Filmi “başyapıt” diye niteleyen bir kişi, Robert De Niro’nun buradaki performansıyla ödül alması gerektiğini belirterek, “Yine de hiçbir film 3,5 saat olmamalı. Scorsese filmi olsa bile” diyor. Bir başka kullanıcıysa, “Film üç saati aşıyor ve dürüst olmak gerekirse bu sinema efsanelerini bir üç saat daha izleyebilirim” diye yazdı.
The Irishman, 75 yaşındaki De Niro’nun 1959’da geçen sahnelerde 30 yaşında görünmesini sağlamak için birçok CGI tekniğine ihtiyaç duyulduğundan Scorsese’nin şimdiye kadarki en pahalı projesi oldu. Charles Brandt’in I Heard You Paint Houses, The Irishman kitabından uyarlanan film, De Niro ile Scorsese’nin dokuzuncu ortak filmi.
HÜRRİYET GAZETESİ'NİN FİLM ELEŞTİRMENİ UĞUR VARDAN NELER YAZDI:
Martin Scorsese, Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel gibi bir ‘Rüya takım’a sahip son filmi ‘The Irishman’de, daha önce ‘GoodFellas’, ‘Casino’ gibi filmleriyle ziyaret ettiği mafya dünyasından ölçülü bir destana imza atıyor. Netflix ekranlarında gösterilen ve 3 saat 29 dakikalık süreye sahip olan yapım açgözlülük, şiddet, hırs, ihanet, siyaset, yolsuzluk ve yaşlılık gibi temalarda dolaşıyor.
Martin Scorsese, 77 yaşının baharında en iyi bildiği sulara geri dönüyor...
Geçen çarşambadan itibaren Netflix ekranlarında izlenen son filmi ‘The Irishman’, kendince belli işleyiş kurallarına sahip, şiddetin en önemli davranış biçimi ve bir tür kod olduğu, sık sık racon kesilen erkekler dünyasında geçiyor... Bu dünyanın evrensel dildeki karşılığı ise bilindiği gibi ‘mafya’... Emektar yönetmen kariyeri boyunca çizgi dışına taşanları ve suç kavramıyla kişisel ya da sosyal nedenlerle yolu kesişenleri perdeye taşıyıp durdu. Ayrıca ‘mafya’ özeline de ‘Good-Fellas’ ya da ‘Casino’ gibi yapıtlarıyla girdi. Bu açıdan 3 saat 29 dakikalık bu son adımı onun ‘The Godfather’ı sayılır mı diye bir soru da akla geliyor. Kim bilir, belki ama ‘The Irishman’ daha çok geniş bir zincirin son halkası gibi duruyor...
Peki bu, güzergâhını karanlık koridorlarda belirleyen destansı gezi neyi anlatıyor derseniz şöyle: Steven Zaillian’ın Charles Brandt’in ‘I Heard You Paint Houses’ adlı kitabından uyarlayarak yazdığı senaryodan çekilen yapımın odağında Frank Sheeran var. İtalyanların hâkim olduğu dünyaya giren ve burada adım adım yükselen bir ‘tetikçi’nin öyküsü bu. Hayatını kimi işletmeler için taşımacılık yaparak kazanan eski kamyon şoförü, geçmişte, bozulan motorunu tamir eden mafya babası Russell Bufalino’nun kadrajına giriyor, onun küçük çaplı cinayet ve tahsilat işlerini hallediyor ve nihayetinde büyük denizlere açılarak ünlü sendika lideri Jimmy Hoffa’nın bir tür koruyucusu ve dert ortağı oluyor...
‘The Irishman’, Sheeran’ın serüvenini üç farklı yaşta ve dönemde anlatıyor. Bir hastanede, tekerlekli sandalye üzerinde geçmişe dönük anılarla başlayan film önce hikâyenin başına, sonra iç içe geçmiş girift mafyatik ilişkilere ve nihayetinde düğümün çözülmesine uzanıyor.
Karanlık güçler ve Hoffa
Bu dağılımda ana duraklardan biri olan Hoffa, Amerika’ya özgü sendikal hareketin en önemli isimlerindendi. Bazen karanlık güçlerin içinde yer aldı, bazen de o güçlerin hedefi haline geldi. İçeri girdi, uzun bir süre hapis hayatı yaşadı, dışarıya çıktığında ise sendikal hareketine kaldığı yerden devam etmek istedi ama başaramadı. 1975’te ortadan kayboldu ve bir daha bulunamadı. Ölümüne dair birçok söylenti ve teori ortaya atıldı, gerçek anılardan perdeye taşınan ‘The Irishman’in tarihsel işlevlerinden biri de bu cinayete ışık tutması olacak...
Scorsese, bu upuzun suç destanını Amerikalı bir eleştirmenin de altını çizdiği gibi açgözlülük, şiddet, hırs, siyaset ve yolsuzluk gibi temalardan beslenen büyük bir Amerikan tuvaline dönüştürüyor. Aslında ‘The Irishman’ için yönetmenin belki bakış olarak değil ama gezindiği sular itibariyle ‘en politik filmi’ demek de mümkün. Çünkü öykü bir yerde gelip 60’larda Amerikan siyasetinin nasıl dizayn edildiğine de kendince tarifler getiriyor. Sheeran Küba’yla yaşanan ‘Domuzlar Körfezi’ krizinde Castro muhalifleri için silah taşıyor, mafya seçimlerde sandıklarda rol oynuyor ve nihayetinde film, John F. Kennedy’nin suikastına karanlık güçlerin ne türden dahli olduğuna dair kendince fikir yürütüyor.
Tabii ki Scorsese’nin suç dünyalarında daha önce gezilerinin bütün duraklarında olduğu gibi burada da aile ilişkileri ön planda. Özellikle de bütün yaşananların sessiz tanığı gibi duran ve olaylara ilişkin yargısını ve de vicdani tepkisini gözleriyle ifade eden Sheeran’ın kızı Peggy gibi. Çocukken, babasının kendisine kötü davranan bakkala karşı ‘şiddetli’ çıkışından beri aralarına mesafe koyan Peggy, bu tutumunu hayat boyu sürdürüyor ve benzer bir durumu Russell Bufalino’yla da yaşıyor. Ama iş Jimmy Hoffa cephesine gelince, kurt sendikacıyı adeta babası yerine koyuyor.
Şiddetin anatomisi
Scorsese, kariyeri boyunca insan denen mahlûkatın şiddete yatkınlığını kendisi için temel meselelerden biri olarak görmüştü. Hatta 1600’lerde Japonya’da Budist sistem tarafından acı çektirilen cizvit rahipleri anlattığı, iyi çekilmiş bir Hıristiyanlık propagandası niteliğindeki bir önceki filmi ‘Silence’ta bile bu derdin izleri vardı. ‘The Irishman’de ise öykü bir ara İkinci Dünya Savaşı yıllarına uzanıyor ve ana karakterinin İtalya cephesinde savaşırken iki Alman esirini savaş suçu işleyerek öldürmesini gösteriyor. Bu da öykünün genel gidişatında Frank Sheeran’ın içindeki şiddetin köklerini göstermek bakımından ilginç bir hamleydi. Son bölümdeki yaşlılık, yalnızlık, nedamet, elden ayaktan düşme ve hesaplaşma da filmin en hayata dair ‘öğretici’ duraklarından. Ben JFK’in ölümünde, Hoffa’nın bayrağın yarıya indirilmesine tepki gösterme sahnesini de, etkisi bakımından çok beğendim.
Bu arada yönetmen bu son adımıyla bir kez daha adeta genlerine dönerken filmografisi boyunca kendisiyle yol arkadaşlığı yapan gövde isimleri de kadrosunda toplamış gibi: Robert De Niro, Joe Pesci, ilk göz ağrısı Harvey Keitel... Bu ağır toplara Al Pacino da eklenmiş. Klişe olacak ama hepsi muhteşem oynamışlar. De Niro ise bilgisayar destekli -nispeten- gençleştirilmiş sahnelerde “Bir Zamanlar Amerika’da”dan kadrajlar sunuyor adeta.
Eski bir tadı hatırlamak...
İşlenilen her cinayet sonrası suya atılıp dipte bir galeriyi andıran şekilde yatan silahlar, mutfakta yemek hazırlanırken alınan cinayet kararları, General Patton’a göndermeler, Elvis, Beatles üzerinden Hoffa’ya ilişkin benzetmeler, suç dünyasının labirentlerinde yer almış kişiliklerin hangi yıl, nasıl öldürüldüklerine dair altyazılı bilgiler derken Thelma Schoonmaker’ın her daim maharetli elleriyle biçimlenen kurgu ve Scorsese’nin bilinen usta işi dinamik anlatımı ‘The Irishman’de de karşımıza çıkıyor ve film, upuzun süresine rağmen su gibi akıp gidiyor. Peki bu bir başyapıt mı? Elbette cevaplar sübjektif olacak. Bana kalırsa değil ve mesela ben aynı yolun yolcusu ‘Goodfellas’ı daha çok seviyorum...
Ama ‘The Irishman’i izlerken sanki bir ‘zaman tüneli’nde yolculuk ettim ve günümüz sinemasının ürettiği birçok ‘fast food’ üründe karşıma çıkmayan eski bir tadı, nefaseti buldum (Marvel’ın birkaç filminde de bulmuştum ama!) ve “Doğru ya, bir zamanlar böylesi lezzetler de vardı” türü bir hisse kapıldım. Sonuç olarak bu şiddet, ihanet, ikiyüzlülük, karanlık güçler, siyaset ve yaşlılık gibi limanlarda gezinen ölçülü-biçili mafya destanını mutlaka izleyin derim.