizi anlatan ne varsa götürdük yanımızda. Ben daha Paris’e ulaşmadan bizimkiler telefon kulübesindeki rehberden yırttıkları plak şirketleri sayfasındaki numaraları bir bir aramaya başlıyorlar. Sonunda Guild International De Dis’in yöneticisi Madam LaGarde’a rastlıyorlar; plak kulübü gibi bir kuruluş bu, üyeleri olan. Dertlerini anlatıyorlar; kadın da randevu veriyor. Madam ilgileniyor ve albüm için anlaşılıyor.
Ben gidince girdik stüdyoya ve albümü yaptık. İstanbul’dan hazırlığımız vardı; parçaların çoğu hazırdı. Yapacağımız parçalar belliydi; solist olmadığı için Murat, Taner ve ben söylemek zorunda kaldık; rezil bir şey çıktı sonuçta.
Biraz para yardımında bulundular öncelikle; Paris’in banliyösünde bahçe içinde genişçe villanın bir bölümünü kiraladık. Garajını da çalışma yeri yaptık. Villanın bir sürü odası vardı; bizden başka üçü Alman biri Fransız dört kız da kalıyordu. Hoşlarına gitti müzisyenlerin eve gelmesi.
Silifke’nin yoğurdu, ah seni kimler doğurdu
Madam LaGarde, Lione’da eski bir kiliseden bozma bir yerde konser ayarladı. Hazırlandık filan ama biz gitmeden orada bir diskotekte yangın çıkmış ve bir sürü genç ölmüş. Papaz kilisede yangın çıkışı yok diye son anda konsere izin vermedi. Ancak bu işimize çok yaradı ve bir anda gündeme geldik; gece haberlerinde filan çıktık. Sonra çeşitli televizyon programlarına davet edildik. Plak şirketinin ayarladığı menajer bize Alpler’de İsviçre yakınlarında çok lüks, turistik bir kulüpte iş ayarladı. Dans müziği yapacağız.
Bize klavye, anfi ve ses düzeni aldı. Oradaki işten kazanacağımız parayla bu borçları ödeyecek ve aletler de sonunda bizim olacaktı. Oturduk evde çalışıyoruz ama dans müziği başka bir şey. Menajer ile Madam gelip dinlediler bir gün; ama rezalet çalıyoruz tabii. Bu iş olmayacak dediler ve aldılar çalgıları geri. Umurumuzda değildi açıkçası; ama para kazanmamız da gerekiyordu. Ne yapalım, ne edelim diye oturduk konuştuk. Folklorik şov hazırlayalım dedik; ben bağlama çalacağım; Murat askı davulu alacak; Engin’le Taner de folklor oynayacaklar önümüzde. Bir Doğu lokantasında iş kaparız filan diye düşünüyoruz. Provalara geçtik; Engin gayet güzel, şıkır şıkır oynuyor ama,evin tavan arasında 2. Dünya Savaşı’ndan kalan bir çizmeyi bulup giyen ama ayağına çok büyük geldiği için zor hareket eden Taner bir türlü ona uyamıyor filan. Silifke’nin yoğurdu’yla oynuyorlar kaşık havası. Baktık o da olmayacak, vaz geçtik. Para da bitmişti sonunda. Madamın şirketinden pek bir şey beklemiyorduk; asıl hedefimiz CBS, Phillips, Pathe gibi büyük şirketlerle çalışmaktı. İftiharla söylüyorum; üçünden de çalışma teklifi geldi; biz CBC’i tercih ettik. Ancak solist derdinden dolayı bu şansı da değerlendiremedik sonuçta. CBD bize bir menajer tahsis etti o günlerde; Aphrodites Child’ın menajeri Roberto Seto. Bir de prodüktör verdi; Sivas kökenli Jean Etiyan. İkisi de Ermeni kökenli; o zaman böyle ayrım filan yok tabii. Seto bizi evine götürdü; evde duvarda ut asılı. Kendimce akort edip birkaç parça çaldım utla; annesi ağladı.
Patates baskıyla ehliyet
Isparta’da İngilizce dersi almıştım İstanbul’da okumuş ağabeylerden. Sonra devlet okulunda ne kadar İngilizce öğrenilirse o kadar öğrendim açıkçası. Üniversitede de aynı. Çat pat konuşup derdimizi anlatmaya çalışıyorduk yani. Bir keresinde Dolmabahçe’ye Amerikan askeri gemisi gelmişti; insanları konuk olarak kıyıdan alıyorlar, gemiyi gezdiriyorlardı. Ben de katıldım. İçeride masanın üzerinde garip aletler var; başındaki askere ‘What is this ?’ dedim. Adam gayet iyi niyetle bana anlatmaya başladı. Hiç bir şey anlamıyorum, küçüldükçe küçüldüm, bitmek bilmiyor. Sonunda teşekkür ederek hemen kaçtım. O zaman anladım ki İngilizce hiç bilmiyorum. Sonra ilerlettik ama İngilizce de, Fransızca da konuşurum ama az konuşurum diyelim. Müzik sektöründekiler İngilizce biliyordu ama Fransa’da normal adam İngilizce konuşmaz, garson konuşmaz, şovendir onlar. Zaten konuşsa da İngilizceleri pek anlaşılmaz.
Kısacası, Paris’te, umduğumuzdan daha fazla zorlandık. Çare aramaya başladık. İlk çözüm olarak Barış’la çalışmayı düşündük; onun Dağlar Dağlar’ı çıkmıştı, daha bir şöhret olmuştu. Öğrendik ki Barış Belçika’da. Aldım adresi, bir sabah gittim evine. Ağabeyi Savaş, onun eşi, Barış kahvaltı ediyordu. Durumu anlattım; Barış’ın da hoşuna gitti. ‘Grubu kuralım, Türkiye’ye gidelim; büyük sansasyon yaparız, para kazandıktan sonra yine Avrupa’ya döneriz’ dedi. Çocuklara hemen telefon ettim Fransa’ya; çok sevindiler bu habere…
O sırada Barış’ın ağabeyi Savaş bir tane minibüs buldu geldi; böyle iki parça ön camı olan Citroenler’den. Barış’ın tanıdığı bir müzik mağazasına gittik önce, adamla anlaşma yaptık; eksik gedik ne varsa aldık, eve koyduk. Belçika daha yakın olduğundan oradan hareket etmeyi kararlaştırdık ve gittik bizim çocukları Paris’ten aldık. Her şey hazır, yola çıkacağız Belçika Liege’den ama bu kez de Savaş Türkiye’ye gelemediği için minibüsü kim kullanacağı mesele oldu; kimsede ehliyet yok çünkü. Engin, ‘ Ben araba kullanmayı biliyorum, ancak ehliyetim yok’, dedi. Savaş gitti, mürekkep buldu; patates baskıyla Savaş’ın ehliyetinin üzerinden fotoğrafını söküp Engin’inkini koyduk; patatesle de mühür yaptık.
Müthiş heyecanlı yol filmi
Yolu hesapladık; o kadar mazot parası ayarladık ve koyduk kenara. Yolda kesinlikle dışarıda yemek yemeyeceğiz. Sandviç hazırladık, kamping tüpü aldık, çay kahve için. Oradan İstanbul’a kadar para harcamadan geleceğiz plana göre. Minibüsün içinde Moğollar’dan dört kişiyiz, Barış var, Celal (Güven) var; bir de Barış’ın menajeri rahmetli Ersin var. Minibüsün arka tarafında kenarına yanlamasına koltuk yaptırdık. Bütün aletleri yığdık şoför mahallinle aramıza; biz de dizildik o koltuğun üzerine cezaevi arabaları gibi.
Kış, Şubat ayı. Ön taraf itibarlı, gak diyorlar çay yapıyoruz, guk kahve filan. Belgrad’a kadar böyle geldik.
Belgrad’da Engin arkadaki koltukta üç, dört saat uyur, biz de tren istasyonunda uyuruz, sabaha karşı da yola çıkarız diye düşündük. Yarım saat geçmedi bir tren geldi; yolcular indi gitti. Memurlar, haydi kapatıyoruz diye bizi dışarı çıkardı gardan. Sulu kar yağıyor. Şöför mahalline dört kişi filan sıkışıyoruz ama iki kişi dışarıda kalıyor; Engin bey de horul horul uyuyor arkada koltuğun üzerinde. Olacak şey değil. Aklıma bir fikir geldi; herkese saatleri üç saat ileri almalarını söyledim. Gittim Engin’in yanına ‘Oğlum dört saattir uyuyorsun, haydi kalk da artık yola çıkalım’ dedim. ‘O kadar oldu mu’ filan dedi ama kahve verdik; zavallı yine geçti direksiyonun başına. Langur lungur gidiyoruz. Önde giden kamyondan taş fırladı, şoförün önündeki camı parçaladı. Mahvolduk yani. Ancak orada kalmak daha büyük sorun olduğu için ne olursa olsun devam etmeye karar verdik. Öyle Engin’e yandan şemsiye tutarak filan birkaç kilometre gidip bir benzinciye ulaştık. Orada bir plastik plaka yapıştırdılar cam niyetine. Benzincideki adam bizden ciddi bir para aldı. Mazot parasının bir bölümü böylece gitti yani. Vurduk yola yine.
Barış moral veriyor: ‘ Sofya’daki Türkiye Büyükelçiliği’ne gidip borç para isteriz, merak etmeyin’. Ama yine sorun çıktı; bu sefer silecek kaymıyor plastiğin üzerinde ve karı temizlemiyor. Engin kafayı çıkartıp yan camdan kullanmaya çalıştı bir süre. Yavaş yavaş gittik; neyse ki yağış durdu ve ulaştık Sofya’ya. Pazar günüydü: gittik elçiliğe. Kapı açılmıyor; çalıyoruz. Sonunda birisi geldi; ‘Kim o’ dedi. ‘Barış Manço, Moğollar’; şöyle kapıyı araladı; bizi gördü saçlı sakallı.; ‘Teröristler’ diye bağırmaya başladı ve kapıyı pat diye kapattı. Biz müzisyeniz diye bağırıyoruz arkasından. Gitmiş içeridekileri uyarmaya. Adımızı duyunca hemen alın içeri demişler. Girdik içeri sonunda, sıcacık her yer. Hayatımızın en güzel çayını içmiştik orada, o kadar soğukta donduktan sonra. Para yardımı da yaptılar mazot için; Barış’ın pasaportuna işlendi borç. Sonra gidip Merkez Bankası’na ödüyorsun.; yan böyle bir kıyağı oluyor Türkiye Cumhuriyeti’nin… Elçilikten telefon açıldı Barış’ın evine. Edirne’ye araba getirdi Barış’ın üvey babası Bahattin ağabey. Kapıkule’den girdik baygın şekilde. Bahattin Ağabey’in arabasının arka koltuğuna bir oturduğumu hatırlıyorum, bir de Cihangir’de kapının önünde uyandığımı. Kendimize gelince tam olarak, Barış’la provalara başladık. Binboga’nın Kızı’nı, İşte Hendek İşte Deve’yi yaptık. Katip Arzu Halim Yaz Yare Böyle’yi de. Ancak yürümedi.
Hasan Sel, Aziz Azmet nasıl gittiyse bir gün de Murat gitti. Murat evlenmişti ve eşini sürekli yanında istiyordu. Söyledik olmuyor bu iş böyle diye. Çünkü yaşadık Fransa’da küçücük bir evde, çıkan sorunları biliyoruz ve tekrar gideceğiz. Bir odada onlar, bir odada da biz, zor olacaktı. Paramız olsa belki başka olurdu, ama üç odalı, beş odalı bir evde kalamıyorduk ki. Zaten olanaklar çok sınırlıydı. Para yoktu. Osmanbey’de bir ev vardı. Fırlama bir dönemizdeyiz. Murat mesela, takıldı kaldı haklı olarak sevgilisine. Biz öyle değildik, bizim bu yapımız da onlara ters geliyordu haklı olarak. Ancak grup yürümüyordu. Murat’ın iddia ettiği gibi deneysel işlere kapalı değildik, yapardık. Bence ayrılığa bu neden değildi.
Kabak kemane ilk kez sahnede
Denetim hep vardı, bir keresinde emisyon yapacağız; saç sakal TRT’ye geldik. Kapıda asker, kravatınız yok giremezsiniz dedi. Biz de kızdık, protesto ettik, katılmadan bindik otobüse döndük İstanbul’a. Denetim de başlı başına bir sorundu bizim için. Bir keresinde müthiş bir kazık attık denetime. Ödül kazanan albümü gönderdik, burada da bastıracağız ya. Fransa’da ödül kazandık ya, on bir parça da geçer aldı denetimden. O albümde Iklığ diye bir parça var. Kabak kemane. O zaman ustalar böyle adam gibi kabak kemane yapmıyorlar. Turistik bir takım şeyler var; çalıyorsun iki dakika sonra akordu bozuluyor. Dolayısıyla o albümde ıklığın akordu bozuktur. Fransa’daki yapımcı öyle kalmasını istemişti, otantikliğini, ilkelliğini bozmamak için parçanın. O parça , bangır bangır bozuk akortla geçti denetimden; en anlamayan kulak bile fark etmesine rağmen geçti. İyi de oldu; o zamana kadar kabak kemane sahnede filan kullanılmıyordu. Ben çıkarttım ilk kez; bunun altını çizerek söylüyorum. Bir hizmetim vardır bu konuda. Bazıları bize kızıyordu. Belki de haklıydılar; Batı müziği enstrümanını alınca eline Halk müziğimizdeki bir takım çeyrek sesleri, komaları es geçtik. Biz, bu işin eğitimini almış biri gibi söyleyemiyorduk türküyü; acayip traşlıyorduk bir takım yerleri; bizleri beğenmemeleri çok normal.
Siyasi amigo
Barış’la yürümedi ama mesela ileride Cem’le yürümemesinin nedeni tamamen farklı şeyler. Barış’tan farklı, Ersen’den farklı. Bunu iyi izah etmek gerekiyor. Engin askerde, iki yıl için gitmiş. İçimde hem Fransa konusu kalmış durumda. Cem’le çalışmaya başladık. Namus Belası’nı yaptık. Birden bire hit oldu. Müthiş para kazanıyoruz, konserler, şu, bu. Ayzer davulu dolu dolu çalıyor, amfiler de güçlü. Cem’in sounduna kolay adapte olduk. Yakıştık birbirimize yani. Bir ara Cem saksofonun sesini sevdiği için Asit Orhan’ı (Atasoy) aldık gruba. Birkaç kez çalıştık. Caddebostan’da bir gazinoda Orhan, Sevim Tuna’ya asıldığı için garsonların elinden zor kurtardık. Dayak sonrası gitti Orhan. Keyifle yapıyorduk herşeyi, fakat bir yandan da Türkiye en gergin günlerini yaşıyor, günde 25 kişi ölüyor terörden. Konserlerde olaylar oluyor ufak tefek.
Ancak, bunlar pek önemli değildi, benim Engin’le gizli bir anlaşmamız vardı. Engin askerden dönünde duruma bakacaktık; Taner de var işin içinde. Fransa’daki imkan devam ediyor, Madam Lagarde hep kapıyı açık bırakıyor bize. Madam’la bir sevgili durumum var ayrıca. Cem’in parçalarına dikkat ederseniz bizden ayrılıncaya kadar daha bir estetiği olan, fazla slogan parçalar değildi. Bir gün Cem, ‘Moruk’ dedi, ‘Oturuyoruz günlerce çalışıyoruz. Taşıyoruz büyük aletleri konserlere iki rodi çalışıyor, şu bu. Millet slogan atıyor. Diğer tarafta aşık çıkıyor, tek bağlama, melodi bile yok, dım, dım, dım. Aynı tepkiyi alıyor. Bu haksızlık, ne iştir bu’...
Haklıydı işin müzik tarafından bakarsan. Sen, müzik mi yapacaksın, konserlerde siyasi amigoluk mu yapacaksın. Bu ortama sürükleniyorduk. Cem’in de hoşuna gidiyordu politize olmak. Çok uçlara gitmedi aslında. Ölümüne yakın günlerde CHP’li olduğunu söylüyordu hatta. Ben ise görüş olarak uca kadar gittim, ama silahlı mücadeleye karşı çıktığım için bir anda hepsinden koptum. Fikirleri savunmada, silahın insan için acizlik olduğunu düşünüyorum. O dönem Maocu bir çözümün bu ülke için ideal olacağını hayal ettim. Ama Cem tesir altında da kalırdı. Başka pencerelerden bakıyorduk. Bu arada, Taner’le Ayzer bizim türkü formatını fazla ticari bulup ayrıldılar gruptan. Daha sofistike şeyler istiyorlardı. Onların yerine Turhan Yükseler, Panço Mithat, Tufan geldi. Güzel bir ekip oldu ve Namus Belası’nı birlikte yaptık. Turhan’ın hammond orgu vardı. Nasıl dolaşıyorduk o koskocaman kutulu orgla bilemiyorum yani.
Bitmeyen Avrupa hayali
Engin, Ankara’da orduevinde askerliğini yapıyordu. Bir turne sırasında onu ziyaret ettim. Orada birlikte askerlik yaptığı Naki Ataman’la tanıştım. Bizim Avrupa hayali yine uyandı Naki’yle konuşurken. Aslında şansı iyi kullanamadık diye hayıflanıp, umutsuzluğa düşmüştüm uzun zamandır. Naki müthiş bir piyanist. Fransa’da böyle bir imkanımız var dedik, askerden sonra değerlendirmek istiyoruz. Tamam dedi Naki. Madam Lagarde’a açtım telefonu, böyle bir format var piyano filan; ‘ Neden olmasın’ dedi. Cem’e dedim ki, kusura bakma, ben Fransa’ya gidiyorum. O arada Uğur Dikmen’le film müzikleri yapıyoruz. Uğur’a gideceğimi söyledim ve Cem’le çalışmak isteyip istemediğini sordum. Hayatta en son istediğim şey yüz üstü bırakmaktır ama, planımız var yıllardır. En az bizim kadar iyi çalabilecek bir adam olduğu için Uğur’a söyledim. Cem’e Uğur’a gittik, Balmumcu’daki eve. Daha önce tanışmıyorlardı. El sıkıştılar. O arada Tamirci Çırağı’nı filan da çalışmıştık birlikte, parçanın hit olabileceğini konuşmuştuk ayrıca. Uğurlarla birlikte yaptılar sonra parçayı.
Bu arada Ankara’ya Sulubika adlı bir Amerikalı müzisyen gelmiş. Muhammed Ali’nin bir benzeri; San Franciscolu. Son derece sempatik biri. Dünyayı dolaşırken Ankara’ya gelmiş. Engin’le Naki karşılaşmış Sulubika’yla. Onu da alıp geldiler İstanbul’a. Dörtlü tamam, bir bas gitar eksik. Engin, Alper Feyman’ın Fransa’da olduğunu hatırladı. Pat aradık Alper’i. O da varım dedi. Engin’le Nick ayrı gitti Fransa’ya. Benim okul işlerim vardı, Sulubika’yı alıp sonra gittim trenle. Yıl 1974; Kıbrıs çıkarmasının olduğu sene; ben okulu bitirmişim artık.
Lokaller dönemi
Cem’den ayrılınca Uğur Dikmen, Ünol Büyükgönenç, Oğuz Durukan’
Neyse New Castle’a gittik, menajerle konuştuk. Bu arada bir de maça gittim New Castle’ın. Menajer bize Almanya’da bir kasabada iş ayarladı. Orada Hitler döneminden kalmış kışlayı Amerikalılar otel yapmış. Vietnam’da yaralanmış, psikolojisi bozulmuş askerleri tedavi ettiriyorlar orman içinde. Oraya, Naki Ataman Beşlisi adıyla, iki aylığına çalmaya gittik. Adeta cennete gitmiş gibi; hem para kazanıyorsun hem de yaşıyorsun. Dans müziği, yemek müziği yapıyoruz. Aralarda bağlamayla, yaylı tamburla şov yapıyorum. Ardından Napoli’ye gittik iki aylığına, bizi bırakmadılar altı ay çalıştık. Böyle tek katlı bir upuzun bina düşünün ortada koridor. Sağlı sollu bir çok oda. Program gece yarısı bitiyor mesela. Dönüyoruz odalarımıza;, bir bakıyoruz biri çıkıp koridora, bu gece parti yok mu diye bağırıyor. Her gece elde şişeler, bir parti koridorda. Çok eğlendiğimiz günlerdi. Sulubika ayrıca bizi çok eğlendirdi. Siyah tenli olduğu için galiba kompleksi vardı ter koyuyor diye. Günde beş posta filan yıkanırdı. Bir yerden beyaz peynir bulmuştuk, yedik bir miktar, geri kalanını dolaba koymuştuk. Unutmuşuz, bir koku sorma gitsin. Bulunca aklıma geldi Sulubika’ya şaka yapmak. Geldi bu, kimbilir kaçıncı kez yıkanmış. Peyniri daha önceden koydum yastığının altına. Kokuyorsun sen dedik, hemen vücudunu koklamaya başladı, yatağa doğru filan gitti baktı aradı, anladı tabii şakayı, yine peşimize düştü.
Bir odada Alper’le Engin yatıyor, diğer odada iki kişilik büyük yatakta benle Naki yatıyoruz. Sulibika için tekerlekli yatak getirdiler. Sulibika hiçbir şeye katılmıyor geceleri ve sürekli uyuyor filan. San Fransiscolu olduğundan deprem fobisi olduğunu anlatmıştı bize. Bir gece bağladım bunun tekerlekli yatağa ipi beş metre filan, uyuyor bizimki. Hem çekiyorum, hem deprem diye bağırıyorum İngilizce. Bu bir uyandı neye uğradığını şaşırdı önce, sonra peşime düştü bütün bahçede.
NATO güney karargahı olan Napoli’de havamız müthişti. Altı Türk asker de var karargahta. Kıbrıs çıkartması yapılmış, acayip havalı herkes. Subay kulübünde iki ay çalacağız. Kontratı yaptık ve aracı oldukları eve yerleştik. Napoli körfezine bakıyor. Herkesin bir odası filan var. Başladık çalışmaya; her gece program şova dönüşüyor adeta. Oranın tarihinde çalışırken mukavele uzatan yok. İki ay daha uzattılar. Sonra bir iki ay daha dediler, bir haftalığına Türkiye’ye geldim ve ardından dönüp iki ay daha çalıştık. Orada çalışırken grup yavaş yavaş eridi. Önce Naki ile anlaşamayan Alper ayrıldı, sonra Engin ayrıldı, son dört gün ben tumba çaldım.
Madam albüm istiyor
Amerikalı bir sevgilim vardı; ağabeyi orada binbaşıydı. Sürekli birlikte gezerdik, ağabeyinin jipiyle. Çok hareketli bir yaşamdı o. Bugün bol para koysan cebine yaşayamazsın o hayatı. Bir Roma’ya gidiyoruz, bir Siena’ya gidiyoruz çalışmadığım günlerde. Kız arkadaşım Amerika’ya döndü ve tutturdu illa ki geleceksin diye. Washington’da bir kasabada yaşıyor. Kız bana uçak bileti gönderdi, ağabeyi vizemi aldı. Pazar günü son çalacağız ve pazartesi ben Roma’dan uçağa binip Amerika’ya gideceğim. Sulubika Naki’yle çalacak. Bu arada bizden bir hafta önce ayrılan Engin gitmiş Madam Lagarde’ı bulmuş. Telefon etti, Madamın bizden albüm istediğini söyledi ve beni kalbimden vurdu. Tam giderken fikir değiştirdim, aradım binbaşıyı ve Paris’e gideceğimi, bir buçuk ay sonra Amerika’ya uçabileceğimi söyledim. Biletleri iptal ettik filan ve ben ertesi günü trenle Paris’e gittim. Paris’te Engin’in bir çevresi var. Yılbaşı gecesi partiye gittik, orada Noelle adlı bir kızla tanıştım. Noelle beni aldı evine götürdü ve daha sonra 1978’de o kızla evlendim. Dört yıllık arkadaşlıktan sonra. Önemli bir dönemdir benim için. Bu arada Amerikalı Joanne Paris’e geldi, ben ne yapacağımı şaşırdım filan. Kazasız belasız atlattım. Engin benim hayatımı iki kez yönlendirdi; mesela beni bir gün sonra arasa bulamayacak, Amerika’da olacağım. Bir keresinde de Noelle’den ayrılıp, üzüntüyle Kopenhag’a kadar gitmiştim. Noelle Engin’i aramış ve o da telefon numaramı vermiş. Noelle geldi Danimarka’ya, ertesi sabah Kopenhag belediyesine girip saat dokuzda, beş dakikada evlendik.
Sana mutluluklar dilerim
Engin’le albüm yapacağız, aradık taradık Romen Didier’i bulduk, piyanist diye. Bir de tam fırlama bir Fransız basçı çıktı karşımıza Michel Solobir. Oturduk, onlarla yaptık albümü. Ortada beste filan yoktu; oturdum beste yaptım teker teker. Teyp filan hiçbir şey yok. Engin’e çal şunu diyorum, ritmi buluyor ve öylece ezbere çalıyoruz. Melodiler kafaya yazılıyor. Böyle çok zor şartlarda hazırladık. Kapalıçarşı, Nilüfer hep o albümdeydi. Nilüfer çok aşık olduğum bir kızın ismiydi üniversiteden. Uzak durdum hep ondan, Yurtdışına gitme hayalim vardı, hep kalbimde kalmıştır sevgisi. Aklıma geldikçe içim burkulur. Dünya güzeli, hanımefendi, olağanüstü hoş bir kızdı. Sonunda, Türk filminde olduğu gibi ‘ Sana mutluluklar diliyorum’ diyerek ayrılmıştık. Çünkü onu da mutsuz etmek istemedim; yapamayacağımı biliyordum. Neyse, sonunda 1976’da yaptık albümü.
Aslında her şeyi vardı Moğollar’ın ilk Fransa’ya gittiğimizde; fakat solist olmaması işleri alt üst etti. Yurt dışındaki başarısızlığı tamamen buna bağlıyorum. İki tane albüm yaptık Engin’le Fransa’da; biri Fransız müzisyenlerle, biri de sadece ikimiz. Üst üste çaldım çalgıları.
Askerlik sorunu vardı, pasaportun süresi bitmişti ve uzatamıyordum. Albümü yaptık ama Fransa’da bir şansı olamayacağını da anladık. Bir de o dönem hayli politik çalışmalarımız oldu Fransa’da. Talebe cemiyetleri ve işçi birlikleriyle bağlantı halindeydik Paris’te. Grup yok, Moğollar bitmişti, boş oturuyorduk. Koro ve folklor ekibi kuralım dedim; kabul ettiler. Dev-Yolcular var, Aydınlıkçılar var, TKPciler var, Maocular var. CHPliler hiç giremiyor, Fransa Türkiyeli Öğrenciler Birliği bu. On kişilik grup yaptık. Devrimci türküler söyleyeceğiz. Bir bakıyorum bazıları söylüyor bazıları söylemiyor, Türküyü değiştiriyoruz, Bu kez yine öbür taraf söylemiyor filan. Yan yana duruyor ama söylemiyor. Ortak bir şey kuramayacaksak ben gidiyorum dedim. Sonunda ortak repertuarı kabul ettiler. Halk oyunlarında kız yok, bir Fransız kızcağız bulundu. O ekiple hayli dolaştık şehirlerde. İşçilere bildiriler dağıtıldı. Bu arada bir gün gazete geçti elimize, bizim dönem mezunlarına dört ay askerlik çıkmış.
Bu arada Türkiye'deyken Selda’ya çaldık, Ali Rıza Binboğa‘ya çaldık. Sonra Moğollar’ın bittiği dönemde Paris’te lokantacılık yaparken bir ara Tülay German’a çaldık Engin’le...