Bu Kalp Seni Unutur Mu

‘GERÇEK, BİR BELGESELİN KARELERİNE BIRAKILMAYACAK KADAR GÖRKEMLİDİR'

10 Mart 2025 Pazartesi 22:57

140 filmde oyunculuk, 31 filmde yönetmenlik, 20’li yıllarda tiyatro, 30’lu yıllarda salon komedileri, 2. Dünya Savaşı sonrası Yeni Gerçekçilik, 50’li yıllarda usta oyunculuk, sonrasında pahalı prodüksiyonlar ve TV şovlarıyla geçen muhteşem serüven.

De Sica’nın öyküsü, iki kadın arasında şekillenmiş özel yaşamında bir türlü mutluluğu yakalayamamış, kazandığı paranın büyük miktarını kumarda yitirmiş, üstün oyunculuğuyla hep zirvede kalmış, kamerasını kapıp sokağa çıkarak Yeni Gerçeklik akımına hizmet etmiş bir sanatçının zengin anı defteri niteliğinde.

7 Temmuz 1901 Sora doğumlu De Sica, Napolili orta direk bir aileye mensup. Roma’da büyüyor, önce muhasebe öğrenimi görüp bankacı olmayı hedefliyor, ardından içine düşen oyunculuk ateşiyle ve babasının büyük desteğiyle bambaşka bir yol seçiyor.

Baba Umberto De Sica (Umberto D filmine adını vermişti), böyle bir yeteneğin sinema tarihine geçecek yapıtlar üretmesine ön ayak olan ilk isim. Kısıtlı aile bütçesinden para ayırıp Vittorio’ya piyano ve oyunculuk dersleri aldırıyor, oğlunun eğitimi için elinden geleni yapıyor...

Vittorio ilk kez on bir yaşındayken Eduardo Bencivenga’nın Il Processo Clemenceau adlı filminde kameranın karşısına geçiyor. Biraz büyüyünce, Stanislavski’nin gerçekçilik anlayışını İtalyan tiyatrosuna taşıyıp Tatyana Pavlova’nın kumpanyasında kendine yer bulmayı başarıyor. Pavlova’nın dersleri De Sica’ya ileride ‘Yeni Gerçekçilik’in kapılarını açacak.

1926’da sinemada ilk ciddi rolüne çıktığında aklı yine tiyatroda; karısı Giuditta Rissone ve Sergio Tofano’yla kurduğu kumpanyayla önce klasikleri sahneye koymayı deniyor, ardından popülerliğe kayıp on yıl boyunca gişe yapan oyunlara imza atıyor.

Bu arada, Mario Camerini’nin yönettiği Gli Uomini Che Mascalzoni (1932) ve Grandi Magazzini’yle (1939) beyazperdede de parlamaya başlıyor. ‘Beyaz Telefonlar’ adıyla anılan salon komedilerinin aranılan oyuncusu ve Otuzlu yılların sonunda ‘yakışıklı’ De Sica, özellikle bayan seyirciyi sinemaya çekmeyi beceren iddialı bir yıldız haline geliyor...

Komediler Devrini Kapatıyor

Yönetmenliğe 1940’da geçmeye karar veriyor. İlk filmi Due Dozzine Di Rose’yi (İki Düzine Gül) Peppino Amato’yla ortak yönetiyor; Amato kameraya, De Sica da oyunculara hükmediyor.

İşe, duygusal komedilerle girişiyor. Mussolini başta; İtalyan diktatör sinemanın önemini kavramış, yönetmenlere geniş olanaklar sağlamış. Tabii her şeyi pespembe göstermeleri, İtalya’nın huzur içinde yaşadığını anlatmaları şartıyla.

Yönettiği, Maddalena Zero In Condotta (1940), Teresa Venerdi (1941), Un Garibaldino Al Convento (1942) Camerini’nin etkisinde kaldığı filmler. Mizah yanı güçlü bu yapıtlara seyirci yakın ilgi gösteriyor.

Ancak, İtalya’nın yaşadığı gerçek bambaşka. Savaşın yarattığı kesif trajedi günlük yaşama egemen olurken De Sica komediler devrini kapatıyor...

Sinemada en verimli dönemi, senaryo yazarı Cesare Zavattini’yle iş birliği yaptığı günlerde yaşıyor De Sica. Bu birliktelik İtalyan sinemasına önemli ürünler armağan ederken, Yeni Gerçekçilik akımının en başarılı filmleri de yine onların imzasıyla yaratılıyor. Profesyonel olmayan oyuncularla gerçek mekanlarda anlattığı öyküler bunlar.

Cesare Viola’nın romanından uyarladıkları I Bambini Ci Guardano/Çocuklar Bize Bakıyor ile geçmişte yaptıklarının üzerine adeta perde çeken De Sica günlük olayların, sokaktaki sorunların keskin gerçeğini yansıtmaya soyunuyor. 2. Dünya Savaşı’nın ardından, terk edilmiş, bir başına bırakılmış çocukların dramını anlattığı Oscarlı Sciuscia ise (1946) İtalyan toplumu için tam bir tokat film.

İtalyan Sineması Sınıf Atlıyor

Ardından Bisiklet Hırsızları’yla işsizlik sorununu ele alıyor; adaleti bir başına sağlamaya kalkışan babanın dramı, De Sica’ya ikinci Oscar heykelciğini ve uluslararası ünü getiriyor. Bu film, 1960’ların sonuna kadar eleştirmenlerin ‘tüm zamanların en iyi on filmi’ listelerinde sürekli var...

De Sica-Zavattini ortaklığından art arda müthiş filmler çıkıyor; Visconti ve Rosselini’nin ‘yeni gerçekçi’ filmlerinin desteğiyle de İtalyan sineması sınıf atlıyor.

Sosyal eşitsizliğe parmak basan Milano Mucizesi’yle yine sıra dışı bir öykü anlatmayı başaran De Sica, yaşlılık ve yalnızlık üzerine çekilmiş en iyi yapıtlardan Umberto D. ile (1951) zirveye ulaşıyor; şiirsel anlatımı, insanlık bilinci ve abartısız yorumuyla tam bir başyapıt ortaya koyuyor.

Neden Yeni Gerçekçilik yolunu seçtiğini bir söyleşide şöyle özetliyor: ‘Gerçek önümüzde dururken, neden garip, yapay öykülerin peşinden koşalım. Edebiyat, uzun zamandır yaşamdaki ayrıntıların önemini anlamış durumda. Bunu da sanatsal bir tatla çok iyi işliyor. Elinde kamerası olan sinema ise bu konuda ondan daha avantajlı. Bence gerçek, basit bir belgeselin karelerine bırakılamayacak kadar görkemlidir ve önemlidir...’.

'Pembe Gerçekçilik'

Zavattini’yle De Sica bir süre daha aynı yolda yürüyor ama, geçmişteki kadar tatmin edici işler çıkmıyor. Sol eğilimli eleştirmenlerce, Amerikan parasıyla ‘Yeni Gerçekçilik’e ihanet edildiği söylenen Stazione Termini/Termini İstasyonu (1953) ve Il Tetto/Yuvasızlar (1953) orta halli işler olarak değerlendiriliyor. Yaptıklarının yeni adı eleştinlere göre artık ‘pembe gerçekçilik’...

Yönetmen, L’Oro Di Napoli ve Moravia’dan uyarlanmış La Ciociara/İki Kadın’la yeniden eski parlak günlerine dönüyor bir süre sonra. La Ciociara’nın ilgi görmesinde, dünya starı olmayı başarmış Sofia Loren’in büyük payı var. Bu yapıtta De Sica-Zavattini ikilisi ticari sinemanın kurallarıyla Yeni Gerçekçilik’ten kalma temaları ustaca harmanlayıp işin püf noktasını buluyor ve iyi hasılat toplamayı başarıyor.

Aslında İtalyanlar daha baştan beri, yönetmenin ‘neo-realist’ bakışına gişede fazla destek vermiyor. ‘Kirli çamaşırları’ dünyaya gösterip Oscar heykelciklerini kazanan ‘gerçekçi’ De Sica, ülke dışında daha fazla ilgi görüyor. Halk ise kendi halini seyretmek istemiyor. Ne zamanki İtalyan komedilerine dönüp milleti güldürmeye başlıyor; işte o zaman İtalya’da yeniden zirveye oturtuluyor.

Yabancı Parasıyla Film

Artık, yabancıların parasıyla büyük prodüksiyonlara soyunuyor ve filmlerinde sanatsal endişeden çok ekonomik arayışlar öne çıkıyor. Ieri Oggi e Domani/Dün Bugün Yarın (1963), Matrimonio All’Italiana (1964), Caccia Alla Volpe (1965), Un Mondo Nuovo (1966) hep bu hedefin sonucu çıkmış yapıtlar. De Sica’nın kamera önünde canlandırdığı yeni tipler ise yaşı geçkin çapkınlar, zevk ve sefa içinde yaşayan zenginler.

Arada sırada film de yönetiyor. 1972’de Finzi Continiler’in Bahçesi’yle gelen Berlin’den Altın Ayı ve Oscar heykelciği, sinemada bir ömür tüketmiş, ister gerçekçi, ister pembe melodramlar olsun daima insanın peşinden gitmiş bir ustanın parlak kariyerini süsleyen onur ödülleri.

Son filmi Il Viaggio’nun galası için bulunduğu Paris’te 13 Kasım 1974’de yaşama veda eden De Sica, İtalyan sinemasına oyunculuğuyla, yapımcılığıyla, yönetmenliğiyle yepyeni bir hava getiren, elini attığı her sahada hep farklı ses duyurmayı ve Akdenizli sıcacık kişiliğini beyazperdeye yansıtmayı başaran bir büyük yıldız kartvizitiyle tarihe geçiyor.



Diğer Haberler