ELEŞTİRMENLER NE DEDİ?

HAFTANIN FİLMLERİYLE İLGİLİ ELEŞTİRMENLER NE DEDİ?

04 Temmuz 2021 Pazar 16:56

ADALETİN ELİ

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Yabancı eleştirmenler ayılıp bayılmamış olabilir... Ben kendi adıma bu filmi yalnız haftanın en iyisi değil, son günlerin de en iyilerinden biri saymaya eğilimliyim...  Film tüm dinlerin, felsefelerin ve sanatların ana temalarından önde gelen birine dayalı: iyi ve kötünün bitmeyen savaşımı... Hikâyenin Jonathan Easley tarafından sağlam biçimde yazılmış, bundan önce sadece 2018'de çektikleri Small Town Crime - Küçük Kasaba Cinayeti filmiyle tanınmış Eslom ve İan Nelms kardeşlerce de gayet iyi sinemalaşmış olması filme değer kazandırıyor. Johnny Derango imzalı kamera, yumuşak ve kaygan kullanımıyla filme ayrı bir akışkanlık getiriyor. Oyuncular da bence gayet iyi. Özlediğimiz iki büyük isim, Cash'da Orlando Bloom ve Büyük Kedi'de Andie MacDowell gerçekten de çok çok iyiler. Özellikle çok zamandır görmediğimiz MacDowell'in dişi şeytanı, gelecek yılın Oscar'larında adaylık getirebilir...'

 

ALİ ULVİ UYANIK (Ali Ulvi ile Sinema): ADALETİN ELİ - Geçmişinden Kurtulabilecek mi? - Film İnceleme #redrighthand (youtube.com)

 

 

AİLE ÇIKMAZI

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '...  Birçok açıdan rahatça izlenen bir film... Çekimleri harika, kamerası yeterince kaygan... Kalabalık otobüslerde geçen sahneler gayet matrak...  Kadın kadına dövüş sahnesi ya da kişilerin ikide bir "Hadi Yau!" demesi sempatik... Ve içerdiği tek aşk şarkısı da kocanın yatak sahnesine eşlik eden... Genelde hepsi iyi olan oyuncular arasında özellikle ergenleri oynayanların başarısı da anılmalı. Bir de Perihan'ın bana ne kadar Hümeyra'yı hatırlattığını eklemeliyim. Ama öte yandan, karakterlerin birçoğu aşırı karikatürize edilmiş. Ayrıntılar eksik, oyun tarzları çok abartılı. Demek ki kusursuz olmayan, ama yine de görülmeye değer bir film...'

 

 

NEANDRİA

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... “Beş Vakit”in mekanında, “Kosmos”vari imamların, “Hayat Var”daki babaların, “Jîn”deki kötü adamların olduğu tanıdık bir Reha Erdem evrenindeyiz aslında yine. Ama tanıdık olmayan bir sinema bu. Mizansen duygusunu, atmosfer kurma gücünü biraz gerilere itmiş, sözünü daha doğrudan söylemeyi, insanın kendisiyle ve doğa ile kurduğu ilişkiye dair cevaplar vermeyi öncelemiş bir Reha Erdem sineması bu. Meselesini seyirciye geçirme telaşının, sinemasına galebe çaldığı bir Reha Erdem durağı sanki “Neandria”... Şakayla karışık, “Neandria”nın Ken Loach’ın dünyanın gidişatına cevap olarak çektiği son birkaç ‘misyon filmi’ni çağrıştırdığını söylemeden geçmeyelim. On yıl önce Reha Erdem’e sinemasının Ken Loach ile aynı cümlede kullanılacağı söylense “Benim yaptığım sinemaya en uzak seçenek olarak tabii” diye cevaplardı muhtemelen...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Neandria’ zekice referanslarla dolu, dünyanın gidişatına ilişkin vurgularda bulunan ekolojik bir sesleniş. Ben filmin en çok haleti ruhiyesini, gençlere olan inancını, içerdiği umudu, sıkışmışlık arasındaki arayış çabalarını, karakterlerinin özgürlüğe tutkularını beğendim. Dengenin bir yanında güzelim doğa parçası üzerinde taş ocağı açanlar, onlara yardım ve yataklık yapanlar, gücün karanlık tarafına geçenler, kötülük denen kavramın insan suretine bürünmüş halleri var... Diğer yandaki Suna, Mako, Filiz ise gençliğin, ümidin yeşeren filizleri. Gelecek onlar vasıtasıyla biçimlenecek, türümüz kim bilir belki yok olacak, yeryüzünden silinecek ama geride bu değerli çabalar, bu derin ayak izleri kalacak. Reha Erdem elbette “Yaşlılara yer yok” demiyor ama yaşlanan ve giderek çürüyen düzenlere dikkat çekiyor. Etkileyici kadrajlarına Florent Herry’nin, çarpıcı müziğine de Alican Çamcı’nın imza attığı ‘Neandria’yı kaçırmayın....'

 

GECE YÜZÜŞÜ

ALİ ULVİ UYANIK (Ali Ulvi ile Sinema): Gece Yüzüşü - Film İncelemesi #geceyüzüşü #nightswimmovie (youtube.com)

 

 

DUNE: ÇÖL GEZEGENİ BÖLÜM 2

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Film kimi tuhaflıklar da içeriyor. Örneğin bir bölümde her şey birden siyah-beyaza dönüşüyor. İnsanlar da aynen öyle!... Ya da bir bölümde içilen bir çöl suyunun içenlerin hepsini mavi gözlüye dönüştürmesi!... Ayrıca çok ilginç sahneler var: geceleyin kısa ama çok hoş bir çöl balesi; sonundaki muhteşem düello... Ve tüm bunlara çok iyi uyan yine şaşırtıcı, Hans Zimmer imzalı bir fon müziği... Görüntü ustası Greig Fraser'in katkıları yine çok büyük... Dune tıpkı bir önceki film gibi, Kanadalı Denis Villeneuve'ün elinden çıkma. 1988'de kısa filmlerle işe başlayan Villeneuve'ün ilk filmi yine bir bilim-kurguydu: Cosmos. Ardından Maeiström, İncendies - Yangın, Enemy - Düşman, Sicario, Arrival - Geliş, Blade Runner - Ölüm Takibi (ünlü Ridley Scott filminin yeniden çevrimi)... Ve beş yıllık bir sessizlikten sonra artarda bu iki önemli film geldi...'

 

ALİ ULVİ UYANIK (Ali Ulvi ile Sinema): DUNE ÇÖL GEZEGENİ 2. BÖLÜM - Film İncelemesi #shorts #dunepart2 (youtube.com)

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bu arada filmin dolaştığı duraklara dönersek sömürgecilik, sisteme başkaldıran Fremenlerin düzenli orduya yönelik gerilla taktikleri, bir yandan körü körü inanca ilişkin mesajlar derken evet, ‘Dune 2’nin ilk adımda da kimi öncüllerini gördüğümüz ideolojik bir tabanı var. Ama yönetmen Villeneuve’ün tıpkı Christopher Nolan’da gördüğümüz üzere kendi varlığını öne çıkarma çabasıyla dolu yönetmenlik stili, bütün bu siyasi referansları yüzeysel okumaların ötesine taşıyamıyor. Gelinen noktada Paul Atreides seçilmiş kişi, gerilla, politik bir figür, âşık gibi çokkimlikli bir yapıya sahip, aynı zamanda babasının intikamını almak için çabalıyor. Öykü bize bir yandan onun bir Makyaveliste dönüştüğünü de söylemek istiyor gibi ama film kitlelerin onu kahraman olarak algılama çabasına daha çok yaslanıyor.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Villeneuve, ilk filmde olduğu gibi ezberlenmiş Dune imgelerinden elinden geldiğince uzak duruyor. Özellikle, popüler kültürde Dune deyince akla gelen şaha kalkmış dev solucan imgesini boş vermesini unutmamak gerek. Villeneuve, onun yerine grafik olarak çölle bütünleşen, içinde yaşadığı kumlardan ayrıştırılması zor yeni bir solucan imgesiyle çıkıyor karşımıza. Fremenler, solucanlar, çöl ve baharat arasındaki ilişki zaten her şeyin sırrı gibi… Villeneuve de filmin resimlerini bu mükemmel harmoni üzerine kuruyor. Özellikle Fremenlerin dev solucanların üstünde yaptıkları çöl sörfü sahneleri filmin epik duygusunu yükseltiyor.

Hans Zimmer’in ritim ağırlıklı elektronik tınılı kompozisyonları, zihnimizdeki epik film müziği fikrine pek uymuyor açıkçası. Ama filmin yarı rüya yarı gerçek havasını mükemmel şekilde yansıttığını düşünüyorum. ‘Dune: Çöl Gezegeni Bölüm 2’, ilkine oranla aksiyon severlere daha çok hitap eden bir film. Son olarak, savaş sahnelerinin fazlalığı ve içerdiği yoğun şiddet nedeniyle ilkine oranla daha az sevdiğimi söylemek isterim.'

 

 

SENDEN BAŞKA

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): ... Filmin bir başka özelliğini de unutmayalım. O da bize sunduğu seks ve de çıplaklık sahneleri. Ve bunların cüretkârlığı... Üstelik bu hem kadın, hem de -neredeyse daha çok- erkek bedenlerini içeriyor. Ve iki cinsin de görülmedik yerleri kalmıyor!... Bu sahnelerin estetiği de var kuşkusuz. Ve iki dominant aşk: Bea ile Ben'inki. Ve de bir lezbiyen tutku... İşte tümü iki yıla sığmış olan macera bu... Çok iyi oynanmış, yeterince iyi yönetilmiş. Sydney Sweene ve Glenn Powell iki aşıkta gayet doyurucu. Ayrıca Dermot Mulroney, Rachel Griffiths gibi eskiler de çok iyiler. Zaman zaman biraz fazla zeki olmaya kalkıştığı için yer yer seyirciyi yorsa da, sonuç olarak görmeye değer bir film.'

 

 

DÖRT KIZ KARDEŞ

ALİ ULVİ UYANIK (Ali Ulvi ile Sinema):  DÖRT KIZ KARDEŞ - Belgesel Dalda Oscar Adayı - Film Yorumu (youtube.com)

 

 

BOB MARLEY: ONE LOVE

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... İşte böylesine bir hayat. Trajik, ama konserlerindeki neşe ve coşkunluk, yine de "güzel bir ömürmüş" dedirtebilir. Ama film tümüyle bu yaşamı hak ediyor denemez. Eksik olan bir şeyler var: o egzotizm, öyle bir sanatçıya yakışacak enerji... Bunlar eksik... İyi, hem de çok iyi olan, başroldeki Kingsley Ben-Adir. Bu yakışıklı oyuncu filmdeki şarkıları da söylüyor mu, bilmiyorum. Ama role gerçekten hayat veriyor. Ve filmin sonunda, gerçek yüzler geçidindeki Bob'u görünce, gayet mutlu oluyorsunuz: İyi ki iki saate yakın gerçek Bob Marley yerine, çok güzel bir yüzü izlediğiniz için!...'

 

 

MADAME WEB

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Son dönemin kalburüstü dizilerinde çalışmış S.J. Clarkson’a emanet edilen yapımın sorunu daha çok senaryo gibi duruyor. “Morbius”, “Lost in Space”, “Son Cadı Avcısı”, “Dracula Başlangıç” gibi filmlerde birlikte çalışan Matt Sazama ve Burk Sharpless ikilisine eklenen Claire Parker’ın iyi iş çıkardığını söylemek zor. Belki koşturmacaya biraz ara verip karakterlerin dünyalarına girilseydi bir nebze daha iyi olabilirdi kimbilir.'

 

 

ZAFERİN RENGİ

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Evet, film üzerine daha söylenebilecek çok şey var. Yönetmen Abdullah Oğuz birçok video filmi, TV filmi veya dizisinin yanı sıra, birkaç filmiyle de hatırlanıyor: Mutluluk, (Zülfü Livaneli'nin bir romanından uyarlanmış), Senden Bana Kalan, İlk Adım: 1919 gibi... Ghasem Ebrahimian'ın görüntüleri, Yıldıray Gürgen'in müziği anılmaya değer. Çok zengin oyuncu kadrosundan hangisini saymalı? Hepsi şahane; ama beni en çok etkileyenler Galip Bey'de Kubilay Akar; Peyker'de Gülperi Özdemir; Mustafa Kemal'de Yiğit Özşener; Yüzbaşı Bennett'de Yılmaz Bayraktar (ki hem İngilizceyi, hem de İngiliz aksanlı Türkçeyi gayet iyi konuşuyor!); onun sevgilisi Vera'da Gonca Vuslateri oldu diyebilirim...'

 

ALİ ULVİ UYANIK (ALİ ULVİ İLE SİNEMA): ZAFERİN RENGİ - Fenerbahçe'nin Vatan Savunmasındaki Yeri - Film İncelemesi (youtube.com)

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Abdullah Oğuz’un tüm futbol sahnelerini ustaca çektiğini düşünüyorum. Top çalmalar, paslaşmalar, pozisyona girmeler ve gol kaçırmalar mizansen kokusu vermiyor. Dönem filmi olarak baktığımda, formalar başta olmak üzere kostümleri ve prodüksiyon tasarımını detaylı ve çok özenli buldum. Ghasem Ebrahimian’ın görüntü yönetimi de filmin teknik artılarından biri. Ansambl oyunculuğun öne çıktığı bir film ‘Zaferin Rengi’. Kubilay Aka, Gülper Özdemir, Yılmaz Bayraktar ve Nejat İşler gibi temel karakterleri canlandıran oyuncuların yanı sıra tarihi şahsiyetlerde kısa süreli rollerde karşımıza gelen sürpriz isimlerle birlikte oyunculuk, filmin sağlam yanlarından biri. Hikâyenin kritik anlarında devreye giren, sürekli kılık değiştiren Topkapılı Cambaz Mehmet Bey rolündeki Timuçin Esen’i unutmayalım. Yeri gelmişken, Cambaz Mehmet Bey’in liderliğini yaptığı, dönemin milli istihbarat teşkilatı Mim Mim Cemiyeti’ne yapılan saygı duruşu da önemli. ‘Zaferin Rengi’ sadece Fenerbahçelilere seslenen bir taraftar filmi değil. Başta da vurguladığım gibi öncelikle iyi bir Millî Mücadele filmi. Finalde, filmdeki gerçek karakterlere yapılan saygı duruşuyla birlikte daha çok anlam kazanıyor ve duygusallaşıyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Abdullah Oğuz imzalı ‘Zaferin Rengi’ geçen yüzyıl başında çöken bir imparatorluğun külleri arasından doğan yepyeni bir devletin kuruluş öyküsünü, ülkenin bugün itibariyle en bilinen kulüplerinden Fenerbahçe’nin futbol şubesi üzerinden anlatıyor... Futbol filmleri arka planındaki toplumsal olaylarla, tarihsel akışla, ait olduğu dönemin yansımasıyla önem kazanır ve geleceğe kalır. ‘Zaferin Rengi’nde bu çaba fazlasıyla var, aslında Abdullah Oğuz’un yapıtı ‘futbol filmi’ tanımının ötesine geçiyor, neredeyse Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in kurulma öyküsüne dönüşüyor. Bütün bu mücadeleyi ve süreci sadece Fenerbahçe cephesinden ele almak tarihsel açıdan ne denli doğru bilemiyorum tabii ki ama merkeze koyduğunuz bir sevdayı (Fenerbahçe) böyle bir yorumla perdeye taşımak elbette kabul edilebilir bir çaba...'

 

ŞENAY AYDEMİR (artigercek.com): '... “Zaferin Rengi” daha adından başlayarak düştüğü hatayı, finalde taçlandırıyor. Yani direnişi değil, kulübü yüceltmenin bir aracına dönüşüyor. Dolayısıyla filmin her bir parçası ancak Fenerbahçe ile kurdukları ilişki üzerinden bir değer kazanıyor ya da değersizleşiyor. Bu haliyle de ülke kamuoyuna (futbol kamuoyu da diyebiliriz) değil, daha çok içeriye kendi tabanına sesleniyor film. Buna cevap olarak okulu bırakıp Çanakkale Cephesi’ne giden Galatasaray Lisesi’ler filmi gelirse birkaç yıla hiç şaşırmamak gerekir!

 

 

ARGYLLE- GİZLİ CASUS

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bu sonuç olarak özgün bir film. Estetik, fantastik, komik ögelere belli bir animasyon - canlandırma duygusu da eklemiş. Stilize, absürt ve eğlendirici. Yer yer biraz sıksa da... Ve bir kediye sinemada görülmemiş ölçüde bir baş rol vermiş. Ahmet Hakan veya Ömür Gedik'in bayılacağı türden bir iş!... Ama şunu da söyleyeyim, baştan sona tüm sahnelerde onun gerçek bir kedi olduğu söylenemez!... Bu arada finaldeki dans, kavga ve atraksiyon karışımı bölüm de kolay kolay unutulamaz. Yönetmen Matthew Vaughn 1971 doğumlu bir İngiliz yapımcı-yönetmeni. 2004'ten itibaren az, ama öz film yönetmiş. Bir Dilim Suç, Yıldız Tozu, Göster Gününü, X-Men, üç filmle seriye dönüşen Kingsman... Ve de bu film. Diğerleri kadar açıkça popüler olamaz herhalde; ama ustalığı birçok açıdan kendini gösteriyor...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  ‘Argylle: Gizli Casus’, biçimin her şeyiyle öne çıktığı bir film. Vaughn, kan içermeyen dövüş ve aksiyon sahnelerinin çoğunu grafik şiddete fazlasıyla yer veren bir bale gibi düzenliyor. Öyle ki koreografi duygusu, özellikle iki sahnede çok baskın hale geliyor; film nerdeyse dans şovuna dönüşüyor. Elly ilkinde bir çeşit buz pateni gösterisi yapıyor. İkincisinde ise fonda renkli sisler eşliğinde bir tür aksiyon balesi seyrediyoruz. Söz konusu iki sahne, filmin yapısını yansıtıyor; olup bitenleri çok fazla ciddiye almamız gerektiğini bir kez daha anımsatıyor. Aslında başka sahnelerde de hikâyenin aksiyon için bahane olduğunu düşünmemek elde değil. Oysa ‘Kick-Ass’ ve ‘Kingsman: Gizli Servis’te tüm biçimsel oyunlara rağmen hikâye alt metinleriyle birlikte sağlam şekilde yerinde durur. Burada ise tam aksine giderek yüzeyselleşiyor. Ama öylesine zengin bir aksiyon menüsü var ki yüzeysellik çok da filmin aleyhine işlemiyor; sadece puanlarını düşürüyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Jason Fuchs’un kaleme aldığı senaryo Elly Conway’in kurgusal karakteri Argylle’la gerçek ajan Aidan arasındaki gelgitlerde dolaşıyor. Birinin yakışıklı, uzun boylu fiziksel özellikleriyle öne çıkan bir modelle, diğerinin daha sıradan bir prototiple sunulması bence filmin öne çıkan hoşlukları arasındaydı. Yani casuslar James Bond gibi her daim ‘janti’ değildirler, aksine süklüm püklüm olabilirler. Ayrıca bir okur buluşmasında en bilinen casusluk romanlarına imza atanların, yani Ian Fleming ve John le Carré gibi isimlerin gerçek casus olmalarına yapılan vurgu da bence iyiydi. ‘Argylle: Gizli Casus’ aslında ana yatağını ikinci yarısında bulan bir yapım. Başlarda yarattığı kurgusal karakterin gerçek ajanlar dünyasındaki yansımaları arasında dolaşan nahif bir yazarın, uzak durduğu bir ortamın içine sürüklenmesini izlerken sonrasında işler başka boyuta taşınıyor. Bu kez de bir hafızanın yerine gelme sürecine tanıklık ediyoruz. Aslında ben bu yanıyla da Matthew Vaughn’un sanki ‘Jason Bourne’a bir selam gönderdiğini düşündüm...'

 

 

AŞK MEVSİMİ 

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Film bence lineaire- çizgisel olarak değil, daha çok mozaik biçiminde anlatılmış. Yer yer eskiye gidip gelme olayı da dikkat çekiyor. Tam yerinde gelen şarkıların etkisi olumlu  Ama belki en  önemlisi o yine Bozcaada’da gelen final. Sinemada finali en hüzünlü olan filmlerden biri bu...Giderseniz göreceğiniz gibi... Murat Şeker doğrusu özgün bir filme imza atmış. Ali Tanrıverdi’yle birlikte kotardıkları senaryo da sağlam. Baş rollerde Şirin ve Ali Yaman’ı canlandıran Dilan Çiçek Deniz, ve Cem Yiğit Üzümoğlu’nu gerçekten beğendim.  Sevilen oyuncular Perihan Savaş ve Fırat Tanış kısa rollerde pırıldıyorlar. Ve tüm kadro ekranı yeterince dolduruyor. İşte sizlere olabildiğince objektif (tarafsız) kalmaya çalışarak yazdığım bir  eleştiri. Sinemamızın MGM aslanı gibi kükremeye başladığı şu günlerde görülmesi gereken filmlerden biri de işte bu...'

 

ÖĞRETMENLER ODASI 

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '...  Film yer yer kolay unutulmaz sahneler içerir. Hele biri... Etrafında selam bile vermeden hızla gelip geçen kalabalık bir ortamda, bayan Nowak yapayalnız yürür. Sinema açısından görkemli bir sahne... İşler iyiyken, birlikte en büyük ve paylaşılan bir neşe içinde eğlenme sahnesi... Ya da öğrencilerin sınıfta toplu biçimde bağırdığı bölüm... Ve de final. Açık söyleyeyim; ben kaçınılmaz olarak aşırı dramatik bir son bekledim. Ama final, içerdiği hüzünle belki çok daha etkileyiciydi. Bu arada filmde konuşulan dilleri de vereyim: Almanca, Türkçe, İngilizce ve de Lehçe (yani Polonya dili)... Filmin başarılı yönetmeni İlker Çatak'a gelince... 1984 Berlin doğumlu sanatçı orada çalışmış. Yazar-yönetmen Çatak 2010'lu yıllarda Zeitaum ve Söz Senettir filmleriyle ilgi çekmişti. Bu filmin Oscar adaylığı elbette onu daha iyi tanıtacak. Kendisine gönülden başarılar diliyorum...'

 

ŞENAY AYDEMİR (artigercek.com): '... “Öğretmenler Odası”, 2008 yılında Cannes’da Altın Palmiye kazanıp, Oscar’da uluslararası film dalında aday olmuş Laurent Cannet imzalı “Sınıf / Entre Les Murs” filmiyle eşleştiriliyor çoğu yerde. Haksız bir eşleşme değil ancak iki film aradan geçen 15 yılda Avrupa’nın görünümü açısından çok ayrışıyor kanımca. “Sınıf”, Fransız eğitim sistemini eleştirirken farklı etnik kökenlerden gençlerin birlikte yaşama olasılığına inanmak istiyordu bir yandan. Oysa “Öğretmenler Odası” geri dönülemez bir parçalanmanın ipuçlarını veriyor daha çok. “Öğretmenler Odası” filmi, İlker Çatak’ın önceki yapımları düşünüldüğünde büyük bir sıçrama olarak kabul edilebilir. Bunda “Babylon Berlin” dizisinden hatırladığımız Carla’ya hayat veren Leonie Benesch’in performansının payını da unutmayalım. Bir de ilk filminde Oskar karakterinde harikalar yaratan Leonard Stettnisch’i not düşelim. Ki bütün çocuk oyuncular oldukça iyi. “Öğretmenler Odası”, haftanın en dikkat çeken yapımı olarak izlenmeyi hak ediyor.'

 

 

RÜYA SENARYO

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... “Rüya Senaryo”, sosyal medya çağında “Sizin ne olduğunuz değil, başkalarının kafalarında sizi nasıl konumlandırdığı önemlidir” diyor özetle. Kötü birini iyi, iyi birini vahşi; yobazı demokrat, demokratı ‘terörist’ görebilirsiniz! En nihayetinde gerçekte olup bitene değil, gördüğünüz rüyaya inanmaya bakar her şey. Kristoffer Borgli, yer yer fantastik, çoğu zaman da absürt bir dil tutturmayı başarıyor. Bu da seyir zevkini daha da artırıyor. Filmin dikkat çekici kurgusuna da imza atmış yönetmen. Açıkçası çok iyi bir oyuncu olduğunu kabul etmekle birlikte Nicolas Cage’e bir türlü ısınamadığımı itiraf etmeliyim. Ancak bazı yapımlardaki (Yüz/Yüze, Elveda Las Vegas, Tersyüz, Birdy vb.) unutulmaz performanslarının hakkını yemeyelim. “Rüya Senaryo” benim açımdan bu listeye eklendi. Filmi tek başına sırtlamayı başarıyor emektar oyuncu. “Rüya Senaryo” haftanın ilgiye değer yapımlarından.'

 

 

KAPTAN BENİM

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Kimi yazarlara göre antik kültürlerden ve efsanelerden yararlanan bu film, İtalyan ustası Matteo Garrone'nin elinde modern bir başyapıta dönüşür. Öncelikle Seydou kimliğinin öylesine iyi işlenmiş, yani hem çok iyi yazılıp hem de bir amatör tarafından çok iyi canlandırılmış bir karaktere dönüşmesi... Bu sanki modern sinemanın mucizelerinden biri olup çıkar. Seydou'yu oynayan Seydou Sara ve Moussa'daki Mustafa Fall bu mucizenin yaratıcıları arasına girer. Yönetmene gelince... Matteo Garrone saygın bir İtalyan yönetmeni. 1966 doğumlu (58 yaşında). 1996'lardan beri çalışmış. En iyi filmleriyse 2005'lerden sonra: Gomorra, Dogman, Pinokyo, Dior Efsanesi. Ve bu film. Ki sanırım en iyisi... Görmeye çalışın derim.'

 

CEM KARACA'NIN GÖZYAŞLARI

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Yönetmen Yüksel Aksu'nun anlatımı da birinci sınıf. O konser sahneleri; gece Boğaz boyunca yürüme olayı ve bunun usta işi bir travelling - kaydırmayla verilmesi; o havaalanındaki karşılama bölümü... Tüm bunları unutmak kolay olmayacak. 1966 Muğla doğumlu Aksu'nun 2000'lerden itibaren Dondurmam Gaymak, Entelköy Efeköy'e Karşı, İftarlık Gazoz gibi çok popüler filmleri ve yine çok sevilmiş TV dizileri var. Bu film onun için iyi bir dönüş olmuş. Ve elbette oyuncular. Burası mucizelerle kaynıyor. Öncelikle uzun zamandır görmediğimiz İsmail Hacıoğlu'nun Cem Karaca'ya dönüşmesi olayı... Onun en önemli şarkılarını bizzat, kendi sesiyle söylemeyi göze alarak... Böylesine bir çabayı hayal bile edemezdim. Ayrıca Cem'e benzemesi için incelikli çabalar gösterilmiş. O teknik konuları pek anlamadım. Ama sonuç olarak her şeyiyle öylesine Cem olmuş ki... Gerçekten şaşırtıcı...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Kimi eksik kesitlerine rağmen ‘Cem Karaca’nın Gözyaşları’ genel olarak sanatçının acılı hayatını ve mücadelesini yansıtmak açısından başarılı bir biyografi. Öte yandan filmin aktarmak istediği duygunun seyirciye geçmesindeki en önemli yanlardan biri Cem Karaca’yı canlandıran İsmail Hacıoğlu’nun performansı olmuş öncelikle. Genç aktör fiziği, duruşu, sesi ve vücut diliyle zihinlere yerleşmiş bir portreyi adeta bire bir ölçülerde sahneye taşımış. Bir de filmdeki şarkıları kendisinin yorumlaması fazlasıyla takdire şayandı. Keza Toto Karaca’da da Yasemin Yalçın çok başarılıydı. Sonuç itibariyle sistemin gadrine uğramış, ‘12 Eylül cuntası’ tarafından vatandaşlığı sona erdirilmiş, bu toprağın vicdanlarından bir ismin bu film dolayısıyla anılması, başta ‘İşçisin Sen İşçi Kal’ olmak üzere birçok şarkısıyla buluşulması hafıza tazelemek açısından önemli. Arka planda ülkenin politik kronolojisine değinen Yüksel Aksu’nun yapıtı kayda değer bir çaba. Naçizane tavsiye ederim. Özellikle de gençlere ve daima genç kalanlara!'

 

MEHMET AÇAR  (haberturk.com): '... Filmi sevmemdeki en önemli neden, Cem Karaca’yı benim için değerli kılan özelliklerini öne çıkarmasıydı. Kaldı ki, melodram formatı bende de çalıştı. Sonlara doğru bazı sahnelerde gözlerim yaşardı. Bunda hiç kuşkusuz kişisel tarihimin etkisi vardı. Cem Karaca, şarkılarıyla, beni çocukluktan ilk gençliğe taşıyan müzisyenlerden biriydi. Rock akorlarına duyduğum ilgi, küçük yaşta onun plaklarıyla başlamış ve giderek artan bir ilgiyle sürmüştü. Led Zeppelin ile Pink Floyd’a Anadolu rock üzerinden geçmiştim. Buna karşılık, küçük yaşta, o ve kuşağındaki diğer müzisyenler sayesinde türkülerin güzelliğini, halk ozanlarını keşfetmiştim. Politik kişiliği, Cem Karaca’yı kendi kuşağındaki diğer isimlerden ayıran özelliklerinden biriydi. Sadece müziğini, yorumunu, sahne personasını değil; şarkılarının sözlerini de severdim. Bana ve kuşağıma şarkı sözlerini önemsemeyi öğreten isimler arasındaydı. Özetle o, benim için öncelikle 1970’lerin devrimci ruhunun, Türkiye müziğinin simge isimlerindendi. Aynı kuşaktan geldiğim Yüksel Aksu, işte tam da bu duygu üzerinden yakaladı beni. Sonuçta, hedefin bir Cem Karaca güzellemesi olduğu çok açık ve ben kendi adıma amaca ulaşıldığını düşünüyorum.'

 

 

LOHUSA

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '...  Film elbette kusursuz değil. Fazla uzun (118 dakika); oyunculuklar genelde abartılı; hele o lokantada fiyasko bölümünde... O "aşkım" lafından fenalık geliyor!.. İlk yarıda birçok sahnede gerçek bir bebek kullanılmadığı açık. İkinci yarıda ise o bebek sanki ortadan kaybolmuş gibi; hemen hiç gözükmüyor. Orada bir dengesizlik var. Buna karşılık çok başarılı, hatta harika sahneler de var. O andığım rüya sahneleri, erkeklerin birlikte Fener maçı izledikleri sahne, hamamdaki dans bölümü, iki zennenin katıldığı eğlence gecesi... Ama en önemlisi, kadınların gerçekten de içlerini dökmeye ve kişiliklerini ifşa etmeye giriştiği sahneler... Özellikle de öfkesini kusan İlayda'ya karşı, Burcu'nun tersine, alabildiğine yumuşak davranışı. Böylece İlayda'nın kendi anneliğinin yetersizliğini itiraf etmesi. Ve ardından birçok kadının da aynı yolda gitmesi... Doğrusu aslında tam bir "kadınlar filmi" olan yapımın erkeklerin de hoşuna gidebilecek yanı bu...

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  ‘Lohusa’nın en iyi komedi sahnelerinin genelde evde geçtiğini düşünüyorum. Bakıcı bulma sorunu yaşayan ve bulduklarını elinde tutabilmek için çaba gösteren karşı komşu, hoş bir yan öykü oluşturuyor. Ev dışındaki toplu kalabalık sahnelerde ‘Nedimeler’de olduğu gibi durum komedisine çok uygun malzeme var aslında; ama yerli komedi sinemasının yapısı gereği her şey bir noktadan sonra abartılı, karikatürize noktalara gidiyor; fiziksel komediye dönüşüyor. Yer aldığı ilk televizyon dizisinden bu yana Gupse Özay’ın komedyen olarak daha yakın olduğu bir tarz bu…. Özay, mimikleri ve jestlerini iyi kullanan; gerektiğinde oyunculuğuyla yüzüne farklı ‘maskeler’ takabilen bir komedyen. Ekrana ilk çıktığı dönemde katıldığı talk şov programının ‘Gupse Özay’ın gerçek halini göreceksiniz’ diye tanıtıldığını bile hatırlıyorum...'

 

HAYVAN KRALLIĞI

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '...  Aslında Fransızların bu türe, yani fantastiğe tümüyle ilgisiz kaldığı da söylenemez. En azından ünlü yazarları Jean Cocteau’nun (1889- 1963) kitapları yok mu? Başta o ikonik La Belle et La Bete-Güzel ve Canavar olmak üzere? Keza o denli fantastik değilse de okuruna tüm dünyayı dolaştıran Jules Verne romanları da unutulabilir mi? Ama belki uzun zaman sonra ilk kez bu türe yeniden  böylesine keskin biçimde dönüş yapmak, onları etkilemiş olabilir. Ben yine en başta Emile’i oynayan melek yüzlü Paul Kircher’i övmeliyim. Umarım ve sanırım ki parlak bir geleceği olabilir sinemada... Babada eskilerden Romain Duris’i bulmak, bende geçen günlerde Narsistle Aşk filminde Melvil Poupaud’yu bulmaya benzer bir etki yarattı. İkisi de bir zamanlar Fransız sinemasının jönleri arasında olan bu aktörler biraz yaşlanmış; ama yine de başarılı oyunlarıyla ekranlara döndüler. Julia’da yine eskilerden Adèle Exarchopoulos‘u bulmak da hoştu. Hepinize iyi filmler...

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Mutasyona uğramış tüm varlıkların genel profili, Émile’de baş gösteren fiziksel değişim, yaratıkların yeni doğalarıyla barışma çabaları derken ‘Hayvan Krallığı’, ‘Frankenstein’dan Cronenberg’in ‘Sinek’ine (The Fly, 1986), hatta ‘Dr. Moreau’nun Adası’ndan (The Island of Dr. Moreau, 1996) ‘Gir Kanıma’ya (Låt den rätte komma in, 2008) kadar uzanan sinemasal (ve de yazınsal) bir hatıralar yolculuğuna çıkmamızı sağlıyor. Ama ben bu film dolayısıyla en çok ‘X-Men’ camiasını hatırladım. Lakin Thomas Cailley’nin yapıtı Hollywood’un kahramanlık figürleri eşliğinde sunduğu ‘Süper’ler mitini adeta yalnızlık, izolasyon ve varoluş meselelerini sorgulayan bir çizgide perdeye taşıyor...'

 

 

YAŞAM KOÇU 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Doğu Demirkol yeni dönem komedyenlerimizden. ‘Ölümlü Dünya’ serisinin yanı sıra yakın zaman öncesinde aralarındaki problemler ayyuka çıkan Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’un filmlerinde (‘Ahlat Ağacı’ ve ‘Hayat’) oynayan az sayıdaki oyuncudan biri. Senaryosunu kendisinin yazdığı ‘Yaşam Koçu’ perdedeki ilk solo çalışması. Film ele aldığı modern hayat biçimleri arasında beliren meselesini daha etkileyici sunabilirdi ama Demirkol sazı eline aldığı bölümlerde adeta tek kişilik şov yapıyor ve güldürüyor.'

 

 

NARSİSTLE AŞK 

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... 'Bir yabancı eleştirmen film için "Hitchcock tarzı çekilmiş bir Eric Rohmer filmi sanki" demiş. Ne kadar doğru... Film sanki bir ölçüde imkansız gözüken bu buluşmayı yerine getiriyor. Bunun için, daha önce değindiğim 'kadın eli' ögesi başı çekiyor. Virginie Efira yalnızca kusursuz bir Blanche portesi çizmekle kalmıyor; kardeşi Rose'u da oynuyor. İnanması zor; ama öyle... Gregoire'da bir dönemin çok sempatik, aynı ölçüde de iyi oyuncusu Melvil Poupaud harika... İtiraf edeyim: Ne onun filmde olduğunu biliyordum, ne de görünce tanıdım!.. Farkına varınca, tam sürpriz oldu. Ayrıca yaşlı sevgili David'de Bertrand Belin, siyahi doktorda Selif Cisse ve tüm oyuncular da gayet iyiler. Demek ki şu sıralarda gösterilen en iyi ve özgün filmlerden biri. Bence kaçırmayın.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Yeri gelmişken bir noktanın altını çizeyim; filmin adının Türkçe karşılığı ‘Aşk ve Ormanlar’ lakin bizde ‘Narsistle Aşk’ ismiyle gösterime giriyor. Böylesi bir çeviri, öykünün kötü karakterinin psikolojik bir terimle (tanıyla) zihinlere yerleşmesine yol açıyor. Oysa Valérie Donzelli’nin yapıtında karşımıza çıkan Grégoire toksik erkeklikle yoğrulmuş bir kişiliğin ifadesi. Yani işin içinde narsisizmden ziyade ‘erkeklik halleri’ var. Bu halin pratikteki yansıması “Seni çok seviyorum, herkesten kıskanıyorum”un arkasına saklanan, kadını(nı) özel eşyası gibi gören ve yaşam alanını kendi çizdiği sınırlar içine hapseden bir tipoloji. Türkiye’de sıkça rastlananlardan yani... Üstelik bizdeki profil bilindiği gibi “Ya benimsin ya toprağın” diyerek işi kadın cinayetlerine kadar götürüyor. Karşımızdaki filmse bu hastalıklı tipolojinin Batılı yansıması ki oralarda da bu tür öykülerin cinayetle sonuçlanması ihtimal dahilinde. ..'

 

 

NEFES; YER EKSİ İKİ

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): ‘… Evet, bu görkemli bir savaş filmi. İnsanı gerçek anlamıyla savaştan nefret ettiren... Ve bu açıdan günümüze gayet uygun düşen... Gazeteci Ufuk'ta İlker Aksum, Tayfun yüzbaşıda Murat Yıldırım, genç Salman'da Şahin Kendirci gayet iyiler. Asker Ali'de Arda Ararat da... Kadınlarda ise Bestemsu Özdemir ve Begüm Akkaya da duygularımıza seslenmeyi bilmişler. Ve bu erkekler filmine özel bir incelik katmışlar. Bu etkileyici filmin yönetmeni Ozan Uzunoğlu, senaryo yazarı Hakan Evrensel, görüntüleri çeken Murat Akar da anılmaya değer. Bence filmin temel kusuru, aşırı biçimde melodrama kayması. Bunda müziğin de rolü var. Aslında Ali Saran'ın müziği hiç fena değil; ama aşırı kullanımı eleştirilebilir.Sonuç olarak, şu günlerin önemli filmlerinden ve geçip gitmekte olan 2023'ün en iyiler listesine yazılacak bir yapım...’

 

 

HAYAT

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): ‘…Ve fakat elimizde kalan Zeki Demirkubuz’un yaklaşık otuz yıldır bir amentü gibi tekrarladığı ama bu kez daha iyisini yaptığı bir masal oluyor. “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” misali, hikaye başka bir hisle bitse de kadın karakterin her şeyin merkezinde gibi görünüp aslında erkeklerin varoluşunu anlamlandırmaktan öteye gidemediği, karakterin “anlamsızlığı”nın erkek karakterlerin dünyasına anlam kattığı bir Zeki Demirkubuz filmi daha! Yine de “Masumiyet/ Kader” evrenini genişleten, masal dünyasından yeryüzüne indiren bir yanı da var “Hayat”ın. Bunda iki genç isim Miray Daner ve Burak Dakak’ın hikayeyi büyüten oyunlarının; Cem Davran, Umut Kurt ve Melis Birkan gibi deneyimli isimlerin de payı çok büyük.

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘…Hicran’da Miray Daner’in, Orhan’da Cem Davran’ın, annede Melis Birkan’ın, babada Umut Kurt’un, dedede de Osman Alkaş’ın çok başarılı performanslara imza attığı yapımda ben Rıza’da izlediğimiz Burak Dadak’ı da çok çok beğendim.
Zeki Demirkubuz ‘Hayat’ta öyküsünü en iyi bildiği sulara çekiyor ve kozasını adeta orada yeniden kuruyor, inşa ediyor, işliyor, yeni detaylarla örüyor ve ortaya ‘Kader’ - ‘Masumiyet’ ikilisinin şimdiki zamanda gezinen bir uzantısı çıkıyor. Adeta damardan giren ve seyircisini darmadağın eden bölümler barındıran bu film bence yılın en iyisi, kesinlikle kaçırmayın derim.
Bu arada fanatik bir Beşiktaşlı olan yönetmenin ‘Boyabat Kartalları’ üzerinden takımına olan sevdasını da öyküsüne monte ettiğini meraklısı için belirteyim.

 

 

NEFES ALMA

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Lucky McKee’nin Joel Veach’in senaryosundan çektiği ‘Nefes Alma’ (Old Man), tiyatro oyunu tadında ama metnin gerilimle atbaşı giden kıvrımlarıyla temposunu ve heyecanını bulan bir film. Sonlara doğru şaşırtmalı yanlarını sahaya süren yapımı ‘Avatar’ ve ‘Nefesini Tut’ serisinden hatırladığımız Stephen Lang’le Marc Senter sürüklüyor.'

 

 

NINJA KAPLUMBAĞALAR: MUTANT KARGAŞASI

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Animasyon tarzını ve tüm filmi şekillendiren grafik konsepti de beğendim. Karakter tasarımında gerçekçi değil stilize bir yaklaşım hâkim. Çoğu, çocuk çizgi romanlarından çıkıp gelmiş gibiler. Ama film, Japon aksiyon animelerinde olduğu gibi çocuklardan ziyade gençlerin estetik beğenilerine hitap ediyor. Arka fon daha gerçekçi kuruluyor. Aksiyon türüne uygun hafif karanlık ve stilize bir görsel atmosfer var. Her şeyi birleştiren fikir ise mükemmellikten uzak, çizerlerin varlığını hissettiren ‘genç işi’ bir yaklaşım. Pandemi döneminde çevrimiçi gösterime giren en iyi animasyonlardan biri olan ‘Ailem Robotlara Karşı’nın (The Mitchells vs. the Machines – 2021) yazar ve yönetmenlerinden Jeff Rowe’un animasyon estetiği açısından iyi iş çıkardığı kesin. Rowe, film dili açısından baktığımızda ise karakterlere yakın, hareketli bir kamera ve uzun çekim konseptinden yola çıkıyor. ‘Ninja Kaplumbağalar: Mutant Kargaşası’ aksiyon sever genç seyircileri hayal kırıklığına uğratmayacak, eğlenceli bir animasyon.'

 

 

BAŞKALARININ ÇOCUKLARI

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Başkalarının Çocukları’ aslına bakarsanız hayatın içinden çekip çıkarılmış bir öyküyü ve öykünün yansıması olan kimi anları seyircisiyle paylaşmaya çalışan mütevazı bir film. Fakat Rebecca Zlotowski’nin o denli sıcak, araya ‘filtre’ koymadan aktarmayı başaran, samimi bir anlatımı var ki; Rachel’ın bütün duygu ve düşüncelerini eksiksiz biçimde seyircisinin zihnine ve yüreğine geçiriyor. Yabancı bir eleştirmenin deyişiyle filmde karakterler karakter gibi değil, gerçek insanlar gibi karşımıza çıkıyor ve bizleri dertlerine ortak etmeyi biliyor, başarıyor. Sanırım bu tablonun gerçekleşmesinde Rachel rolünde izlediğimiz Virginie Efira’nın olağanüstü performansının büyük payı var. Paul Verhoeven’in ‘Benedetta’sından da hatırlanan oyuncu ‘Başkalarının Çocukları’nda her şeyiyle çok başarılı. Keza minik Leila’da Callie Ferreira-Gonçalves çocukluğunun masumiyetiyle birlikte çok inandırıcı. Leila’nın annesi Alice’te de Chiara Mastroianni’yi izlediğimizi belirteyim. Ben bir de Rachel’ın uzattığı eli havada bırakan uyumsuz öğrenci Dylan’ı canlandıran Victor Lefebvre’ı beğendim...'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Rebecca Zlotowski, aslında çok ‘eski usul’ bir aşk filmi anlatıyormuş gibi kuruyor hikayesini ilk başta. “Romantizmin başkenti” Paris’i, ille de Eyfel Kulesi’ni de alıyor ısrarla kadrajın içine örneğin. Kırılma anlarında, zaman atlamalarında klasik Hollywood romantik komedilerindeki gibi ekranın kapanması bir saygı duruşu aynı zamanda. Rachel ve Ali’nin aşkının ilk bölümü ve genel anlatı gidişatı ‘sıradanmış’ gibi bir his uyandırıyor. Romantik komedinin tanışma- sevgili olma- kriz- ayrılma- unutamama- pişmanlık- af dileme ve birleşme olarak özetleyebileceğimiz anlatısına da büyük oranda sadık aslında yapım. Ama farkını küçük anlarda, basit dokunuşlarda yaratıyor...'

 

 

BARBIE

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Uğur Böceği’ (Lady Bird-2017), ‘Küçük Kadınlar’ (Little Women-2019) gibi yönettiği yapımlardan tanıdığımız, aslında kariyerine oyuncu olarak başlayan Greta Gerwig, senaryosunu eşi Noah Baumbach’la birlikte kaleme aldığı ‘Barbie’de, söz konusu oyuncağın yaşadığı feminist aydınlanmayı perdeye taşıyor. Bir oyuncağın aramıza katılarak yaşadığı varoluşsal meseleleri dert edinen ilk metnin (Carlo Collodi’nin ‘Pinokyo’su) basım tarihi 1883. Benzer öykülerin sinema yansımalarından da ben en çok Pixar’ın ‘Oyuncak Hikâyesi’ (Toy Story-1995) serisini ve ‘Sevimli Canavarlar’ı (Monsters, Inc.-2001) zekice bulurum. Lakin Gerwig’in filmi yer yer başarılı göndermelere sahip olsa da karikatürize bir çabanın ötesine gidememiş. Bir-iki yerde de eleştirmeye çalıştığı şeylerin parçasına dönüşmüş. Margot Robbie’nin ‘biblovari’ bir güzellik yaydığı filmin oyunculuk açısından en başarılı ismi ‘erkeklik halleri’ içinde debelenen Ken rolündeki Ryan Gosling olmuş. Ben Gloria rolündeki America Ferrara’yı ve Mattel CEO’su olarak izlediğimiz Will Ferrell’ı da beğendim.'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Öncelikle, filmin son yarım saatine kadar gayet iyi bir işleyiş olduğunu söylemek gerek. Temayı uygun görsel tercihler, plastik bir dünya, dozunda komedi ve hınzırca eleştiriler filmin elini hayli yükseltiyor. İzlediğimiz şeyleri sarsıcı bir etki yarattığını söyleyemeyiz ama zaten böyle bir vaat de söz konusu değil. Ancak ne oluyorsa son yarım saatte oluyor. Greta Gerwig ve “Marriage Story”, “White Noise” filmleriyle tanıdığımız Noah Baumbach ikilisi anlaşılmaz bir biçimde didaktik bir dil tutturuyorlar senaryoda. Gloria ve Sasha, bütün Barbie kadınlarını karşılarına alarak onlara feminist nutuklar çekiyor ve kendine getiriyor. Bunu yaparken de o kadar kör gözüm parmağına yürüyor ki süreç bir süre sonra düşülen halin kendisi mizaha dönüşüyor. Daha da vahim olan. Bu kadar yüksek perdeden ilan edilen bu politik dil. Finalde sakinleşiyor, dinginleşiyor ve hatta bizzat Barbie’nin yaratıcısıyla uzlaşarak “Hepimiz kardeşiz bu kavga ne diye” kıvamına ulaşıyor. Tamam belli ki işin içinde stüdyo var, çok para konmuş, radikalliğe fazla izin verilmemiş ama bu kadar kötü bir final tercihi sinema tarihine geçecek türden. Ayrıca zaten Barbie evreninde ‘Toplum sözleşmesi imzalanmış’ liberal demokrasi tesis edilmişken Barbie’nin insan olma hevesini anlamak da zorlaşıyor. Bir kişi de çıkıp demiyor ki “Barbie’sin sen Barbie kal.”

 

 

OPPENHEIMER 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Oppenheimer sorunlu bir kişiliğe sahipti, edebiyata, felsefeye ilgi duyuyor, ‘hümanist’ takılıyor ama bir yandan da kendi yarattığı oyuncağın şehvetine kapılıyordu. Bombaların atılmasına onay verenlerdendi o da. Süreç onu idealizmden oportünizme taşımıştı. Böylesi bir hayat öyküsü Christopher Nolan gibi her şeyiyle ‘büyük sinema’ yapmak isteyen bir yönetmenin tam da aradığı adresmiş gibi görünüyor. Lakin bence ‘Oppenheimer’ bir tercih sorunsalına yenilmiş gibi. Film dönemin Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Lewis Strauss’un ön plana çıktığı ve siyah-beyaz görüntülerden oluşan (bu bölümler George Clooney’nin ‘İyi Geceler ve İyi Şanslar’ filmini hatırlatıyor) soruşturma faslı vasıtasıyla çok uzamış. Ve asıl odaklanılması gereken yer gibi duran gelgitli hayat öyküsü (bu kısım da Ron Howard’ın ‘Akıl Oyunları’nı akla getiriyor) de yeterince didiklenmiyor. Çünkü Oppenheimer’ın soruşturma sonrası yaşamında da perdeye taşınacak (yıllar sonra Japonya’ya yaptığı bir tür özür gezisi mesela) yanlar var...  Nolan’ın bu çelişkilerle dolu, öte yandan da sistemin kullanıp sonra bir kenara attığı portreyi perdeye taşıdığı filmini doğrusu ben çok beğenmedim. Fakat bütün dünyada göklere çıkarıldığını da belirtmek lazım. Dolayısıyla gidip görün derim.'

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... Nolan, 30’lardan 60’lara uzanan bu uzun dönemi sinemasının alametifarikalarından biri olduğu üzere ayrı zamanlara bölerek ve birbirinin içine geçirerek anlatmayı tercih ediyor. Ama yukarıda da değindiğim gibi bu kez daha az oyuncaklı ve mümkün olduğu kadar hikayeye odaklanarak anlatmayı tercih ediyor. Hikayenin iki ayağı var. İlki, 1954 yılında Oppenheimer’ın ihanet suçuyla sorgulandığı dönem, ikincisi de onu ihbar eden iş insanı ve politikacı Lewis Strauss’un sonraki yıllarda yapılan sorgusu. Bu iki sorguda anlatılanlar geriye dönüşlerle birbirinin içine geçirilerek anlatılıyor. Nolan, bunlardan ayrı bir hat daha inşa ediyor ve Oppenheimer’in ‘kayıt dışı’ dünyasına, yani bütün sürecin üzerinde yarattığı etkiye de odaklanıyor. Filmi izlerken kaçınılmaz olarak iki film akla geliyor: "Akıl Oyunları" (Ron Howard, 2001) ve "İyi Geceler, İyi Şanslar" (George Clooney, 2005). İlki, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Sovyet şifrelerini çözmesi için görevlendirilen bir bilim insanının giderek bir paranoyağa dönüşme öyküsünü ustaca anlatıyordu. İkincisi ise bir radyo/televizyon programcısıyla, binlerce insanı 'komünizm' suçlamasıyla itibarsızlaştıran senatör Joseph McCarthy arasındaki mücadeleyi anlatıyordu. Bu iki filmin "Oppenheimer" ile akrabalıkları yalnızca içerik değil, estetik de.

 

 

TANRININ UNUTTUĞU YER 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... İzlanda’nın benzersiz doğası içinde ahlaki sorunlar yaşayan ve uyum konusunda zorluk çeken bir genç papazın adım adım yoldan çıkışı. Hlynur Pálmason’un imzasını taşıyan ‘Tanrının Unuttuğu Yer’ (Vanskabte Land), 19’uncu yüzyılda, İzlanda kırsalında, ücra bir yerde yeni bir kilise kurmak için gönderilen Danimarkalı bir papazın dönüşümünü muhteşem görüntüler ve enfes bir psikolojik drama eşliğinde anlatıyor. Aynı zamanda amatör bir fotoğrafçı olan papaz Lucas’ı Elliott Crosset Hove’un, onunla karşılaştığı ilk andan beri her alanda rekabete giren rehber Ragnar’ı da Ingvar E. Sigurosson’un canlandırdığı yapım, yılın en iyi filmlerinden biri. Werner Herzog’un ‘Aguirre; Tanrı’nın Gazabı’ ya da Roland Joffé’nin ‘Misyon’ gibi filmlerini de andıran ‘Tanrının Unuttuğu Yer’in asıl adresi Joseph Conrad’ın ünlü romanı ‘Karanlığın Yüreği’ (Heart of Darkness) sanki... Kesinlikle kaçırmayın!'

 

 

MISSION IMPOSSIBLE: ÖLÜMCÜL HESAPLAŞMA BİRİNCİ BÖLÜM 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bu filmin bir özelliği kadın karakterlere alan açması olabilir. Ilsa Faust’u (Rebecca Ferguson) ve ‘Beyaz Dul’u (Vanessa Kirby) önceki bölümlerden hatırlıyoruz. ‘Güzel yankesici’ Grace (Hayley Atwell) ve usta dövüşçü Paris (Pom Klementieff) kadroya yeni katılan isimler olmuş. Bu yıl ‘John Wick 4’, ‘Hızlı ve Öfkeli 10’, ‘Indiana Jones ve Kader Kadranı’ gibi yapımları izlediyseniz ‘Mission: Impossible-Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm’de çok çok özel bir şeyler bulacağınızı sanmıyorum. Bana kalırsa ‘Rouge Nation’ ve ‘Yanılsamalar’ çok daha iyi filmlerdi. Umarım önümüzdeki yıl ‘İkinci Bölüm’de daha dolu bir macera karşımıza çıkar...'

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... Yapım bizi, Arabistan çöllerinden Roma ve Venedik’e uzanıp orta Avrupa’ya doğru bir yolculuğa çıkarıyor iki anahtarın peşinde. Entrika içinde entrika, aksiyon içinde aksiyon dolu bir 163 dakika geçirtiyor. Açıkçası daha önceki iki filmi de yazıp yöneten Christopher McQuarrie yine soluksuz bir aksiyon izletmeyi başarıyor bizlere. Ethan'ın kadim dostları ve ortakları Luther ile Benji'nin yanına Gabriel'in koruması olarak animelerden fırlayıp gelmiş gibi duran Paris de eklenince seyirlik zevki daha da artıyor yapımın. Kendi adıma bu yoğun aksiyondan hoşlansam da süresinin fazla geldiğini belirtmeliyim. Aksiyonun bu kadarı, tehdidin etkisini de azaltıyor sanki. Bir süre sonra karakterlerin ne için mücadele ettiğini unutturacak kadar yoğun bir aksiyon sarıyor ortalığı. Buna bir itirazım yok ama insan arada soruyor "mevzu neydi?"...'

 

 

HAROLD FRY'IN BEKLENMEDİK YOLCULUĞU

“Harold Fry…” klasik bir yol filmi. Hani karakterin bir yola koyulduğu, en sonunda başladığı yere döndüğü ama artık bambaşka bir insan olduğu yapımlardan. Harold iyi bir insan olmasına rağmen geçmişinde hatalar yapmış, eksiklikler göstermiş, doğru şeyleri doğru zamanda yapmakta geç kalmış birisi. Onun Queenie’ye doğru yürüyüşü de yalnızca onu hayatta tutmaya dair bir durum değil. Aynı zamanda kendisiyle yüzleşip hesaplaştığı bir kefaret yürüyüşüne dönüşüyor. Film, Harold harekete geçip de yolunu doğrulttuktan sonra kendi yolunu da buluyor aslında. Romanda nasıldır bilinmez ama filmde, karakterimizin bu kadar uzun bir yola koyulmasını sağlayacak motivasyonu tam olarak hissedemiyoruz açıkçası. Bir de artık finale doğru çok fazla öngörülür olmaya başlıyor her şey. Yine de etki yaratmayı başarıyor yapım...'

 

 

REN ALTINI

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Malum, biyografik yapımların ‘Yaşamından şu kesiti almış, bu kesiti almamış; şu olaylara fazla eğilmiş, bu olayları es geçmiş’ türden her daim bilinen sorunları vardır. İsmini ünlü besteci Richard Wagner’in ‘Nibelung Yüzüğü’ adlı eserinin ilk bölümü olan ‘Ren Altını’ndan alan yapım da kimi ‘biyografik sorunları’ üzerinde taşıyor. Filme yöneltilecek en önemli eleştiri belli yerlere odaklanmaması ve ana karakterin hayatındaki tüm dönemeçlere alabildiğince uğraması olabilir. Ama Fatih Akın artık öyle usta bir yönetmen ki, bu tür dertleri örtbas eden rejisi ve akıp giden anlatımıyla bence son derece hoş, izlenmesi zevkli ve arka planında sağlam bir sosyolojik bakışa sahip, kayda değer bir yapıta daha imza atmış. Bonn’daki mahallede âşık olduğu Şirin’e olan hiç bitmeyen ilgisiyle birlikte bu sıradışı öykünün genel bir çerçevede başarılı bir ‘göçmen filmi’ne de dönüştüğü kanısındayım. ‘Ren Altını’; Kürtler, Türkler, İranlılar, Alman toplumu, Hollanda cephesi derken geniş bir coğrafyaya yayılıyor...'

 

 

RUHLAR BÖLGESİ: KIRMIZI KAPI

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Bir tür filmi olarak baktığımda, Josh rolünde oynayan Patrick Wilson’ın ilk yönetmenlik denemesinde serinin önceki halkalarına imza atan isimlerden aşağı kalmadığını düşünüyorum. Wilson, James Wan’ın ana hatlarını ilk filmde çizdiği korku gerilim stratejisinden vazgeçmiyor. Sahte korku efektleri, kan, şiddet ve kurgu oyunlarından uzak duruyor; gerilimi sabit kadrajın içinde olup bitenler, kamera açıları ve hareketleriyle inşa ediyor. Wilson netlik dışı kalan arka alanı ve siluetleri gerilim malzemesi haline getiriyor... 

Abartılı CGI şovları yapmadan gerilim oluşturmaya çalışan eski usul korku filmlerini sevdiğimi hep söylerim. Ruhlar Bölgesi serisi 2010’daki ilk filmden bu yana aynı stratejiyi koruyor. Dolayısıyla, korku gerilimde aşırılıklardan hoşlanmayanlara gönül rahatlığıyla öneririm. Ama son dönemde sayıları artan yenilikçi, ‘art-house’ tarzı korkuları tercih edenleri uyarmakta fayda var. Onlar hikâye kalitesi ve derinlikli karakterler konusunda aradıklarını bulamayabilirler.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bana sorarsanız ‘Şeytan’ ve ‘Poltergeist’ın açtığı yoldan ilerleyen bu kulvarın denenmedik versiyonu kalmadı ama bu durumda bile orijinal bir-iki dokunuşta bulunmak mümkün tabii. Ancak ‘Korku Seansı’ ve ‘Ruhlar Bölgesi’ serilerinde oyuncu olarak dikkat çeken Patrick Wilson’ın yönettiği bu yapım, sıradan bir çabanın ötesine gidememiş. Filmin tek orijinalliği iblislerin aramıza katılmak için resim sanatını kullanmaları olmuş. Bu durumda bize düşen de “Lütfen sanatı kötü emellerinize alet etmeyin” demek herhalde!

 

 

BÜYÜ DE GEL

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Filmin komedi yanı yer yer biraz abartılmış duruyor. Ama o kadarcık kusur kadı kızında da olur!.. Ben oyuncuları da çok sevdim. Özellikle Jennifer Lawrence... Ki kendisini uzun zamandır görmemiştik. Oyuncu 1990 doğumlu imiş. Demek ki filmde 32 yaşında olduğunu itiraf ederken hiç abartmamış... Onun 2006'larda TV dizileriyle başlayan kariyeri zaman içinde özellikle iki son derece popüler iki sinema serisiyle zirveye çıkmıştı: X Men ve Açlık Oyunları... İkincisinin yeni bölümü yakında perdelerimize yansıyacak. 2011-2016 arası dört kez Oscar adayı olmuş, ödülü 2013 yılında Silver Linings Playbook- Umut Işığım filmiyle almıştı. Ben film boyunca onu Hülya Avşar'a benzettiğimi de söylemeliyim. Ayrıca Percy'de Andrew Barth Feldman gerçekten de büyük bir yetenek. Umarım geleceği olur. Onun ana-babasında, Laura Benanti-Matthew Broderick ikilisi de kusursuz. Özellikle babada uzun zamandır görmediğimiz Matthew Broderick'le hasret giderdik!.. Ama ilk başta tanıyamadığım kadar yaşlandığını da söylemeliyim. '

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Zor bir denklem; hem ana karakteri için hem de 70’li yıllarda benzerini bolca seyrettiğimiz, özellikle İtalyan yapımı soft erotik komedilerden farkını koyabilmek için... Stupnitsky-Phillips ikilisinin metni, bence bu işin üstesinden geliyor. Film, bahsettiğim eski model erotik-komedilerin koridorlarına dalıyor ama kimi dokunuşlarla farklı bir rotaya evrilip dalga geçtiği ‘orta sınıf’ın da rahatlıkla izleyebileceği bir hatta ilerliyor. Öykü zamanla 19 yaşındaki Percy kadar 30’larındaki Maddie için de öğrenilecek ve de yaşanacak deneyimlerin, atılacak adımların tarifine dönüşüyor. Yani seks kadar sevgi de ön plana çıkıyor; hatta ikincisi tur bindiriyor! Giderek muhafazakârlaşan ve bırakın 60’lı yılları (‘68 Hareketi’ni kastediyorum elbet), 70’leri, 80’leri hatta 90’ları aradığımız bir dünyada bu tür yapımlara (özellikle komedilere) daha fazla ihtiyaç var diye düşünüyorum. Elbette ‘Büyü de Gel’ dört başı mamur bir çalışma değil ama sınıfı geçiyor, yeterince güldürüyor, keyif veriyor...'

 

 

THE FLASH

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... 2000'lerden beri popüler bir TV dizisi olan The Flash, daha önce de Mama ve de korku serisi İt-O'nun iki bölümünü yönetmiş olan Andy Muschietti'nin elinde, ilke olarak akıcı bir film olmuş; ama bir yerden sonra sanki kontrolden çıkmış, birkaç yönde giden yorucu bir film olmayı da başarıyor!... Ezra Miller'in çifte kişiliği ilgiye şayan. (Bu eski sözcüklere bayılıyorum!) O üstün-adamları canlandıran Ben Affleck, Michael Keaton, Michael Shannon gibi oyuncular da dikkate eğer. Usta oyuncu Jeremy Irons ise kısacık rolünde gerçek anlamda harcanmış. Sonuç olarak, her yaştan gençler için!...'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... "The Flash" izlemesi kolay, keyif garantili, anlattığı mevzuya hakim bir yapım olarak önerilebilir. Ancak yeni ve özgün bir anlatı beklememek kaydıyla. Burada belki dikkat çekmemiz gereken şey, "çoklu evren" buluşunun hikâye anlatımına yeni olanaklar sunacağı, bambaşka kapılar açacağına dair beklentinin 4-5 film sonra sona yerini hayal kırıklığına bırakıyor oluşu. Arz- talep işleyişi, eninde sonunda bu tür büyük gişe filmlerini tektipleştiriyor kaçınılmaz olarak. Yapımcılar risk almak, seyirciye yeni şeyler sunmak yerine 'gişe garantili' temalara meyledince birbirinin aynı yapımlar çıkıyor ortaya. Tanıdık olduğu için izlerken zevk alsak da damakta uzun süreli tat bırakmıyor maalesef.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Öykü ‘çoklu evren’ meselesinde gezinirken belli ölçülerde özgünlüğünü yitiriyor. Ancak hikâye ana karakter ‘The Flash’ üzerinden ilerlerken ‘DC Comics’ ailesinin ifadesi olan ‘Adalet Birliği’ (Justice League) üyelerinin filme akıllıca hamlelerle eklenmesi bence Andy Muschietti’nin yapıtının en büyük erdemi olmuş. Özel hayatında sorunlu bir çizgisi olması, kimi olaylara karışması, suçlu olarak adalet karşısına çıkması ve para cezası ödeyip özür dileyerek durumu kurtarmaya çalışması haberleriyle gündeme gelen Ezra Miller ‘The Flash/Barry Allen’ rolünde gayet iyi bir performans sergilemiş. Fakat filmin bence asıl yıldızı yaşlanmış Batman’de karşımıza çıkan Michael Keaton olmuş. Günümüz ‘süper kahraman filmleri’ fazla fabrikasyon. ‘The Flash’ tamamıyla olmasa da birçok yönüyle orijinal, farklı ve zekice detaylara sahip. Kaçırmayın derim. Son olarak yaşlı Batman’in çubuk makarna yardımıyla zamandaki kırılmaları anlattığı bölümün de çok iyi olduğunu belirteyim...'

JOYLAND

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Sonuç olarak biraz fazla uzun tutulması ve kimi sahnelerin (örneğin havaalanlarında geçenler) yeterince iyi çekilememiş olması birer eksikliktir. Ve filmi mükemmel olmaktan uzaklaştırır. Ama yine de görülmeye değer bir film bu. Tüm oyuncular, özellikle bana biraz Yılmaz Güney'i hatırlatan Ali Junejo'nun Haider'i filme önemli katkıda bulunur. Ali'nin daha önce birkaç oyuncunun ürküp reddettiği bu rolü kabul etmesi de iyi olmuş. Evet, uzak bir diyardan bize ulaşan ilk film bu... Zaten Saim Sadiq'in de ilk filmiymiş. Cannes'daki birkaç ödülü filmi dünyaya açmış. Uzak da olsa dost ülke Pakistan'ın sinemasına hoş geldin diyorum.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Saim Sadiq imzalı ‘Joyland’, Pakistan toplumunda geleneksel reflekslerin ve inançların belirlediği baskıcı hayat tarzları arasında yolunu kaybeden bir grup insanın yaşamlarından kesitler aktarıyor. Son derece yalın ama bir o kadar da çarpıcı bir öykü sunuyor. Ülkesinde tartışmalar yaratan, önce yasaklanan, daha sonra kimi sahneleri sansürlenerek gösterime giren ‘Joyland’ insani portrelerin tasvirine soyunuyorken erkek egemen bir coğrafyada faturanın her koşulda kadınlara kesildiğinin de altını çiziyor. ‘Joyland’ kimi klişe bölümlerine rağmen yılın en iyi, en dokunaklı filmlerinden biri.'

 

 

ASTEROİT ŞEHİR

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Peki ama, tüm bunlar ne anlatıyor; bu kadar oyuncu hangi karakterleri canlandırıyor, neyi nasıl temsil ediyor? O sürrealist diyaloglar neye hizmet ediyor? Bu kendine özgü, sanki uzaydan gelmiş bir mizah... Sanki yeni bir Alien- Yaratık filmi... Doğrusu ben her şeye karşın ortada ('absürd' de olsa) bir hikâye olmasını isterdim. Yoksa onca oyuncuyu niye işe aldınız ki? Scarlett Johansson, Tom Hanks, Jeffrey Wright, Tilda Swinton, Bryan Cranston, Edward Norton, Adrien Brody, Liev Schreiber, Hope Davis, Steve Carell, Matt Dillon, Willem Dafoe, Margot Robie, Jeff Goldblum... Hepsine yazık değil mi? Baş rolde gözüken Jason Schwartzman (Augie Steenback'i oynuyor) belki bu filmle dikkat çekerek ün yapacak. Ama diğerlerine yazık olmadı mı? Daha beteri, onlar için sinemalara koşacak bizlere de yazık değil mi? Velhasıl Anderson bu kez beni (ve sanırım çok kişiyi) memnun etmedi. Gelecek filmi bekleyelim...'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '...  Film Wes Anderson sinemasına uygun bir şekilde oyuncaklı bir yapıya sahip. Açılışta, 1950’li yılların sinema estetiğine uygun bir biçimde bir tiyatro oyununun hayata geçirilişi ilan ediliyor ve istediğimiz her şey oyun içinde oyun, film içinde film haline geliyor. Hikaye boyunca yönetmenin daha önce de kullandığı aile, ebeveyn olma, hüzün, aşkı keşfetme, pastel renkler, yapay mekanlar vb. tema ve tercihlerin hepsini görmemiz mümkün. Bu bakımdan tipik bir Wes Anderson filmi. Ve fakat  ‘üç perde’lik tasarlanan bu ‘oyun’da 104 dakikalık bir malzeme olduğunu söylemek zor. Eğer yönetmenle ilk kez tanışıyorsanız kurduğu dünya size hayranlık uyandırıcı gelebilir ve hikayeyi çok da fazla önemsemeyebilirsiniz. Ancak, aşina olduğunuz bir yönetmenin artık hiç de çekici gelmeyen daha önce defalarca izlediğimiz karakterleri bir kez daha ısıtıp önümüze koyması, en iyi niyetli tanımlamayla çok sıkıcı!'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Wes Anderson son filmi ‘Asteroit Şehir’de (Asteroid City) o tuhaf, alabildiğine eksantrik dünyasını bir kez daha inşa ediyor. Sıradışı karakterler ve olaylar, retro ortam, kimi görsel oyunlar, hikâyedeki sanatsal referanslar derken Amerikalı yönetmen bence uzun bir süredir kendini tekrarlıyor. Başlarda ilgi gören sineması artık büyüyemeyen bir ergenin yeni bir rota, yeni bir ruh bulamadan çektiği filmlerle yoluna devam ediyor. Hayatla olan ilişkisi ideolojik bir tabana oturmadığı için filmlerindeki varoluşçu dertler, modernist sorunlar ‘ilginçlik’ kriteri dışında hiçbir yerden destek alamıyor. Her filmde karşımıza çıkan son derece parıltılı kadronun (mesela ‘Asteroit Şehir’de de koroya Tom Hanks ve Scarlett Johansson katılmış) ve irili ufaklı rollerde karşımıza çıkan yıldızların da Wes Anderson’ın sıkıcılaşan ve kendini yenilemekten uzak sinemasına çare olamadığını söylemeliyim…'

 

 

MASKE: NEZAKETLE TEBESSÜM

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Film kendine özgü bir lezzet içeren, büyük itinayla ve ayrıca az olmayan maliyetlerle çekilmiş bölümler içeriyor. Örneğin İstanbul'un surları önünde çekilen ve kalabalık bir maskeli figüran ordusu içeren bir savaş sahnesi, ki o da bir filmin çekimi imiş... Ve Barış'ın beklenmedik müdahelesi, bu çekimin canına okuyor... Ayrıca ünlü Yerebatan Sarayı'nda, yani yerin altında, zengin kostümler giymiş oyuncularıyla ve çalınan klasik müzik eşliğinde danslarla çekilmiş harika bölüm... Ya da bir hastanede, fonda hafif hafif yağan karın önünde hepsi ayni giysiyi giymiş figüranlarla çekilen sahne... Ya da, bu kadar iddialı olmasa da, ipin ucunda sallanan dedeye terlik giydirme sahnesi... Ayrıca bir camideki imamın hayli uzun ve anlamlı vaaz bölümünü de hatırlatayım. Tüm bu belalı sahnelerde daha önce de ülkemizde çalışan görüntü ustası Jean-Paul Seresin'in büyük katkısı olduğunu belirteyim...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Berker Berki imzasını taşıyan ‘Maske: Nezaketle Tebessüm’ babasıyla ilgili bir saadet zinciri vakası kaynaklı eski bir hesabın kapatılması yönünde adımlara soyunan Barış’ın hikâyesi odağında sürekli geri dönüşlerle ilerleyen bir anlatıma sahip. Emrah Ertaş’ın kaleme aldığı senaryosu itibariyle sürekli şaşırtma gayreti taşıyan yapımın, genel olarak bu türde çok sayıda film izleyen günümüz seyircisi için çok da şaşırtıcı bir yapıta dönüşemediği kanaatindeyim. ‘Maske: Nezaketle Tebessüm’ün en iyi yanıysa ‘ünlü stilist Toprak’ rolündeki Mert Turak’ın
performansıydı.'

 

 

TRANSFORMERS: CANAVARLARIN YÜKSELİŞİ

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bu film aynı zamanda Hasbro oyuncak endüstrisinin ürünü olup sonradan sinemaya geçen ‘Transformers’ takımı üzerinden yeni bir hamlenin sinyallerini yolluyor. Anlaşılan gelecek filmlerde işin içine ‘J.I. Joe’ cephesi de dahil olacak ve tıpkı Marvel gibi ‘Hasbro Sinematik Evreni’ oluşturulacak. Ne var ki meseleye ‘Canavarların Yükselişi’ açısından bakarsak Steven Caple Jr.’ın yönettiği ve Joby Harold, Darnell Metayer, Josh Peters, Erich Hoeber ve Jon Hoeber beşlisinin senaryosuna imza attığı yapım bence ‘Transformers serisi’nin sanırım en kötü filmi olmuş. Öykü sıradan ve zorlama, diyaloglar hamaset dolu, parlak fikirlerden yoksun. 1994’te geçmesine rağmen serinin kimi filmlerinde olduğu gibi ‘retro’ atmosfere ve göndermelere (mesela ‘Bumblebee’deki 80’ler nostaljisi enfesti) sahip değil, az biraz Peru’daki İnka uygarlığına ilişkin referanslarda bulunmaya çalışılmış ama bu tercihin filmde çok da anlamlı yansıması yok...'

 

 

SAINT OMER

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '...  Ben anlatılan, üstelik gerçek olaylara dayalı bu 'kadınlar hikâyesi'ni önemsiz bulmadım, ilginçliğini de yadsımıyorum. Beni asıl rahatsız eden, çok uzun bir süre boyunca, kapalı bir mekanda, hiçbir sinema ögesi içermeden, sanki bir tiyatro uyarlaması gibi süregitmesi oldu. Açıkçası bu tutumu çok anti-sinema buldum, sıkıldım. Gerçi özellikle kadın oyuncular iyiydi. Rama'da Kayije Kagame, Laurence Coly'de Guslagie Malandane, kadın yargıçta Fransız oyuncusu Valérie Dréville... Ama tüm bunlara rağmen filme çok ısınamadım. Hatta ödüllerini duyunca bile: Venedik festivalinde büyük ödül; Fransa'nın Oscar adaylığı... Geçmişte de olmuştu böyle şeyler... N'apalım, herkesin kendi zevki var!...'

 

 

KORKUYORUM

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Görüldüğü gibi bu tam anlamıyla ezik, hayatın gadrine uğramış bir adamın hikâyesidir. Hayatın her dakikasını zehir ettiği bir adam... Arada Beau gençliğini hatırlar, çocukluk aşkı Elaine'i hayal eder. Ve birden bir küçük mucize olur. Ormanın Yetimleri adlı ve adı üstünde doğanın içinde yaşayan bir gurubun içine düşer. Orada herkes onu tanır ve sever. Yaptıkları bir tür Açıkhava Tiyatrosu'dur: Wassermann Sirki adıyla sunulan... Ve tüm bu bölüm bir animasyon sineması desteğiyle sunulur. Filmin en hoş sürprizlerinden biri... Demek ki üç saatlik süresine karşın, yer yer biraz dağılsa ve karışsa da, merakla kendisini izleten bir film. Yönetmen Ari Aster Yahudi kökenli bir Amerikan yönetmeni. 20'lerin sonlarında üst üste çektiği Hereditary ve Midsommar filmleriyle büyük ilgi çekmiş. Bu filmde de, kent sokaklarından karakterleri iyi seçip yönetmeye, hayli başarısı var...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Korku – komedi türündeki ‘Korkuyorum’da karakterin bilinçdışındaki yolculuk, birçok sahnede keskin bir kara mizaha dönüşüyor. Kahkahalar atmadığınız ama yüzünüzde gülümsemelere yol açan, tavan arasındaki canlı cinsel organ gibi abartılı Freudiyen yorumlara uzanan ironik bir yaklaşımı var filmin. Öte yandan, kendi adıma Ari Aster’in önceki filmleri kadar etkilenmediğimi ve çok sevmediğimi de herhalde söylemem gerek. Ele aldığı temaya yeni ve taze bir yaklaşım getirdiğini pek düşünmüyorum. Ayrıca 179 dakika, böylesi bir film için uzun ve iddialı bir süre. İlk üç sekansı daha çok sevdiğimi ama çözüm anahtarı gibi sunulan dördüncü sekansın bana biraz zorlama geldiğini de söyleyebilirim. Asıl önemlisi, bildiklerimizin tekrarı olan final sahnesi ve filmin çıkışsızlığa bağlanması açıkçası bende pek çalışmadı. Tüm bunlara rağmen, Ari Aster’in daha şimdiden ‘Ayin’, ‘Ritüel’ (2019) ve ‘Korkuyorum’la hayli ilgiye değer bir filmografiye sahip olduğunu düşünüyorum. ‘Korkuyorum’un sinema tarihindeki karşılıklarını aramak; hatırlattığı yönetmenler ve filmler üzerine düşünmek keyifli olabilir. Ama Ari Aster’in kendine ait bir dünyası ve sesi olduğu kesin. ‘Korkuyorum’da önceki iki filminde olduğu gibi resimsel yanı ağı basan bir iş koyuyor ortaya. Özellikle genel planları, uzaktan yaptığı çekimleri öne çıkarıyor. Joaquin Phoenix’in unutulması zor performanslarından birini çıkardığı ‘Korkuyorum’u özgün denemelere ve alternatif sinemaya açık olan seyircilere öneririm. Psikoanalitik okuma yapmayı sevenler de kaçırmasın. Ama herkesin öyle kolay kolay sevip bağrına basacağı bir film olmadığını söylemek zorundayım...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Hereditary’ ve ‘Midsommar’ gibi filmleriyle tanınan ve gereksiz bir alkış tufanı sonucu tıpkı Jordan Peele gibi şişirilmiş övgülere mazhar olan Ari Aster’in son çalışması ‘Korkuyorum’ (Beau Is Afraid) upuzun bir psikanaliz seansı. 179 dakikalık film Beau adlı hayata tutunamayan orta yaşlı bir adamın ödipal korkuları, annesi ve küçükken âşık olduğu Elaine adlı bir kızın kendisinde bıraktığı izlerle hesaplaşması üzerine kurulu bir öykü anlatıyor. Hafiften Charlie Kaufman, Darren Aronofsky, David Lynch ve tabii ki David Cronenberg tatları içeren ama kendi başına pek de özgün olamayan Aster’ın bu çabası, psikanalitik dertlerin altında ezilmiş devasa bir karikatüre dönüşmüş.
Filmde Joaquin Phoenix, Beau rolünde ‘The Master’, ‘Her’, ‘You Were Never Really Here’ ve ‘Joker’dan sonra yine sorunlu bir karaktere hayat vermiş. ‘Korkuyorum’un bence en kayda değer kısmı ormanda sergilenen tiyatro oyununa seyirci konumundaki Beau’nun kendisini katarak farklı bir kader yaratma çabasıydı.'

 

 

TORI VE LOKITA

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... “Tori ve Lokita”, tipik bir Dardenne kardeşler filmi. Kameranın her zaman karakterlere yakın olduğu, onları içinde bulundukları sıkıştırılmış halle çerçevelediği, çaresizliği bedende ve gözlerde resmeden bir sinema bu. İkilinin özellikle de son birkaç filmde anlatının kendisini, anlatma biçiminden daha fazla önemsedikleri gözleniyordu. Bu da benzer bir yol izliyor. Yani nasıl atlatmayı tercih ettiklerinden daha çok neyi öne çıkarmak istediklerini önemsemişler bir kez daha. Bu da yönetmenlerin sinemasının en güçlü olduğu filmlerden birisi olmadığı anlamına geliyor. Hatta senaryo olarak da kimi açıklarının olduğunu söylemeliyiz. Ama bunun bir tercih olduğunu ve bilinçli bir şekilde yapıldığını düşünüyorum. Kanımca ikili artık sinemayı belirli meselelere dikkat çekmek için araçsallaştırıyor. Muhtemelen onlar da yıllar sonra arkalarından yazılacak tezlerde bu filmin çok fazla yer tutmayacağını biliyorlar ama bugünün Avrupa’sının gündeminde yer almasını istiyorlar anlattıkları hikayenin...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Luc ve Jean Dardenne’ler, Avrupa sinemasının vicdanı olmayı sürdürüyor ve son çalışmaları ‘Tori ve Lokita’da (Tori et Lokita) göçmen sorununa bir kez daha parmak basıyorlar. Filmde ucuz işgücü kaynağı olarak kullanılan Afrikalı göçmenler her cephede eziliyor, sömürülüyor ve aynı zamanda cinsel istismara da uğruyor. Dardenne’ler bu öyküyü sinemasal süslemelerden uzakta, ‘yeni gerçekçilik’ çizgisinde bir üslupla anlatıyor.'

 

 

ÖRÜMCEK-ADAM: ÖRÜMCEK EVRENİNE GEÇİŞ

ŞENAY AYDEMİR (gazetevatan.com.tr): '... Kendi adıma, 140 dakikalık süresinin uzun olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Türün sevenleri, hele de ilk filmin hayranları için biçilmiş kaftan. Fakat çok gürültülü ve hızlı olduğunu, bunun da dikkatli izleyici için takip sorununu beraberinde getirdiğini de hatırlatalım. Her ne kadar ortada eğlenceli bir yapım olsa da, bitmeyen hikâyesi ağızda yarım bir tat bırakacaktır. Üstelik hikâyenin bittiği yerden sonra ‘daha ne olabilir ki’ sorusu da akla gelmiyor değil. Muhtemelen, yarım saatlik bir hikâyenin iki saate yayıldığı bir filmle bağlanacak hikâye… Bekleyelim görelim.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ... 'Film “Bu sefer farklı işler yapalım” cümlesi eşliğinde açılıyor ama ne yazık ki bu dilek sadece kâğıt üzerinde kalmış görünüyor. Morales kendi ait olduğu evrende diğer evrenlere kapılar açan ama son derece beceriksiz bir portre çizen Spot’a karşı mücadele veriyor ama Spot, bu öykünün kötüsü olarak filmde çok da yer kaplamıyor. İlk film ‘Spidey mitolojisi’ni yeniden ele alıyor, zekice hamlelerle bir kez daha inşa ederken özgün olmayı başarıyordu. Bu kez bir kere ‘çoklu evren’ meselesi yoruyor (hatta Oscar’lı ‘Her Şey Her Yerde Aynı Anda’dan çok daha fazla) ve ana eksenin kaybolmasına neden oluyor. Nihayetinde ‘kutsal aile’yi tekrar ayağa kaldıracak kısımlar (her şeyi çocukları için yapan ebeveynler; yani Morales’in anne-babasıyla Gwen’in babası) ister istemez klişe sahnelere dönüşüyor. Filmde hikâyenin yarım kaldığını ve açılan parantezin devamıyla kapanacağını da belirtelim. Bu arada farklı çizgi tarzı desenler ve kadrajlar filmin en iyi yanıydı.'

 

 

DALI DİYARI

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Karışık, karmaşık, zengin, seksi, ürkünç, çekici... Sinemaya son yıllarda gelen biyografilerin en özgünlerinden biri. Daha önce The Moth Diaries, American Psycho gibi ilginç filmler yöneten Kanadalı kadın yönetmen Marry Harron'un sanırım filme büyük katkısı var. Özellikle cinsellik içeren sahnelerde kadın bakışı öne çıkıyor. Yıllar önce bir İstanbul festivalinde birlikte olmak (ve ona içinde kendi resmi de bunan fotoğraflarımdan oluşan bir albümü hediye etmek) keyfini tattığım büyük oyuncu Ben Kingsley'i bunca zaman sonra bulmak çok hoş oldu. Bu filmde harika bir dönüş yapan sanatçının bugün 80 yaşında (1943 doğumlu) olduğunu belirteyim. Gala'da yine bir dönemin tanınmış Alman oyuncusu Barbara Sukowa da çok iyi. James rolündeyse hem melek yüzlü, hem seksi olmayı başaran Christopher Briney'e dikkat...'

 

 

BOOGEYMAN

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Son dönemdeyse farklı filmler yapılıyor. Bunlardan bir bölümü de türün önemli yazarlarından Stephen King'den geliyor; ki örneğin Cinnet de onun eseriydi. Ve en son bu film... Bu nedenle bu filme belli bir heyecanla gittim. Ama sonuç benim için son derece büyük bir düş kırıklığı oldu. Filmde öylesine sıkıldım ki anlatamam. Korku filmlerinin en bayağı ögeleri artarda dizilmiş. Hep karanlık evler; aniden patlayan bir müzikle sözüm ona desteklenen korkunç sahneler, büyük sorunları olduğu halde nedense yapayalnız bırakılan çocuklar, hatta kimilerinde çocuklarına kendileri kıyan ana babalar... Bence, hele küçüklerinizi bu filme en fazla bir kilometre yaklaştırın, yeter!... Bir not daha: Benim kişisel tarihimin en ağır eleştirisiyle karşıladığım bu filme Batılı yazarlar çok daha sıcak yaklaşmışlar. Benim kadar nefret eden hiçkimse yok!... Haksever olmak için bunu da belirtmek istedim.'

 

 

SAVAŞ ATI

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Gina Gammell ve Riley Keough ikilisi bu anlamda mekanı oldukça iyi kullanıyorlar. Kızılderililer için ayrılmış bu ‘özel’ bölgeyi coğrafi olarak da bir hapishane gibi kurmayı başarıyorlar. Böylece iki karakterin de aynı yerde dolanmasının, ufuklarının darlığının bir anlamı oluyor. Yönetmenler Bill ve Matho’yu merkeze alsalar da onların etrafında inşa edilen ve hemen hepsi hayatta kalmak dışında bir motivasyonu olmayan bir nesle de bakıyor öte yandan. Çoğu amatör oyunculardan kurulu bir kadroyla ve yer yer belgesel estetiğini ödünç alarak çekilen yapım, soğukluğunu görsel tercihinden almıyor sadece, aynı zamanda hikayesinin içeriğinden de alıyor. Bütün bu hengame ve sefillik içinde umutlu değil ama ‘ajitatif’ bir sonu tercih ediyor yönetmenler. Filmin içinde bunun olabileceğine dair ufak emareler bulunsa da kolektif bir aklın ortaya çıkabileceğini pek düşünmüyor insan. Haliyle hikayenin genel dokusuyla fazla uyumlu değil bu final. Ama ne gam! Nâzım Hikmet’in “Yine de İyimserlik” şiirinde söylediği gibi arada sırada sonu tatlıya bağlanan sanat eserlerine de ihtiyacımız var.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘American Honey’nin yıldızlarından Riley Keough’un filmin çekimleri sırasında tanıştığı Oglala Lakotalarına mensup iki Kızılderilinin öykülerinden ilham alarak Gina Gammell’la birlikte çektiği ‘Savaş Atı’ (War Pony), modern dünyada savrulan Kızılderili halklarından iki gencin hüzünlü öyküsünü gerçekçi bir dille anlatıyor. Başlarda asıl kıvamını bulmakta zorlanan film, sonrasında toparlanıyor ve Robin Hood’vari bir havada son noktayı koyuyor. İki farklı koldan, birbirinden bağımsız akan bir öykü yapısına sahip yapımın, Kızılderili toplumu ekseninde biçimlense de sınıfsal nedenlerden dolayı erken büyümek zorunda kalan tüm çocukların dertlerinin bir ifadesi olduğunu belirtmek lazım…'

 

 

KÜÇÜK DENİZ KIZI

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): Film gerçek oyuncularla animasyon tekniğini inanılması zor biçimde harman ediyor. Çağdaş teknolojinin ulaştığı bir zirve... Belki bir kusuru biraz fazla uzun tutulmuş olması (135 dakika). Ve beklenen öpüşmenin bir türlü gelmemesi. Hatta tüm mahlukat hep bir ağızdan “Kiss the Girl” şarkısını söyledikleri halde!... Yine de film görmeye değer. Ariel’de Halle Bailey ve Eric’te Jonah Hauer-King ideal bir çift oluşturuyorlar. Kral Triton’da Javier Bardem, Ursula’da bir dönemi komedikraliçesi Melissa McCarthy, hemen tanınmasalar da keyifle izleniyorlar. Kimileriyse mahlukata sesini vermiş: Awkwafina veya Jacob Tremblay gibi....İşte şu zor ve gerilimli günlerde, çocuklarınızla birlikte görebileceğiniz bir film...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... 1989’un animasyon teknolojisiyle gerçekleştirilen ‘Küçük Denizkızı’ gibi bir filmi 2023’te ‘live action’ olarak seyircilere sunduğunuzda kuşkusuz biçim ve teknik öne çıkıyor. Kaldı ki, temel amaçlardan biri, başarısı garantili bir hikâyeyi 21. Yüzyıl sinemasının teknolojisiyle anlatmak değil mi? Disney belki de bu nedenle ‘Orman Çocuğu’ (The Jungle Book – 2016) ve ‘Aslan Kral’ın (The Lion King – 2019) yeniden çevrimlerini teknik anlamda tam bir gövde gösterisine dönüştürmüştü. Yeni teknolojilerin uygulandığı bu filmlerin ardından gelen ‘Küçük Denizkızı’ da aynı stratejinin ürünü... ‘Küçük Denizkızı’, Disney müzikallerinin çoğu gibi türün altın çağındaki filmlerin estetik rotasını izliyor; yeni bir şey getirmiyor. Sonuçta, kendi adıma yeni ve heyecan verici bir şey bulduğumu söyleyemem. Buna karşılık, hem yeni kuşak hem ilk filmi bilen seyirciler için şüphesiz çekici yanları var. Alan Menken ile Lin Manuel-Miranda imzalı şarkıları ve denizde geçen gösterişli aksiyon sahneleriyle aile filmi seyircisi için eğlenceli bir seçim olacağını düşünüyorum.'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... Hikâye klasik metne oldukça sadık ama radikal bir değişiklikle. Küçük deniz kızı bu kez siyah bir genç kadın. Bu ilk bakışta hoşluk ya da politik doğruculuk uğruna yapılmış gibi görünüyor ama sadece öyle olmadığını söylemek gerek. Birkaç ay önce, filmin fragmanı çıktığında ABD’de siyah kız çocuklarının tepkilerini gösteren bir TikTok akımı yayıldı. Çoğunluğu 2-10 yaş arası kızlardan oluşan çocukların fragmanda 'Küçük Deniz Kızı’nın siyah olduğu gördükleri andaki şaşkınlıkları ve ardından gelen sevinçleri çok şey anlatıyordu bir yandan da. Daha çocuk yaşta bile ırkçılığa maruz kalmanın içselleştirilmiş olması örneğin. Dolayısıyla bu tepkilerin ortaya çıkardıkları için bile söz konusu tercih anlamlı olabilir...'

 

 

SUZUME

ATİLLA DORSAY (gazeteduvar.com.tr): '...   Filmde dendiği gibi bir ‘Sonsuz Diyar’ arayışı; aynı zamanda bir aile dramı, umutsuz bir aşk hikayesi...Tüm bu temalar pastel renklerle; sade, ama estetik bir dünya yaratmayı başarıyor. Ve dün Küçük Deniz Kızı için dediğim gibi, deprem bu filmin de önemli bir motifi. Çok daha sık anılıyor; hatta kahramanların kimisi için hayatlarının bir parçası; geçmişlerinin bir büyük dramı oluyor. Doğrusu Japonya’da da depremler olduğunu biliyordum; ama böylesine toplumu ve hayatı etkilemiş olduğu konusunda bilgisizdim. Ve en önemlisi, kendi alanında büyük usta sayılan, ama bizim hiç tanımadığımız Makato Shinkai gibi bir ustayı bize tanıtıyor. Bunun için bile görmeye değer...'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr); '... Biraz da karikatürize edersek, Makoto Shinkai’nin depremlerin varlığını "öte dünyadan gelen" kötücül varlıklara bağlayan yorumunun bizimkilerin "bunlar hep hak yolundan çıktığımız için oluyor" temalı saçmalıklarıyla örtüştüğünü söyleyebiliriz. Ancak yönetmen bunu bir masalın parçası olarak ele alıyor daha çok. Burada asıl mesele, depremin ya da doğal afetlerin nasıl olduğu değil, bunların yarattığı duygusal tahribatlarla baş edilebileceği. Haliyle işin bu boyutu yönetmenin daha öncesi filmlerin de kullandığı özel güçleri olan genç bir kadın, birbirlerinin bedenlerine giren kız ve oğlan çocuğu gibi fantastik motifler olarak da düşünülebilir. Bu bakımdan daha çok bir büyüme ve kendini bulma hikâyesi "Suzume". Ancak hikâye derinliği açısından Miyazaki ekolü bir iş bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaktır...'

 

 

AŞKIN BUNUNLA NE İLGİSİ VAR?

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filme ustaca yerleştirilmiş kimi ögeler kadınları ön plana getiriyor ve çağdaş bir feminizm düşüncesini filmin dokusuna yerleştiriyor. Hiç beklenmedik biçimde... Ayrıca böyle bir hikayenin ele alınışı akla günümüzün İngiliz başbakanını getirmiyor mu?...Pakistan değilse de komşu Hindistan'dan gelen, Hindu kökenli Rishi Sunak...Ki gayet başarılı bir kariyer yapıyor günümüzde... Oyuncular da süper... Zoe'de Lily James, Kazım'da Shazad Latif, görmüş-geçirmiş anne Aisha Han'da Shabana Azmi, Farook'ta Mim Shaikh, Yasmin Khan'da İman Boujelouah... Ama elbette çoğu Doğu kökenli bu isimlerin yanı sıra, Oscar'lı ve Dame unvanına sahip büyük İngiliz oyuncusu Emma Thompson'u anmamak olanaksız... Bugün 64 yaşındaki oyuncu (1959 doğumlu), Zoe'nun annesinde öylesine usta işi bir oyun veriyor ki... Hele o kalabalık Doğu usulü eğlencelerde ve egzotik danslarda kendisini ortaya bir atışı var... Görmeden inanamazsınız!..'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Özellikle Cate Blanchett’lı ‘Elizabeth’le hatırladığımız Shekhar Kapur’un imzasını taşıyan ‘Aşkın Bununla Ne İlgisi Var?’ (What’s Love Got to Do with It?), sevimli bir romantik komedi. Jemima Khan’ın yazdığı senaryo, diyaloglarında aynı türdeki filmleri sık sık hatırlatırken bu yapımın da asıl referansının ‘En İyi Arkadaşım Evleniyor’ olduğu aşikâr. Lahor kısmı da ‘Dört Nikâh Bir Cenaze’yle ‘Muson Düğünü’ arasında bir çizgide geziniyor. Ama bu yapımın diğerlerinden şöyle bir farkı var; gelenekler, din baskısı gibi unsurların altını başarıyla çizerken ‘uzlaşı’ mesajını incelikli bir dille veriyor. Evet, çocukluk arkadaşı ve birbirlerine ilgileri çok belli iki insan o yaşa kadar niye birlikte olmamışlar, burası tabii ki zorlama ama hayatta da böyle durumlar yok mu? ‘Aşkın Bununla Ne İlgisi Var?’ yer yer klişelere dayansa da sağlam fikirlere ve doğru bakış açısına sahip bir film...'

 

HIZLI VE ÖFKELİ 10

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bu filmi anlaşılan yine Justin Lin yönetecekmiş, ama son dakikada iş Louis Terrier'in eline kalmış. Ama belli bile olmuyor. Belki Terrier de baştan beri projenin içinde yer aldığı için... Filmin bir zaafı şu olabilir: Oyuncuları öylesine kan ve şiddet içeren sahnelere katılıyorlar; ama yüzlerinde kimi zaman çizgi bile yok!.. Hele kadınlar arası döğüşlerin çokluğu ve onların dev gibi erkeklerin bile hakkından geldiği hatırlanınca... Ama elbette bu filmlerin kozlarının içinde realizm denen şey yok zaten, diyebilirsiniz!...Oyuncular gayet iyi. Vin Diesel tüm o soğukluğu içinde belki sinemanın göregeldiği en kötülerden... Ama artık Dominic Toretto kişiliğiyle öylesine özdeşleşmiş ki... Birçok oyuncu için de öyle... Ve küçücük rollere sığınmış hemen gelip geçen ünlüler de var: Charlize Theron'dan Helen Mirren'e, Brie Larson'dan Rita Moreno veya Scott Eastwood'a... Ama belki en akılda kalanı Dante rolünde filmin en kötüsünü oynayan Jason Momoa... Gerçekten de insanın ömür boyu nefret edesi geliyor... Belki en sevimli kişilik de küçük oğlan B -Brian'da Leo Abelo Perry. Öylesine sempatik bir velet ki...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ' Bir tür kan davası meselesi etrafında biçimlenen ‘Hızlı ve Öfkeli 10’un açılışındaki aksiyon sekansı sinema tarihinin bu kulvardaki en iyilerinden biri olabilir. Roma’da, önce bir kamyonun içinde olduğunu fark ettiğimiz, sonrasında da serbest kalarak şehrin bütün sokaklarını neredeyse tarumar eden bir bomba eşliğinde yönetmen Louis Leterrier, atmosferi yüksek, tekniği baş döndürücü bir ustalıkla nefes kesen sahnelere imza atmış. “Roma düşerse dünya düşer” şeklindeki bir repliğin de eşlik ettiği bu sahnelerde kadim kente (neyse ki bu sadece bir film!) kıyılmış ve adeta Pompei muamelesi yapılmış (ki bu sahnelerde akla Indiana Jones’un ‘Kutsal Hazine Avcıları’ macerası da geliyor)... Sonuç olarak Leterrier’nin yapıtı, gişeye ödediğiniz paranın hakkını veren büyük stüdyo yapımlarından olmuş. Vin Diesel’in Dom’da her zamanki çizgisini sunduğu yapımda irili ufaklı tüm karakterlerdeki isimler başarılı fakat Dante’de karşımıza gelen Jason ‘Aquaman’ Momoa sanki rolüne oturmamış. Şöyle, oyunculuğunda ya da estirmek istediği havada sorun yok ama sanki bu karakteri daha çarpıcı bir performansla sunmak gerekiyordu. ‘Joker’deki Joaquin Phoenix gibi… Bence ‘Hızlı ve Öfkeli 10’ beşinci film ‘Rio Macerası’ ve ‘Hızlı ve Öfkeli 7’yle birlikte serinin en iyileri arasına rahatlıkla girebilecek bir yapım. Bu 141 dakikalık hız, adrenalin ve ‘gürültü’ gösterisi, aksiyon sineması adına kaçırılmayacak bir randevu diye düşünüyorum.'

 

 

GALAKSİNİN KORUYUCULARI 3

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bitmek bilmeyen (tam iki saat!); adım başı bir özel efekte dayanan (filmin tek başarılı yanı); ne olup bittiğinin anlaşılması zorsa da zaten önem taşımayan çocukça bir avantür.  Kimi genç oyuncular enerjiyle işlerine asılıyor. Ama Zoe Saldana’yı bu denli sevimsiz yapmayı, Glenn Close’u bir ‘karikatür teyze’ye dönüştürmeyi, Benicio del Toro’yu tanınmaz hale getirmeyi nasıl başarmışlar? Ayrıca sık sık adı geçen Kevin Bacon’un ise, bir dönemin gözde dans filmi Footloose nedeniyle anıldığını dikkat etmezseniz kaçırabilirsiniz!" Ve böyle devam ediyor. Serinin sonraki filmlerininse zahmet edip görmemişim. Ama yine bir Marvel marifeti olan Avengers serisini çok daha yakından izlemişim. Ve şimdi Galaksi Koruyucuları serisinin 3. filmi... Bunu da çok zor izledim: içimden birkaç kez çıkıp gitmek geldi. Ama işin tuhafı, bu tür filmler içinde belki en uzunu (150 dakika), görünürde en pahalısı ve emek harcananı olan bu film, belki bir noktadan itibaren seyirciyi kendine biraz da olsa çekiyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Senaryosunu Dan Abnett ve Andy Lanning’le birlikte kaleme aldığı bu üçüncü adımda James Gunn, bence günümüz dünyası açısından çok hassas meselelere değinmiş ve bu haliyle ‘Galaksinin Koruyucuları 3’ belki sinematografik anlamda serinin ilk filmi kadar çekici değil ama dertleri ve ‘politik doğruculuk’ bakımından daha önemli bir çabanın ifadesi... Bu seri baştan beri kimi karakterleri ve kadrajları bakımından orijinal ‘Star Wars’ esintileri taşıyordu, üçüncü filmde de bu görüntü tekrar ediyor. Dostluk, dayanışma, giden sevgilinin yokluğu gibi temaları da içine dahil eden ‘Galaksinin Koruyucuları 3’, ‘Marvel ailesi’ içinde gibi görünen ama ruhu ve tadı bakımından bambaşka sulara ait bir film. Hüzünlü sahneleriyle dikkat çeken yapım, hissiyatını seyircisine geçirmekte mahir bir çalışma olmuş. Kaçırmayın derim...'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... Film bir yandan Marvel evreninin amentülerini tekrarlarken, karakterlerinin tanıdık özellikleri üzerinden komedi unsurlarını da ihmal etmiyor. Bu bölümün ana fikri olarak yeni bir denemenin söz konusu olduğunu söylemek isterdim ama öyle değil. Bir kez daha 'aile olmanın' önemine dair vurgular göze çarpıyor. Ama aile derken kan bağını değil, birlikteliği öne çıkarmasını dikkate değer bulabiliriz belki. Ötesi, iki buçuk saatlik hayli gürültülü bir Marvel filmi. Belli bir noktadan sonra filmin nerelere nasıl gideceğinin sorunsuzca tahmin edildiği, en ufak bir sürprize ya da beklenti dışı gelişmeye açık olmayan gürültülü bir fabrikasyon üretimi denilebilir. İlk saatin ardından merakla beklediğimiz tek şey, jeneriğin arkasından gelecek olan o son sahne olabilir. Ama bütün bu hengame içinde yine daha önceki filmlerde olduğu gibi çok iyi bir şarkı playlisti bekliyor seyircileri. Hatta bu sefer 2000’lere kadar geliyor liste...'

 

 

SUÇ BENDE

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Elbette yakın dönemdeki ünlü me-too hareketi bu alanda dev bir adımdı. Bu film ondan öncesini araştırıyor sanki... Ve ünlü Sekiz Kadın'ın yönetmeni, son derece çarpıcı bir sonuca ulaşıyor: aslında işlemediği bir cinayet sayesinde toplumun gözdesi olan ve her alanda zirveye çıkan bir kadın... Bu mucizenin nasıl oluştuğunu filmde göreceksiniz... Peki ama, asıl katil kimdir, nerededir, ne zaman ortaya çıkacaktır? İşte bu, filmin son yarısına bambaşka bir gerilim getiriyor. Apaçık bir mizah duygusuyla karışık olarak... Oyun tarzı tümüyle abartılı olan film, ayrıca kadınların üzerine oturuyor. Gerçekten dokunaklı olan karakterler kadınlar. Özellikle dostluklarında hafiften de olsa bir lezbiyen dokunuşu hissedilen Madeleine ve Pauline. Ve onları canlandıran Nadia Tereszkiewicz ile Rebecca Marder. Filmin sonlarında gözüken, Fransız sinemasının büyük ustası, özlediğimiz İsabelle Huppert ise sessiz dönemden kalma yıldız Odette Chaumette kişiliğine müthiş bir enerjiyle sarılmış. Geç geliyor, ama iyi geliyor!..'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Öte yandan, birçok sahnenin iç mekânlarda uzun diyaloglarla gelişmesi ve oyunculuğun öne çıkması, bende tiyatro duygusu da uyandırdı. Özellikle de ‘bulvar komedileri’ denen oyunları hatırladım. Ki finalde film gibi başlayıp tiyatro salonunda sona eren sahneyi unutmamak gerek. François Ozon, 2000’li yılların en iyi Fransız yönetmenleri arasındadır benim için. Belki ileride en iyi filmlerinden biri olarak anılmayacak ama ‘Suç Bende’yi 1930’lu yıllarda yaşanan benzer olaylarla kurduğu bağlar, işlenmeyen suçu üstlenme üzerine şekillenen hikâyesi, dönemin Amerikan sinemasına yaptığı göndermeler, ironi duygusu, komedinin tadını çıkaran oyuncuları ve Ozon’un zengin anlatımıyla baştan sona ilgiyle izlediğimi söyleyebilirim...'

 

ŞEYTANIN DÜŞMANI 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... 

Overlord filmiyle tanınan yönetmen Julius Avery'nin bir kitaptan yola çıkarak ve kalabalık bir yazar kadrosuyla oluşturduğu bu film, elbette kimi ilginçlikler içeriyor. Bu "iblise karşı savaşım" öyküsünde Hristiyanlık tarihinin birçok olayı anılıyor. Örneğin Orta Çağ'da kilisenin yaptığı haksızlıklar, en çok da İspanya'da kurulmuş Engizisyon mahkemelerinin yarattığı facialar gibi... O mahkemelerden kaçıp Osmanlı'ya sığınanların sayısı ise sanırım hayli çoktu. 

Öte yandan, dil sorunu ilginç. Latin kökenli Gabriele rolünü 60 yaşındaki (1964 doğumlu) Yeni Zelanda kökenli oyuncu Russell Crowe'a vermek iyi fikir; onu hayli özlemiştik... Hele kişiliğe eklenen ve olasılıkla gerçeklerden gelen küçük detaylar: bir kentten öbürüne giderken bindiği ve içine zor sığdığı küçük kırmızı-mavi arabası, spor merakı, viskiden bir türlü kopamaması... Ayrıca kimi sahnelerdeki kan içinde suratı; umutsuz bakışları ve ezik haliyle...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Şeytanın Düşmanı’ (The Pope’s Exorcist), gerçek bir karakter olan Vatikan’ın Baş Şeytan Çıkarıcısı Gabriele Amorth’un notlarından esinlenerek çekilmiş bir film. Julius Avery imzalı yapımda deneyimli rahibi Russell Crowe oynuyor ve canlandırdığı karakter Vespa’sına atlayıp Roma’dan gelerek sorunu çözmeye çalışıyor. Crowe’un yer yer sarkastik takılarak canlandırdığı rahip, western filmlerindeki eski silahşorları andırıyor. Ona yardım eden genç rahip Esquibel de silahşorun yanındaki acemi yardımcı tadında. Film, türünün klişeleriyle sıradanlaşan aynı kulvardaki diğer filmlere benziyor. Crowe’un çizdiği portre bir nebze filmi ilgiye değer kılıyor amagenel olarak vasat aşılamıyor. İçine iblis giren küçük Henry’nin performansını da çok beğendim. Bu karaktere hayat veren Peter DeSouza-Feighoney fiziksel olarak hafiften Malcolm McDowell’ın ‘Otomatik Portakal’daki halini andırıyor. Franco Nero’ylaPapa rolünde karşılaşmak hoş bir sürprizdi. Crowe ve Nero’yu izlemek keyifliydi ama türünün diğer örnekleri gibi bir yanıyla dinsel bir propaganda da içeren, klişe ve vasat bir yapım olmuş…'

 

 

OREGON 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Oyuncuları da çok beğendim. Hemen hepsini... Ama özellikle seçmek gerekirse, en başta iki çifti: Hakan ve Gaye'de Serkan Çayoğlu ve Aslı İnandık... Burhan ve Fazıla'da özlediğimiz Zihni Göktay ve Nevra Serezli... Ayrıca Şermin'de enfes kompozisyonuyla Selen Uçer; kapıcı Dursun'da Onur Gürçay; Orçun'da Nejat İşler ve komiser Şevket'te Ferit Aktuğ da anılmaya değer. Öte yandan, bazı görüşlerin tersine, ben filmde cinselliğin ustaca ve kişisel bir bakışla kullanıldığını düşünüyorum. Yönetmenin tüm konuşmalarında bu filmde sanat açısından iddialı olmadığını, sadece 'iyi vakit geçirtecek bir film' yapmayı söylediğini de ekliyorum. Son olarak, Oregon'un ne olduğu da ancak finalde ortaya çıkıyor. Haberiniz olsun!..'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... İstanbul Film Festivali direktörü kimliğiyle tanıdığımız Kerem Ayan’ın ilk yönetmenlik adımı olan yapım, çeşitli karakterlerin dünyalarına uğrayarak bir dönem panoraması çiziyor. Birkaç hoş, ilgiye değer nostaljik sahne barındıran filmde olayların geçtiği apartman az biraz ünlü TRT dizisi ‘Bizimkiler’ tadı sunuyor; öykü yer yer eski Yeşilçam’a göndermelerde bulunuyor (özellikle de Nejat İşler’in canlandırdığı Orçun karakteriyle). Karakol sahneleriyle de memleketimden insan manzaraları izliyoruz. Eleştirmen klişesiyle söylersek ‘Oregon’ iyi niyetli bir çaba olmuş.'

 

KARANLIK GECE 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Kolay içine girip analiz edilecek filmlerden, hemencecik çözümlenecek bulmacalardan değil bu film. Biraz da konuşmaların tümünü duymak kolay olmadığından... Ama deneyelim bakalım... Film görsel zenginliğiyle de dikkat çekiyor. O düğün sahnesi, obruğa iniş-çıkış bölümleri. Tüm o enfes biçimde çekilmiş gece sahneleri. Filmdeki Kuyucak tobruğu bize Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'unu hatırlatıyor. Öte yandan, ana temaları açısından Emin Alper'in başyapıtı Kurak Günler'in akla geldiği de söylenmeli. Taşra ahlakına eğilmeleri; eşcinselliğin hem olası, hem yasak olmasındaki çelişkiye değinmeleri benzerlikler içeriyor...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Daha ilk anlardan gerilimli ve açıkçası asap bozucu bir film ‘Karanlık Gece’… Linç kültürünü ve silah kullanmayı erkeklik sananların aralarındaki uzlaşma, kararlılık gerçekten ürpertici… Özellikle, kendisini doğa dostu, iyi niyetli, idealist Ali karakteriyle özdeşleştirecek insanlar için zor bir seyir deneyimi vadediyor. Sonuçta, John Wick serisinden bir intikamcı filmi değil, gerçekçi bir psikolojik dram seyrettiğimiz için rahatlama fırsatı bulamıyoruz. Üstü örtülen suçları simgeleyen çukurlar veya dikey mağaralar, filmin karanlığını artırıyor. İshak’ın vicdanı ve sürüden ayrılması da tünelin ucunda gördüğümüz ışık işlevi göremiyor. Geciken pişmanlığın beyhudeliğini vurgulayan filmin finali, sanki kefaretin imkansızlığı üzerine… Özcan Alper’in en iyi işi olduğunu düşündüğüm ‘Karanlık Gece’, senaryosu, anlatımı, gerilimi, Yunus Roy İmer’in görüntü yönetimi ve Cansun Küçüktürk’ün müziğiyle sinema severlerin kaçırmaması gereken bir film...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Film, ana karakteri İshak’ın durmaksızın kanayan yarası odağında ülkenin sosyolojik tarifine soyunuyor. Linç kültürü, erkeklik halleri, aramızda gezinen ve hiçbir şey yokmuş gibi hayatlarına devam eden suçlular, onları her daim koruyan ve ‘Oyna, devam’ diyen bir hayatın (sistemin) akışı, “Biz bu topraklarda binlerce yıldır varız” diyen hoyrat düşünce biçimi, şehirliye, dışarıdan gelene, kendine benzemeyene pençelerini gösteren içekapanık taşra kültürü... Filmin özelinde de kıskançlıkla birlikte artan öfke sonucu genç ve idealist orman mühendisi Ali’yi yok eden ‘Anadolu irfanı’... Bütün bu temalara hakkını vererek uğruyor ‘Karanlık Gece’... Şu saptamayla bitireyim: ‘Kurak Günler’ her şeye rağmen umut vaat ediyordu. ‘Karanlık Gece’yse adı gibi bizi saran ve bir türlü içinden çıkamadığımız bir karanlığın tarifine soyunuyor... Sinemamızın son dönemdeki yüz akı çabalarından biri olan bu filmi kesinlikle kaçırmayın derim...'

 

 

RENFIELD (Yön: Chris McCay)

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Yönetmen Chris McKay, The Lego Batman Movie ve The Tomorrow War filmleriyle tanınmıştı. Bu filmin altından iyi kalkmış denebilir. Kadro ise çok iyi. Bir türlü yaşlanmayan Nicolas Cage sanki 1988 yılındaki Vampir's Kiss filminde bunun provasını yapmıştı. Hem ürkünç, hem komik olmanın olduğu kadar, aksiyon sahnelerinin de altından çok iyi kalkmış. Nicholas Hoult'un Renfield'i son derece sempatik ve canlı. Filme çok şey kazandırmış. Kadın polis Rebecca'da Awkwafina, şirket sahibesinde bir zamanların ünlü İranlı oyuncusu Shohreh Aghdashloo, oğlu Tedward'da kendine göre bir komedi tarzı olan Ben Schwartz da misyonlarını yerine getirmişler. Deneyimli Marco Beltrami'nin müziğiyse anmaya değer. Sonuç olarak, çok fazla şey beklememek kaydıyla seyri hoş bir film...'

 

MEHMET AÇAR (haburturk.com): '... Açılışta Dracula ve yardımcısını Tod Browning’in 1931 yapımı ‘Dracula’ filminden bir karenin içine yerleştiren yönetmen Chris McKay, Renfield’in anlatıcılığında hoş bir başlangıç yapıyor filmine. Ama belirli bir yerden sonra her şeyi gore ve aksiyona bağlıyor. ‘Fazla fazla oynamayı’ her zamanki gibi kendine yakıştıran Nicolas Cage, CGI katkısıyla yer yer yüzüne bakmakta zorlanacağınız rahatsız edici bir halde çıkıyor karşımıza. Özellikle sivri ve küçük dişleriyle en korkunç görünümlü Dracula’lardan birini canlandırıyor. Nicholas Hoult ile Awkwafina’nın kimyalarının tuttuğunu düşünenler çıkar mı bilmiyorum ama sonuçta, ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar. Dracula – Renfield tarzı başka bir toksik ilişki yaşayan dominant anne ve zayıf karakterli oğulda Shohreh Aghdashloo ve Ben Schwartz da eğlenceli performanslar çıkarıyorlar. Ortalama bir vampir komedisi olduğunu düşündüğüm ‘Renfield’in ABD’de bazı eleştirmenlerden çok olumlu tepkiler aldığını da belirtelim.'

 

 

HAVA MUHALEFETİ (Yön: Murat Kepez)

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... “Amaca giden yolda her şey mubahtır” mottosuna sığınan Makyavelist siyasetçi Cemil Yıldırım’da Ali Sunal filmi sürüklerken -genetik kodları itibariyle- bazı kadrajlarda mimikleri, ses tonu ve beden diliyle adeta ‘rahmetli’ babası Kemal Sunal’ı yeniden bizlerle buluşturuyor. Menfaat ve her şeyi kendisine yontma konusunda ustalaşmış politikacı eşi Hatice’de de Doğa Rutkay iyiydi. Senaryo genel olarak sağ politikacı profiline yönelik eleştirilerde bulunurken bizdeki solu da halkın anlamadığı dili kullanan, her türlü eylemde ‘modern sanat’a başvuran, dansla, operayla bir tür elitizm ve anlaşılmazlık peşinde koşan bir ideoloji olarak göstermiş. Bütün bunlar aslında sağ ve sol için daha önce kullanılmış klişeler; Murat Kepez’in yapıtında bu bildik vurgular bazen sırıtmış, bazen de istediği etki fazlasıyla sağlanmış. Filmde uçağın yolcuları da metaforik anlamıyla halkı temsil eden bir yapıya sahipti.Ben bir de öykünün ‘gerçekçi’ sonunu ve mesajını beğendim...'

 

 

SÜPER MARIO KARDEŞLER FİLMİ (Yön: Aaron Horwath, Michael Jelenic, Pierre Leduc)

 ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... İşte animasyon (canlandırma) alanında çok hoş bir film. Özellikle Amerika'da ve Batı aleminde çok popüler olan ve yıllardır çeşitli platformlarda oyunları dolaşıp duran kişiliklerle dolu bu son sinema uyarlaması, sanırım her yaştan çocuklar için gerçek bir şölen olacak... Bir tür Disney olan İlluminaton şirketinin bu ilginç filmi, yıllar öncesinin benzer serisi Despicable Me'yi hatırlatır. Latin kültürüne yönelmiş bir yanı da vardır: sürekli edilen (ve bizlere ünlü ABBA şarkısını hatırlatan) Mama Mia deyişi ya da sıkça yenen pizza'ları... Sonuç olarak türünde gayet hoş bir film denebilir. Bizde orijinal sesleri koruyup altyazıyla gösterilmesi Chris Pratt'tan, Charlie Day'e, Jack Black'tan Seth Rogen'a birçok ünlü sesi de duyma imkanı getirmiş. Belki en iyisi çocuklarınızla gitmek olabilir. Size de benzer bir keyif vermesi bana gayet olası gözüküyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...  Dışarıda pek beğenilmeyen ve yerden yere vurulan ‘Süper Mario Kardeşler Filmi’ (The Super Mario Bros. Movie), doğrusu öyküsü itibariyle vasat olsa da genel çizgileriyle izlenmeye değer geldi bana. Dostluk ve dayanışma mesajlarına sahip film, soundtrack’indeki ‘Holding Out for a Hero’ (Bonnie Tyler) ve ‘Take On Me’ (A-ha) gibi şarkılarla da bizim kuşağı yakalıyor. Orijinal seslendirmeyle izleyecekler için de şunu söyleyebilirim; Bowser’ın sesinde Jack Black her zamanki gibi müthiş. Bu arada ‘Süper Mario Kardeşler Filmi’nin ABD’de ilk hafta sonunda 146,4 milyon dolar hasılatla tüm zamanların en iyi ikinci animasyon açılışına imza attığını belirtelim.

 

 

ZİNDANLAR VE EJDERHALAR: HIRSIZLAR ARASINDAKİ ONUR  (Yön: Jonathan Goldstein, John Francis Daley)

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Karşımıza her dakika bir sürpriz sunan fantastik bir görsel şölen geliyor. Dolgun, zengin ayrıntılarla yüklü bir masal... Ve arada dayanılmaz derecede komik sahneler... Örneğin bir 'şatoya giriş' sahnesi var ki... Antolojilere girer. Aslında filmin bir özelliği de klasik olmuş uzay ve öteki alemler üzerine fantastik serilerle akrabalığı. Böylece akla kolayca Lord of the Rings - Yüzüklerin Efendisi, Guardians of Galaxy- Galaksinin Bekçileri, Star Trek, Spider Man - Örümcek Adam, The Witcher - Büyücü gibi ünlü seriler geliyor. Belki asıl çekiciliği tüm bu filmlerle ilişkili anılarımızı yeniden canlandırmak olmasın?... Sonuç olarak büyük yenilikler sunmasa da oyalayıcı bir film. Torunumu alıp bir kez daha izler miyim, bilmiyorum!..'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Chris Pine ve Hugh Grant’in ellerindeki komedi malzemesinin tadını çıkararak oynadığını düşünüyorum. Tahmin ettiğimiz yere bağlansa da Forge’nin babalık içgüdüsüne kendini kaptırıp Kira’yı sahiplenmesi, öykünün tuhaf yanlarından biri. Grant, karakterin çelişkilerini yorumlarken eğlenceli bir performans çıkarıyor. Sürpriz bir misafir oyuncunun yer aldığı Marlamin sahnesinde de hoş bir ironi tutturuluyor; cinsiyetçi ön yargılarımızla dalga geçiliyor. ‘Zindanlar ve Ejderhalar: Hırsızlar Arasındaki Onur’ aksiyon ve fantezi meraklıları dışında öyle herkese önerebileceğim, çok ciddiye alınacak bir film değil. Tüm kötülüklerin kaynağı büyücü Sofina, düzlüğü ve sıradanlığıyla öykünün zayıf halkası. Ama son tahlilde, ilk üçlemenin kötü şöhretini unutturan, hafif ve eğlenceli bir seyirlik var karşımızda.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Sürekli espri yapma çabası, kahramanların düştükleri durumları alaya alma ısrarları, tuhaf yaratıklar, iri kuşlar, ejderhalar derken belli noktalarda çekici bir film var karşımızda. Ayrıca ‘Indiana Jones’, ‘Yüzüklerin Efendisi’ (The Lord of the Rings), ‘Taht Oyunları’ (Game of Thrones) yapımlarına öykünen bu görselliği ağır basan çalışma, bana kalırsa pek de özgün bir yapıt olamamış. İster ‘süper kahramanlar’a sahip bir fantastiklik taşısın, ister bu filmde olduğu gibi öykü zamansız ve gerçek adressiz bir evrende geçsin, sanki daha derin meselelerle ilgilenmesi gerekiyor. Çünkü bütün bu yapımların aynı kulvarda yer alan çok daha iyileri çekildi. ‘Zindanlar ve Ejderhalar: Hırsızlar Arasındaki Onur’da, Gary Gygax ve Dave Arneson’ın 1973’te piyasaya sürülen, sonraki yıllarda çok sayıda hayrana sahip olan oyunlarının “Yeni nesil bunun sinema versiyonunu ancak böyle bir film formatında seyreder” mantığına sığınılmış...'

 

SEKİZ DAĞ

ATİLLA DORSAY (T24.com.tr): '... Haftanın sinemalara gelen en iyi filmi bu... Paolo Cognetti adlı İtalyan yazarının 2016 tarihli bestseller kitabından uyarlanan film, Belçikalı karı-koca yazar-yönetmen ikilisi Felix van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch tarafından sinemalaştırılmış. Yönetmen aslında Belçika'nın Flanders denen dümdüz bölgesinde büyümüş. Ama hikâye adına İtalyan Alpleri denen dağlık bölgede geçiyor. Bu da filmin birkaç temel özelliğinden birini yansıtıyor: doğaya, ama daha çok dağlara ve onların eşsiz güzelliğine adanmış bir destan... Böylece hikâyenin bence temel özelliği ortaya çıkar. Bu görkemli bir aşk hikâyesidir: iki erkek arasında yaşanan... Ama hiçbir cinsel yanı da olmadan... Sinemada böylesine özel, özgün ve aykırı bir ilişki, belki ilk kez bu denli görsellik içeren bir filme konu olmaktadır. Belki iki sinema klasiği bir ölçüde hatırlanabilir: Ang Lee'nin Brokeback Mountain (2003) ve Sean Penn'in İnto the Wild (2007)...''

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Belçikalı yönetmen Felix van Groeningen, eşi Charlotte Vandermeersch’le birlikte çektiği bu yapımda bir tür modernizm eleştirisine de soyunuyor. Paolo Cognetti’nin ödüllü romanından uyarlanan yapım, izlediğinizde neler anlattığını ya da nerelere vurgu yapmak istediğini filmden ziyade sizin hissiyatınızla çözebileceğiniz türde... Senaryoda çok zorlama bölümler var ve bazı virajlarda öykü inandırıcılığını kaybediyor, kimi sahnelerin halledilememiş olduğu duygusuna kapılıyorsunuz. Filmi çok beğenmesem de birçok yabancı eleştirmenin göklere çıkardığını belirtmeliyim.'

 

 

JOHN WICK: CHAPTER 4

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Serinin sonraki hamlelerinde fazlasıyla yorucu bir aksiyon ve zorlama hikâyeler vardı. ‘John Wick 4’te aynı formül izlenirken araya hamasi diyaloglar eşliğinde dostluk, sadakat, onur gibi temalar sıkıştırılmış ama bütün bunların dolgu malzemesinden öteye gitmediği aşikâr. Keanu Reeves’in robotvari bir şiddet gösterisine soyunduğu, “Yeaahh” dışında birkaç cümle sarf ettiği (!) filmde başta Ian McShane olmak üzere birçok oyuncu ‘poz kesiyor’. Öykünün kötüsü Markiz de Gramont’da Bill Skarsgård fazlasıyla karikatürize. Ben en çok şûranın bir tür hakem olarak sahaya sürdüğü karakteri canlandıran, eski göz ağrılarımızdan Clancy Brown’ı beğendim. Sonuç olarak serinin önceki filmlerini beğendiyseniz bu son adımı da beğenirsiniz diye umuyorum…'

 

 

MAHKUM 77

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Mahkum 77’, İspanya’nın demokratik yürüyüşündeki evreleri koğuşlarında izleyenlerin gözünden anlatıyor. Yönetmen Alberto Rodríguez’le birlikte Rafael Cobos’un kaleme aldığı senaryoda, hayata soldan bakanlar için çok sayıda gönül çelen bölüm var: Mahkûmların özgürlük ve genel af istekleri için yaptıkları farklı eylemler, gardiyanların onlara yönelik fiziksel şiddetinin yanı sıra sözlü mobbing’leri (mesela dilekçe kâğıdı istediklerinde “Paran yoksa demokrasi de yok” şeklinde dalga geçiyorlar); hapishane avlusundaki anarşist, sosyalist, komünist tiplemeleri, atölyede futbol topu dikmeleri ve buradan üç-beş kuruş kazanmaları (“Futbol topu dikeceksin, ülkeyi kalkındırma zamanı” ifadesi eşliğinde) gibi... Senaryodaki en çarpıcı ifadelerse sanırım şu ikisiydi: “Franco’nun sokaklarda görmek istemediği herkes bu hapishanede toplanmış” ve “Kaçmak her mahkûmun hakkıdır”.

 

 

SHAZAM: TANRILARIN ÖFKESİ!

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmin tuhaf bir mizahı da var. Eski efsanelerden yola çıkmış gibi gözüküp birden en modern kavramlara uzanması gibi... Böylece kişilerimiz yer yer cafe'lerde hamburger yiyorlar; Hızlı ve Öfkeli serisinden, Destiny's Child müzik grubundan veya bilgiyi google'lamaktan söz ediyorlar!.. Sonuç olarak bu uzun film bir ölçüde kendini izletiyor. Absürt mizahına, habire değişen temposuna ve belli bir üslup asaletinden yoksun olmasına karşın... Müziğin seremonyal bir atmosfer özelliği taşıdığını ve bunun filmle iyi uyuştuğunu da belirtmeliyim. Oyunculara gelince... Freddy ve Billy'nin genç oyuncuları Jack Dylan Grazer ve Asher Angel iyi çalışmışlar. Freddy'nin olgun halinde Adam Brody de öyle... Tanrıça Atina'nın kızlarında Helen Mirren, Çin kökenli Lucy Liu ve Rachel Zegler çok iyiler. Hele özlediğimiz Helen Mirren'i bunca yıl sonra, böylesine ‘genç işi' bir filmde bulmak... Finale doğru ise birden karşımıza Wonder Woman çıkıyor. Yanılmıyorsam yine Gal Gadot'nun oynadığı...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  İlkinde olduğu gibi filmin bütününde renkli, dinamik bir gençlik duygusu var. Senaryonun sevdiğim yanlarından biri, Google’un yerini alan ve gençleri kütüphaneye yönlendiren ‘sihirli kalem’ oldu. Gençlerin Atlas’ın kızlarıyla mücadeleye çıkmadan önce okuyarak araştırma yapması hoş bir detaydı. Son dönemdeki bütün süper kahraman filmlerinde olduğu gibi aksiyon sahneleri burada da tahribat ve süper güçlerin çarpışmaları üzerine kurulu… Shazam ve ekibinin ilk bölümde yıkılan köprü üzerinde düzenlediği kurtarma operasyonu filmin öne çıkan sahnelerinden biri. DC Genişletilmiş Evreni’nde, mizah duygusu, genç karakterlerinden gelen enerjisi ve fantastik yanıyla ayrışan ‘Shazam! Tanrıların Öfkesi’ hafif ve oyalayıcı bir aksiyon. Sadece süper kahraman filmlerinden hoşlananlara önerebilirim.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Mantıken ‘Tanrıların Öfkesi’ yerine ‘Tanrıçaların Öfkesi’ ismini kullanması gereken film, yer yer eğlendirici ama genel toplamda ‘süper kahraman’ klişelerinden geçilmeyen yapıya sahip. ‘Süperler takımı’nı canlandıran genç oyuncular fena değil ama Hespera rolündeki Helen Mirren filmdeki herkesten bir adım önde gibi. İlkinde olduğu gibi David F. Sandberg’in imzasını taşıyan yapımın desibel açısından çok gürültülü olduğunu ve ancak kulağına güvenenlerin salona gitmesi gerektiğini bir not kabilinden düşelim...'

 

 

CREED III: EFSANE DEVAM EDİYOR

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film dediğim gibi ilk iki bölümün düzeyini tutturuyor. Son derece kalabalık salonlarda son derece hızlı boks sahneleri; maçlar kadar ilginç olmayı başaran antrenmanlar... Hele o tek başına çalışırken, iplerle bağlanmış bir uçağı çekme sahnesi!.. Tüm bunlar kimi zaman çok yakın yüz çekimleriyle ilginç bir uyum kurmuş. Hele o aynı andaki karşılıklı ölümcül vuruşlar... İnsanı gerçekten şaşırtıyor. Fonda sürekli bir rap müziği de ilginç... Bir bölümde ise Adonis'in Güney Afrika ziyareti ve oradaki maçı yer alıyor. Ayrıca daha genel bir bakışla ilginç ögeler de görülüyor. Hemen tüm oyuncuları siyahi olan film, bu açıdan bizlere gerçek anlamıyla bir Siyahi Amerika sunuyor. Time Square meydanında bir binanın köşesine asılmış devasa Adonis Creek portresi ya da yine kısacık gösterilen Ralph Lauren'e modellik de cabası... Hep biraz ırkçı olan ve öyle kalan ABD'de böylesine siyahi çerçeveli bir bakış oldukça enteresan...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Sony CineAlta Venice kameralarıyla çekilen filmi dilerseniz IMAX formatında izleme şansınız var. Teknik kaliteye hiçbir itirazım yok ama yönetmenlik olarak, boks çekimlerinde kendine özgü akılda kalıcı bir tarz geliştirildiğini düşünmüyorum. Jordan’ın Creed, Dame ve onların dövüştüğü ring dışında salondaki tüm seyircileri görüntüden sildiği sahne ise kayda değer… Jordan burada, Creed ve Dame’in unvan için dövüşmekten ziyade kendi aralarındaki eski hesabı kapatmaya çalıştığının altını çizmeyi başarıyor. 1976’daki ilk ‘Rocky’ filmini temel alırsak ana serinin dokuzuncu ürünü olan ‘Creed III: Efsane Devam Ediyor’, spor türünün meraklılarına hitap eden ama daha ötesini vadetmeyen filmlerden…'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Ana karakteri canlandıran Michael B. Jordan’ın bu kez yönetmen koltuğuna da oturduğu yapım boks sahnelerindeki başarılı koreografiyle dikkat çekiyor. Performans açısından da Damien rolündeki Jonathan Majors’ın parladığı filmde, senaryo zorlama duruyor. Bu serinin ilk filminde beyazyakalılar sınıfındayken ‘gen çekmesi’ sonucu Adonis, parlak memuriyet hayatına son vererek babasının mirasını üstleniyordu. ‘Creed III’te de ümit vaat eden genç bir boksörken, 18 yıl sonra ringe çıkıp daha ilk maçta ‘Dünya şampiyonu’ olan bir karakter var. Bu türden meseleleri dert etmiyorsanız, ‘Creed III’ü “Boks sahneleriyle görsel yanı güçlü bir yapım” cümlesi eşliğinde önerebilirim...'

 

HAYATA RÖVEŞATA ÇEKEN ADAM

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film bir yanıyla görkemli bir hatırlama öyküsü. Geçmişte yaşanmış bir büyük aşkın, bir tarafın ölümüyle öbür yana yaşattığı o tarifsiz dram... Öte yandan, vaktiyle Sonya'nın öğretmenlik yaptığı okulda bir 'trans'a (cinsiyet değiştirmiş) Malcolm'a yaptığı iyilik... Ayrıca güçlü bir yan motifse Dye&Merica adını taşıyan bir dev şirketin hikayeye dekor olan mekanlarda var olan tüm binaları yıkıp, yeni ve daha büyüklerini inşa etme arzusu. Ve bunun sonunda ünlü bir kadın TV sunucunun desteğiyle önlenmesi. Sanki biraz da günümüz Türkiye'sinde olanlara benzeyen... Bir çöküş ve sonra yaşama sevincine yeniden kavuşma olarak da nitelendirilebilecek filmde, tüm oyuncular dört dörtlük. Hanks'in yanı sıra özellikle Marisol'de Mariana Trevino'yu çok sevdim. Bir de kedi var ki, evlere şenlik... Ne yazık ki ismini öğrenemedim!..'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '...  2015 yapımı filme göre, aile vurgusu bir adım daha öne çıkarılmış, bazı ayrıntılar burada yok sayılmış. 2015 tarihli filmde örneğin Ove (Otto) ile babası arasındaki ilişki filmin başlarında daha güçlü işleniyor. Annenin yokluğu, babanın karakteri Ove’un neden bu kadar kuralcı ve ‘sıkıcı’ bir adam olduğunu anlamamıza neden oluyor. Üstelik bu filmdeki geri dönüşler yalnızca Ove’un hayatının kırılma anlarını değil, İsveç’te değişen kent, ekonomi ve toplum yapısını da anlamamıza vesile oluyor. Ama yeniden uyarlama bu dönüşümü tam olarak anlamakta zorlanıyor açıkçası. Daha sembolik temalar seçiyor ve onları da yüzeysel ele alıyor. Yine de anlatının temel meselesinin bu olduğunu söylemek zor. “Hayata Röveşata Çeken Adam”, bir tür ‘ikinci şans’ hikayesi. Ancak başka insanlarla temas ederek, dayanışarak, birbirimizin acılarını alarak hayat karşısında tutunabileceğimize dair dokunaklı bir anlatıya dönüşmeyi başarıyor yine de. Tom Hanks her zamanki gibi ama Marisol’u canlandıran Mariana Treviño filmin komedi yükünün büyük bir kısmını tek başına taşıyor neredeyse.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Otto’nun gençliğini Tom Hanks’in oğlu Truman Hanks’in, âşkı Sonya’yı da Rachel Keller’ın canlandırdığını belirtelim... Filme ilişkin söyleşilerde gerçek isminin Sméagol olduğu belirtilen kedinin performansını da öveyim! Öte yandan öykü sosyal medyanın hem olumsuz (raylara düşen adama yardım etmek yerine olayı cep telefonuyla kaydedenler) hem de olumlu (bir influencer sayesinde emlak şirketinin foyasını meydana çıkarmak gibi) yanlarını gösteriyor. Uzaktan uzağa Clint Eastwood’un ‘Gran Torino’sunu da çağrıştıran ‘Hayata Röveşata Çeken Adam’, yaşlılık ve yalnızlık temaları etrafında gözyaşlarımızı teslim alan bir yapım olmuş. Kaçırmayın derim.

 

 

CENNETTEN GELEN ÇOCUK 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Mısır, modernleşme serüveni açısından Türkiye ile benzerlikler de taşıdığı için tanıdık birçok şey görmek mümkün filmi izlerken. Ve fakat Cannes’da övgülere boğulan senaryosu aksıyor bana kalırsa yapımın. Adam’ın daha ilk sınıfta bu kadar yükselmesinin, herkese ve her şeye kolayca ulaşabilmesinin yolları döşenirken ikna edicilik sorunları baş gösteriyor. Tarık Saleh, olayları ve kişileri birbirine bağlarken, büyük resmin şehvetine kapılıp küçük ayrıntıları görmezden geliyor sanki. Bu küçük ayrıntılar filmi daha kötü yapmıyor belki ama çok daha iyisi olmasının önüne geçiyor. Yine de, din ve devlet işlerinin İslam coğrafyasında nasıl yürüdüğüne dair önemli gözlemlerle dolu bir yapım “Cennetten Gelen Çocuk”. Yönetmenin iktidar dışında hiçbir karakteri yargılamayan bakışı, filmin güçlü yanlarından. Adam’ı canlandıran Tawfeek Barhom’ın performansı da bunu pekiştiriyor. Haftanın öne çıkan seçeneklerinden…'

 

PRESTİJ MESELESİ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Dönemin eğlence hayatı da çok iyi veriliyor. Öncelikle o ünlü pavyonlar, gazinolar, kadınların gece yaşamına büyük katkısı... Çok güzel sunulmuş, en güzel manzaralarıyla çok iyi kullanılmış bir İstanbul... Ve onun üzerinde, açılıştaki güzel deyişle: Gerçek Bir Umut Hikayesi... Ve orada özellikle üç büyük müzik insanının yaşamı üzerine neredeyse bir belgesel: Mahsun, Özcan ve Haluk... Sonuç olarak bu kendi alanında ve çapında çok hoş bir film. Ülkemizin müzikal geçmişine sağlam bir bakış atarken, toplumsal tarihine de eğiliyor. Ve bizlere o dönemin, özellikle 90’lı yılların bir panoramasını sunuyor. Hilmi Topaloğlu’nun 2003 yılındaki erken ölümü, Prestij Müzik’in hemen hemen sonu oluyor. Bu film sayesinde o pavyonlar kadar o konserleri, o İstanbul güzelliği kadar o çılgın kalabalıkları da kolay kolay unutmayacağız. Ve ben, kendi açımdan sevgili Mahsun’a gönül dolusu teşekkürlerimi yolluyorum.'

 

KULÜBEYE TIKLAT

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Yüksek gerilimli sinemasal yolculuğunu ‘Altıncı His’le başlatan, çıtasını ‘Ölümsüz’, ‘İşaretler’, ‘The Village’ gibi yapımlarda koruyan ama sonrasında eski çizgisini tutturamayan M. Night Shyamalan’ın son filmi ‘Kulübeye Tıklat’ (Knock at the Cabin) kıyamet teması etrafında biçimleniyor. Paul Tremblay’in ‘The Cabin at the End of the World’ adlı romanından uyarlanan çalışma, gerilimi ve ‘Kutsal Kitap’tan ödünç alınmış temasıyla (Mahşerin Dört Atlısı) pek bir heyecan sunmuyor. Bütün yükü alt sınıfların kurbanlarına yükleyen kapitalist düzen içinde bir de dini referanslara dayalı bir kurban temasını böyle demode bir öyküde izlemek doğrusu bana çok da ilginç gelmedi. Fazlasıyla teatral bir yapıya sahip olan ‘Kulübeye Tıklat’ dünyanın gidişatına dair zorlama bir söz söylemeye çalışıyor.'

 

THE BANSHEES OF INISHERIN

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Gerçekten de film yer yer kolay unutulmaz sahneler içeriyor. İlk başta kıyıdaki devasa Meryem heykeli ve dinsel şarkı söyleyen koro; Colm’un tek başına denize karşı keman çalması; ayni şeyi yaralı elleriyle yapması; tarlaya yayılmış kesik parmaklar; kilisedeki görkemli toplantı... Sinemasal belleğimize yerleşti bile... Oyunculuk da İngiliz ekolüne yakışır biçimdedir.  Colin Farrell ezik Pardaic’te, Brendan Geeson inatçı Colm’de öylesine bir ikili oluştururlar ki.... Bir yabancı yazar filmin sanki bu ikili için yazılıp çekildiğine dikkat çeker. Bizden ve bize benzer toplumlardan böylesine uzak kişilerin elimizle dokunacak kadar yakınımıza gelmesi, filmin önemli bir  erdemidir. Ayrıca Siobhan’da Kerry Condon, ‘köyün aptalı’ ve ayni zamanda umutsuz genç zamparası Dominic’te Barry Keoghan, papazda David Pearse, bir hayalet gibi dolaşan yaşlı nine McCormick’te Sheila Fliton da az etkili değildirler. Bir not da filmin getirtici firmasına....Venedik’te ödüller almış filmin birçok Oscar adaylığı var: film, yönetmen, oyuncu (Colin Farrell), yardımcı erkek oyuncu (hem Brendan Gleeson., hem Barry Keoghan), yardımcı kadın oyuncu (Kerry Condon), vs. Böylesine dikkat çekmiş bir filmi özgün adıyla piyasaya sürmenin alemini ben anlayamadım. En azından benim yaptığım –ve filmin bir yerinde söylendiği- gibi, İnisherin’de Ölüm Perileri denebilirdi. Ben naçizane filmi böyle anmaya devam edeceğim.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Martin McDonagh’ın incelikli senaryosunun üzerine inşa edilen film çıkışsız insanlar, çaresizlik, dostluk ve tek başına ayakta durmanın zorluğu türünden temalar üzerinde yükselirken bir ‘yalnızlık senfonisi’ tadına ulaşıyor. Colin Farrell, Pádraic rolünde muhteşem, karakterinin hissiyatını çoğu kez kaşlarıyla aktarıyor. Keza Colm’da Brendan Gleeson, geleceğinin ada dışında olduğuna inanan ve bu uğurda çaba harcayan Siobhán’da Kerry Condon da harika portreler çiziyor. Öte yandan filmin en değerli parçalarından biri polis memurunun oğlu Dominic’te izlediğimiz Barry Keoghan. ‘Macbeth’in cadıları tadındaki, yaşlı McCormick’te karşımıza gelen Sheila Flitton da çok iyi. Görüntü yönetmeni Ben Davis’in, özellikle adanın güzelliğini yakalayan kadrajları fazlasıyla etkileyici; kamerasının yakaladığı cazip görüntüler, yöre insanının ruhsal dertleriyle tezat oluşturuyor ve ‘taşra sıkıntısı’nın altını çok iyi çiziyor. ‘The Banshees of Inisherin’ arkadaşlık ve yalnızlık üzerine yapılmış en hüzünlü filmlerden biri... Ayrıca kara mizah tonunu da
hiçbir zaman yitirmiyor. Benim nazarımda da gönlümün Oscar’larının çoktan sahibi oldu bile...'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '...  Martin McDonagh’ın önceki filmlerinde de şahit olduğumuz senaryo maharetine de değinmeden geçmeyelim. İncir çekirdeğini doldurmayacağını düşündüğümüz bir ayrıntıdan, kimsenin umurunda olmadığı basit insanların hayatından, bilsek ne olur bilmesek ne denilebilecek bir tarihten; yalnızlık, geleceksizlik, umutsuzluk, çaresizlik, korku ve daha birçok şeye dair katman katman açılan bir hikâye çıkarmayı başarıyor McDonagh. Doğayı, hayvanları ve havayı da işin içine katmayı ihmal etmeden. İnsan denilen yaratığın en evrensel hallerini, en basit olanları üzerinden anlatıyor bir kez daha. “The Banshees of Inisherin”, bir taşra anlatısı öte yandan. Durağanlığın, rutinin, hareketsizlik ve ufuksuzluğun ruhlarda yarattığı körelmeyi, bu durumun kendi içine gömülen ve kendini yok eden yönlerini çok usta dokunuşlarla anlatıyor seyirciye. Bu ustalığa her biri Oscar adaylığı elde eden Colin Farrell (Pádraic), Brendan Gleeson (Colm), Kerry Condon (Siobhan) ve Barry Keoghan (Dominic) da eklenince yılın en iyi yapıtlarından birisi çıkıyor ortaya. Mutlaka izleyiniz, sinemada izleyiniz!

 

KORSAJ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Doğrusu filmi çok sevip herkese tavsiye edecek değilim. Kabul etmek gerekir ki genelde ağır bir tempoyla giden, biraz sabır isteyen bir yapım. Ama önemli kozları da var. Öncelikle o sımsıkı korseler motifi, yani filmin adı da olan 'korsaj' hem gerçek, hem de açık biçimde Elisabeth'in içine sıkıştığı düğümü simgeliyor. Filmin anlatımına gelince... Yer yer başvurulan 'slow-motion'lar (yavaşlatılmış sahneler) ilginç. Zaten genel olarak görüntü yönetmeni Judith Kaufmann'ı da kutlamak gerek. Genelde müzik ve yer yer kullanılan Camille adlı müzisyenin beste/şarkıları çok etkileyici. Tüm bu adlar elbette filmi tam bir kadınlar işbirliği haline getiriyor. Ayrıca da film ne kadar şeker olsalar da o eski Sissi serisinden çok daha ciddi olduğu da kesin...  Benim için en ilginci şu oldu: Bu film, 19. yüzyıl Avrupa monarşileri üzerine yapılmış en kapsamlı ve ayrıntılı filmlerden biri, belki de birincisi olmuş. Neredeyse bir belgesele dönüşen... Özellikle tarih-severler için ne güzel bir fırsat...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Yönetmen Marie Kreutzer, Elisabeth'in monarşiye ve onun kurallarına başkaldırıp özgürleşme hikayesini anlatırken Tolstoy'un ünlü roman kahramanı Anna Karenina ile Lady Diana karışımı bir karaktere büründürüyor Elisabeth'i. Hem imparatora karşı hem de halka karşı imparatoriçe rolünü oynayacak birilerini bulduktan sonra Elisabeth, çarpıcı bir şekilde özgürlüğüne kocaman bir adım atıyor. Aslında Kreutzer, saray hayatının bir insanı nasıl şekillendirdiğini anlatırken bir şey daha yapıyor. İnsanlar arasındaki ilişkide eşitlikçi bir yaklaşımın mümkün olduğu göstermek istiyor. İmparatoriçeliği sarayın ve monarşinin elinden alıp toplumun ve halkın içine sokuyor. Yani yöneticilerin de insan olduğunu ve herkesle insani bir ilişki kurması gerektiğini de gösteriyor. Tabii bu yaklaşım modern bir yaklaşım. Ama zaten tahtın varisi oğluyla konuşurken de Elisabeth'in dönemi için ilerici bir düşünce olan cumhuriyetçi olduğunu anlıyoruz. Yani kendi halkına güvenen ve onların sorumluluğunu da alan biri. Lakin monarşi buna izin vermiyor. Vicky Krieps'in muhteşem performansıyla ağır ama dingin bir şekilde ilerleyen bu cesur film, yılın en iyilerinden biri. Kaçırmayın derim.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Marie Kreutzer imzalı ‘Korsaj’ (Corsage), ‘Sisi’ olarak da bilinen imparatoriçenin ruhsal dünyasına ışık tutmaya ve onu anlamaya yönelik bir çabanın ifadesi. Film, imparatorun ona biçtiği sınırlar içinde yaşamaya mahkûm bir kadının, bütün o şatafatın içinde kendine yol ve tutunacak dallar arama isteğini, direndiği cepheleri aktarıyor. Yönetmen Kreutzer’in çizdiği profil ve anlattığı hikâye klasik biyografi özelliklerinden uzak, serbest bir uyarlama ve çağrışımlar geçidi tadında… Böyle bir tercihte de Elizabeth’in hayatında dönüm noktası olan kimi virajlar (mesela tarihi ‘Mayerling faciası’ olarak geçen ve oğlunu kaybettiği olay ya da kendi trajik sonu) filme dahil edilmemiş. Sisi’yi canlandıran Vicky Krieps performansıyla Avrupa Film Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu unvanının sahibi oldu, keza Oscar’a aday olması da kimseyi şaşırtmaz. Son olarak imparatoriçeyi sinemayla yıllar önce buluşturan ve ‘Sisi’ adlı bir seriye dönüşen üç filmde, efsanevi yıldız Romy Schneider’in başrolü canlandırdığını hatırlatalım…'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Bir soylu olarak doğan, 17 yaşında Avusturya İmparatoru Fransz Joseph ile evlendirilen, biraz özgür ruhlu olduğu için dikkatleri üzerine çeken Sissi lakaplı Elisabeth, bütün bu dertlerine rağmen kimselere nasip olmayan bir hayatı yaşamıştır muhtemelen. Film tabii ki onun bir ‘imparatoriçe’ olarak değil kadın olarak neler yaşadığını anlatmak iddiasında ama bunları birbirinden ayırmak o kadar da kolay değil. Ama yönetmen kolayca ayırıyor bize kalırsa. Sissi’nin bir kadın olarak katlanmak zorunda olduklarıyla empati kurabilsek de bir imparatoriçe olarak yaşadıkları neden umurumuzda olsun ki? Elisabeth’in motivasyonunu verili ve kadim kabul ediyor yönetmen, sınıfsal ve kültürel yanlarına bakmadan. Çünkü 1898 yılında İtalyan bir anarşist tarafından öldürülmesinin altında yatan motivasyon Sissi’nin kim olduğunu asıl tanımlayan şey kanımca!...'

 

BABİL 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Sonuç olarak mükemmel olmayan, kusursuz sayılamayacak çok özel bir filmle karşı karşıyayız. Örneğin bir başka zaafı hikâyenin sadece kimi kişilerinin gerçek olması. Yapımcı Irving Thalberg veya adları anılan sayısız ünlü gibi: Charlie Chaplin'den Greta Garbo'ya... Ama çoğunluğun buna uymayan biçimde düşsel kişilikler olması. Hikâyenin ana mesajı ise belki de şu olabilir: "İnsan ne yapsa kaderinden kaçamaz." Finalde 1952 yılına dek uzanan hikâye, anlatılanların çok sonrasına, en sonundaysa daha yakın tarihten önemli kimi filmlere şöyle bir değiniyor. Sadece üç film yönetmiş olan ve bunlardan La La Land - Aşıklar Şehri'yle tüm gönülleri fetheden yazar-yönetmen Damien Chazelle, yanına yine yakın dostlarını almış: görüntü ustası Linus Sandgren ve besteci Justin Hurwitz. Doğrusu çok da iyi etmiş...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Chazelle, daha sınırlı karakterle uğraştığı önceki filmlerinde ulaştığı psikolojik derinliğe ne yazık ki ‘Babil’de ulaşamıyor. Elindeki dramatik malzeme ve çoklu karakter yapısıyla baş edemediğini düşünüyorum. Buna karşılık, son derece etkileyici ve özenli bir prodüksiyon tasarımı; hepsi birbirinden iyi tasarlanıp kurgulanmış kalabalık ve kaotik sahnelerle çıkıyor karşımıza. Chazelle ve görüntü yönetmeni Linus Sandgren’in 35 mm ile çekip dijitale aktardıkları ‘Babil’, teknik olarak mükemmel. Ama kendi adıma biçimci yaklaşımdan çok keyif aldığımı söyleyemem. Başta, Nelly’nin ‘tatlı, uslu ve edepli kız’ olmaya isyan ettiği sahne olmak üzere bazı sahneler bana biraz zorlama geldiler. Geceleyin çölde yılanla dövüş ve Manny’nin Los Angeles yeraltı dünyasında yaşadığı serüven sahneleri için de çok farklı düşünmüyorum. Chazelle’in yönetmen olarak kendini çok fazla öne çıkardığı, biçimciliğin yorucu hale geldiği bir film bu…  Özetle, beğenmediğim bazı yanlarına rağmen yabana atılacak bir film değil ‘Babil’… Üç saati aşan uzun süresi, çoklu karakter yapısı ve biçimci anlatımıyla biraz yorucu olduğunu inkâr edemem. Ama Hollywood üzerine çekilen filmler arasında hep özel bir yeri olacağından şüphem yok. Ayrıca başta Margot Robbie, Diego Calva, Brad Pitt olmak üzere tüm oyuncuların çok iyi iş çıkardıklarını belirtelim...'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... Chazelle, finale doğru dağıtıyor filmi ama. Bunda çok uzun olmasının payı da var. Ya da belki, toparlayamadığı için bu kadar uzuyor yapım. Son bir saatte Jack, Nallie ve Manny’nin dünyasına daha fazla giriyoruz. Onların kişisel trajedilerine bizi de ortak etmeye çalışıyor yönetmen. Ancak anlatı daha ilk baştan öyle kurulmadığı, karakterler bu minval üzerine inşa edilmediği için yönetmenin talep ettiği, olmasını istediği hisler gelişmiyor seyircide. Filmden kopmaya başlıyorsunuz. Girişteki o görkem, yerini kişisel trajedilere bırakınca seyircinin seyir pratiğini ciddi bir makas değişikliği gerektiriyor. Bunu yapmak da kolay olmuyor. Damien Chazelle, sinemayı ama belli ki Hollywood’u çok seviyor. Müziği de öyle. Yetenekli bir yönetmen olduğu da su götürmez. Özellikle filmin ilk bir saatindeki görkemli sahneleri çekmek sadece olanak ile açıklanamaz. Bambaşka bir bakış, planlama ve zanaat söz konusu. Özellikle kendi yazdığı hikâyelerde çağının ruhunu da iyi yakaladığı söylenebilir yönetmenin. Yaşadığımız dönemin tanınma, görülme, onaylanma, başarılı olma gibi topluma ama özellikle de genç kuşağa sirayet etmiş ruh hallerini hikâyelerini karakterlerine yedirme, onlarla özdeşleştirme konusunda çok maharetli genç yönetmen. Üstelik bu ruh hallerinin yarattığı heyecanı değil sadece, yıkımı ve hayal kırıklığını da iyi resmediyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Babil’in genel olarak şöyle bir sorunu var: Öncelikle anlattıkları yeni değil. Ayrıca film zorlama bölümlerle (örneğin hilkat garibeleriyle dolu tuhaf parti sekansı) çok çok uzatılmış (süresi 3 saat 10 dakika). Öte yandan sektörün işleyişi perdeye yansıtılırken eleştiriyle birlikte onları fazlasıyla bağrına basan “Yine de çok tatlılardı” türü iyimserliğe göz kırpıyor. Bunu anlamak mümkün ama sistemi genel olarak ortaya dökmeye çalışıyorsanız sanki sağlam bir ideolojik bakışınız da olmalı. Mesela David Fincher bu tavrı ‘Mank’te gösteriyor, Hollywood’un aslında sistemin siyasi bir ayağı olduğunu da hatırlatıyordu. ‘Sessiz sinema dönemi’niyse Michel Hazanavicus’un ‘The Artist’i daha zekice aktarıyordu. Şunun da hakkını vermek lazım, ‘Babil’ karakterleri itibariyle sinema tarihine meraklılara zevkli bir bulmaca çözdürüyor. Brad Pitt’in ihtişamla canlandırdığı Jack Conrad, John Gilbert’ın; Nellie LaRoy da Clara Bow’un imitasyonları adeta. Setteki Alman kökenli yönetmen de Erich von Stroheim’a göndermeydi sanırım. Diğer karakterler de yaşanmış kişiliklerden esinlenmiş ama çoğu bizim için çok uzak, tanımadığımız dönem profilleri...'

 

 

SERVET OPERASYONU

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Böylece macera başlar. Bir şehiden öbürüne; bir kıtadan diğerine sıçrayarak... Böylece Fas'tan Madrid'e, oradan Los Angeles'e uzanırız. Ve en sonunda... Türkiye'ye... Daha doğrusu ülkenin en çekici kentlerinden Antalya'ya... Orada işe Türk ajanlar, koruyucular, polisler, vs. katılır. Ve film kendisini büyük ölçüde rahatlıkla izletir. Baştan itibaren aksiyon tadı içeren film, bunu büyük ölçüde İngiliz mizahıyla lezzetlendirir. Havaalanındaki uzun takip bölümünün tek rakibi, ancak gemideki daha da uzun gerilim bölümüdür. Ama, en azından biz Türkler için, asıl heyecan Antalya'da başlar. Bu güzel kenti öylesine iyi kullanmışlardır ki... Anlatılamaz, ancak görünce anlaşılır. O harika evlerin olduğu harika sokaklar... O halıların önündeki görkemli kavga... O fonda ustaca kullanılmış tarihi mekanlar, kalıntılar, mimarı eserler... Kentteki Amara Oteli... Tam bir rüya şehir... Ve yabancıların rahatça kullandıkları Türkçe sözler: merhaba; hoş geldiniz; hediye; Mimar Sinan. Ve unuttuğum başkaları... Film kusursuz mu? Elbette değil. Çok sözü edilen teknoloji yer yer tam bir bulmacaya dönüşüyor. Şiddet zaman zaman aşırı dozda sunuluyor. Birkaç iyi oyuncuya karşın, Türkler genelde arka planda kalıyor. Habire sözü edilen Ukraynalıların konuyla ilgisi anlaşılmıyor. Vs. vs...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Bu tür B sınıfı filmlerde olay örgüsünün pek de bir önemi yok. Bunun için öncelikle oyunculuklar, yaratılan atmosfer ve seyirlik keyfi önemli. Servet Operasyonu bu konuda üzerine düşeni yapıyor. Yönetmen Guy Ritchie filmin açılışında imzasını attıktan sonra o da B sınıfı bir film çekmenin keyfini sürüyor. Antalya'da çekildiği ya da daha doğrusu işin Türkiye ayağı olduğu için birtakım Türk oyuncuları da izliyoruz. Zannımca Tim Seyfi en iyi performans gösteren oyuncu. Jason Statham ise kendini gösteriyor ama yer yer partneri Aubrey Plaza'ya alan açarak onun da kendini göstermesine izin veriyor. Hugh Grant ise kötü adam olarak gayet eğlenceli bir performans koyuyor önümüze. Seviyor böylesi rolleri dedirtiyor. Nihayetinde eğlenceli bir seyirlik Servet Operasyonu. B sınıfı filmlerle büyüyen video filmleri kuşağı içinse fenomen olma potansiyeli taşıyor.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... İşin Antalya kısmına gelince... Başta bir genel plan, Kaleiçi’ndeki kaçıp kovalama ve aksiyon, aynı bölgede bulunan 37 metrelik ‘Panoramik Asansör’deki takip ve cinayetler derken asıl olarak daha geniş figürasyonun yer aldığı çatışma sahneleri Aspendos’ta çekilmiş. Lakin teslimat ve infaz eylemleriyle biçimlenmiş bu bölümün gerçekleştirildiği antik tiyatrodaki çekimleri çok da parlak bulmadığımı belirtmeliyim. Sonuçta ‘Servet Operasyonu’ vasat bir aksiyon olmuş. İzleniyor mu, evet izleniyor. Aralarda da küçük dokunuşlar var; örneğin bir western klasiği olan ‘Butch Cassidy and the Sundance Kid’i hatırlatma ya da Sarah’nın Mimar Sinan-Timur heykelleri üzerinden yaptığı espri gibi. Ama genel olarak Guy Ritchie’nin yapıtı, seyircisini “Biz bu tür filmlerden, hem de daha iyilerinden çok fazla izlemiştik” hissiyatının ötesine götüremiyor.'

 

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Film bir yandan insan soyunun türlü hallerini anlatırken, kahramanı olan eşeğin bir canlı olarak varlığını da yüceltiyor. Yönetmen bir söyleşisinde “hayvanların iyiliği için bir şeyler yapma ihtiyacı hissettiğini” söylüyor. Bu film biraz da böyle bir yapım. Ama kesinlikli bir “sosyal sorumluluk projesi” değil. Karakterinin dünyasını anlamaya ısrarla çabalıyor kamera. Bunu muhteşem yorumladığı anlar da var ki sinema zevki doruklara çıkıyor o anlarda. Örneğin Aİ’nin kaçıp ormanda kaybolduğu bölüm. Bu bölümde tam bir evcil hayvan olan eşeğin, doğadaki diğer varlıklar karşısındaki tedirginliği, korkusu, endişesi muhteşem resmediliyor. Bu noktada Polonya’nın göz alıcı görüntü yönetmenleri ekolüne taze soluk getiren Michal Dymek’i de not düşelim.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Robert Bresson'un efsane filmlerinden Rastgele Baltazar'da 1960'ların dünyasında bir eşeğin gözünden insanlığın durumu resmedilir. İnsanın aç gözlülüğünü, acımasızlığını, hem kendi türüne hem de başka türlere olan hoyratlığını Baltazar adlı eşeğin gözünden izleriz. Baltazar adeta vicdan olur insanlığın vicdansızlığını bize gösterir. Bresson'un bu filmi sinema tarihine yöne veren birçok yönetmenin en sevdiği filmlerden biridir. Birçok filmde bu başyapıta gönderme yapılır. Polonyalı usta yönetmen Jerzy Skolimowski, yedi yıl sonra sinemaya dönüş yaptığı Aİ'de tamamen bu filmden esinleniyor. (Bu esinlenmenin sebebi yönetmeni ağlatan tek filmin Rastgele Baltazar olmasıymış.) O da Bresson gibi bir eşeğe başrolü veriyor ve Bresson gibi insanlığın durumuna bakıyor. Tabii Skolimowski'nin eşeğinin gördüğü dünya milenyum zamanları. Ama anlıyoruz ki insanlık pek de değişmemiş. Hatta 1960'ların dünyasından bile daha acımasız, hoyrat ve bencil hale gelmiş. Polonya'nın Oscar adayı olan film, bir saygı duruşu niteliğinde olmanın ötesinde çağdaş sinematografi bir ağıt. Üstelik insanlığın durumuna yakılan bir ağıt hem de... Ve naçizane yılın en iyi filmlerinden biri...'

 

 

MEGAN

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... İşte adına korku filmi denen ve kendi adıma oldukça sevdiğim türün en son ve bence en parlak yapımlarından biri. Hayli özgün, teknik açıdan kusursuz, birkaç yeniliği taze biçimde sunan ve saf bir ruh sahibiyseniz, belki uzun zaman rüyalarınıza girebilecek bir film. Onun için, dikkat lütfen!.. Birkaç ünlü filmi olan James Wan'ın hayal gücünden çıkmış ve dediğim gibi hayli orijinal olmayı başarmış bir film... Perdede daha önce Chucky, Annabelle, The Boy gibi örnekleri olan bir yaratık: sanki Barbie'nin ürkünç bir çeşitlemesi. Korkutmayı bildiği kadar şarkı söylemeyi ve dans etmeyi de bilen... Hem de nasıl!.. Bir yabancı yazarın dediği gibi “Chucky ve Terminator'un bir karışımı!”... Daha gösterime çıkmadan Tik Tok alanında büyük ün yapmış filmde, Gemma'da Allison Williams gaye iyi oynuyor. Ki geçen gün Jimmy Fallon'un programına çıkmıştı. Cady rolünde küçük Violet McGraw işini yapıyor. Megan'da ise Amie Donald'ın fiziğini, Jenna Davis'in sesini verdiği bu 'küçük canavar' kuşkusuz sinema tarihinde kendine özgü bir yer alacak. Mütevazı, ama etkili...'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... “Megan”, türün birçok filmi gibi öngörülebilir olsa da, kendisini izletmeyi başarıyor öncelikle. Yukarıda da belirtiğim gibi kendi kendine bilinçlenen ve kendisini korumayı öğrenen, hatta internet yoluyla etki alanını genişleten bir karakter olarak kendisinden öncekilerden ayrılıyor Megan. “Testere”, “Korku Seansı”, “Ruhlar Bölgesi” gibi türün önemli filmlerinin yaratıcısı James Wan’ın Akela Cooper ile kaleme aldığı senaryonun yönetmen koltuğunda ise Gerard Johnstone oturuyor. “Megan” vasatın biraz üstünde bir yapım olmasına rağmen türdeşlerinden ayrılan başka yönleri de var. Korku ve dehşet meselesinin üzerine fazla gitmiyor yaratıcılar. Hatta kanlı sahneleri göstermekten imtina ediyorlar. Seyircide bir dehşet duygusu yerine, gerilim hissi yaratmak peşindeler sanki. Bu benim gibi perdede oluk oluk kan görmeyi pek sevmeyen seyirciler için sevindirici bir tercih. Öte yandan dehşete boğmamalarının bir başka nedeni daha var kanımca. İki türlü bir ebeveynlik dersi de vermeye çalışıyor film. İlki Megan’ın yaptığı gibi aşırı korumacı, sahiplenici bir ebeveynliğin karikatürize edilmiş haline göstermek. İkincisi de Gemma’nın yaptığı gibi aldığı sorumluluğu yeterince kavrayamayanların durumuna ilişkin.' 

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Yapay zekâ ya da üstün teknolojiye sahip robotlar hayatımızın gidişatını nasıl değiştirecektir meselesi çok geniş kapsamlı bir tartışma konusu elbet… Gerard Johnstone’un yönettiği, senaryosunu da Akela Cooper ve James Van’ın yazdığı ‘M3GAN’ bu meseleyi bir oyuncak bebeğin öne çıktığı gerilim formatındaki bir öyküyle sunuyor. Bu kategorinin şahikası elbette Spielberg’ün ‘Yapay Zekâ’sıdır. ‘Yang’dan Sonra’ da benzer biçimde meseleye sofistike yaklaşan yapımlardandı. ‘M3GAN’ ise aynı sulara, içine kötü ruh girmiş bebeği ‘Chucky’ türünde bir profille dahil oluyor. Filmin altmetnindeyse çocukların üstün zekâlı robot arkadaşlara değil, ebeveynlerinin ilgi ve şefkatine ihtiyacı olduğu yönünde bir mesaj var. Gerilim açısından kayda değer sahneler barındıran filmde robotun çelişkili durumlara vurgu mantığıyla yaptığı espriler fena değildi.'

 

 

FABELMANLAR 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Fabelmanlar’, hiç şüphesiz Spielberg’in en kişisel filmi. Eğlence sinemasının parlak ve nitelikli örneklerinin yanı sıra ‘The Sugarland Express’ten (1974) bu yana istediğinde derinlikli dramlar yapabileceğini göstermiş usta bir sinemacı Spielberg. ‘Fabelmanlar’ ile dramatik anlamda uç noktalara gitmeyen, gerçekçi ve sağlam bir filme imza atıyor. Önceki işlerinden en önemli farkı, galiba çok fazla seyirci dostu bir film olmaması… ABD gişelerinde beklenenin altında ilgi görmesi, bunun kanıtı. Buna karşılık, başta Oscar ödülleri olmak üzere ödül sezonunda adı en çok geçen filmlerden biri. Bazı eleştirmenler, sinefiller ve sinemacıların en seveceği Spielberg filmlerinden biri olacağını düşünüyorum. Sürprizin tadını kaçırmamak için, Sammy’nin finalde karşılaştığı Hollywood efsanesinden veya o efsaneyi kimin oynadığından söz etmeye niyetim yok. Ama filmin son planında Spielberg’in seyircilerin dikkatini kadrajdaki ufuk çizgisine çekerek sinema tarihinin unutulmaz finallerinden birine imza attığını söyleyebilirim.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Yönetmenlerin de anlatılmaya değer öyküleri ve çocukluk günleri vardır elbet... Bu açıdan ‘Fabelmanlar’, ‘Amarcord’, ‘Fanny ve Alexander’, ‘Almost Famous’, ‘The Long Day Closes’, ‘Minari’, ‘Roma’, ‘Belfast’ gibi otobiyografik çabalara yakın duruyor. Öte yandan da asıl akrabalığı sanırım Giuseppe Tornatore klasiği ‘Cennet Sineması’yla kuruyor. Bu filme ilişkin verdiği bir söyleşide platformların salonda film izleme alışkanlığına sekte vurduğuna dikkat çeken ve sinemanın, seyirci coşkusu eşliğinde yeniden görkemli günlerine döneceğine dair umut beslediğini ifade eden Spielberg’ün bu son adımı, sinemaya ilişkin izleyici ve yaratıcı olarak yaşanan tutkunun da ifadesi. Zihnimize bıraktığı en önemli mesaj da Mitzi’nin Sammy’ye yaptığı tarif: “Filmler asla unutamayacağın rüyalar gibidir...” Kaçırmayın derim.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Spielberg'ün amacı bize sadece sinemayla olan ilişkisini anlatmak değil. Büyümenin zorluklarını göstermek. Bunu kendi ailesindeki sorunlar, anne-babasıyla olan ilişkisi, ergenliğinde Yahudi olduğu için uğradığı ayrımcılık, ilk aşk gibi meseleler üzerinden yapıyor. Büyürken de karşılaştığı zorlukların üstesinden biraz da sinemaya sığınarak geliyor. Kameranın arkasından bakmak, gerçek hayattan parçalar koparıp onları kurgulayıp yeni bir gerçeklik yaratmak. Bunlar Sammy'nin yani Spielberg'ün hayatını sinema üzerinden şekillendirmesinin nedenleri, anladığımız kadarıyla... Ama filmin en güzel yanı finaldeki Spielberg-John Ford karşılaşması. David Lynch'in canlandırdığı John Ford, yönetmen olmak isteyen genç Spielberg'e öyle nasihat veriyor ki, Spielberg o nasihatlarla belki de Hollywood'un çehresini değiştiriyor...'

 

 

SEVDA MECBURİ İSTİKAMET

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr):  '... Filmin sonuç olarak tam bir Yeşilçam'a saygı veya özlem çabası olduğu söylenebilir. Ama bunu yaparken modern, çağdaş ve yenilikçi bir tempo ve dil yakalanmış. Gerçi abartılı sahneler yok değil... Özellikle ıssız dağ başlarında geçirilen geceler (ki kahramanlarımız açısından insana korku veriyor!); Suna'nı elinden hiç düşmeyen mini-kamerası, vb. Buna karşılık, öylesine romantik çekimler de var ki... Örneğin Sevda'nın dev çınarın yanıbaşındaki çekimi; o eski günlerdeki gibi kağıt helva yeme bölümü. Ve Selim'in ağzından çok tipik bir Fransızca deyim: "Un point, c'est tout – Nokta, işte o kadar!"... Sonuç olarak film, gerçek ve otantik Yeşilçam'ı anmak için güzel bir fırsat oluyor. Oyuncularda anma fırsatını bulamadığım Fatoş rolündeki Günay Karacaoğlu'nu da kutlayayım. Ayrıca son jeneriklerde gelen Teoman şarkısı, 'beynelmilel' görüntü ustası Mirsad Herovic'in görüntüleri de anılmaya değer...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Türk sinemasının altın yıllarına hâkim bir maharetle melodramı günümüze taşıyan Çağan Irmak ‘Sevda Mecburi İstikamet’te de benzer reflekslere sahip bir yapıma imza atmış. Film eski bir Yeşilçam karakterinin dönüşüm serüveniyle geç kalınmış bir baba-kız ilişkisinin yeniden yeşertilme hamlelerini anlatırken asıl olarak otizme ilişkin ‘farkındalık’ çabasına soyunuyor. Lakin genel çizgileriyle filmin geçmişteki Çağın Irmak yapımlarının vuruculuğunda olduğunu söylemek zor. Hüzünlü görünen hikâye de benzer şekilde etkileyici olamıyor. Mesela ben eleştirmenlik serüvenim boyunca ‘modern zamanlar’da en çok Çağan Irmak filmlerinde gözyaşı dökmüşümdür, bu kez sadece bir sahnede gözlerim doldu. Kim bilir belki de artık yüreğim fazlasıyla katılaşmıştır!

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Çağan Irmak, bir kez daha renkli kıyafetleri, dönemin ruhunu çağıran müzikleriyle geçmişe götürüyor seyirciyi. Ama bu kez, geçmişe karşı çok anlayışlı değil. Selim üzerinden hem Yeşilçam’ın düzenine hem de erkeklik meselesine dokundurmadan geçmiyor. Ama ne yazık ki, Selim’in “Çok fazla sevmesine rağmen, onlar için onlar adına” Sevda ve Suna’yı yüz üstü bıraktığı anlara ikna olamıyoruz. Menajeriyle aralarında geçen ve mecburiyetlerin sıralandığı diyaloglar özellikle. Pek ikna olmasak da Suna ve Selim arasındaki kopuşu gördükten sonraki boşluk da yeterince doldurulamıyor... Ama başkalarının elinde istismar edilecek bir meseleyi hakkını vererek, soğukkanlılıkla anlattığını, duygu sömürüsüne girmeden, karakterlerin kendi gerçekliklerinde ele alıp seyirciye geçirmeye çalıştığını belirtelim yönetmenin. “Sevda Mecburi İstikamet”, Çağan Irmak filmografisinde üst sıralarda yer bulamayacak kendisine. Ama onun sinemasını sevenleri mutlu edecektir.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Açıkçası kağıt üzerinde iyi fikirler barındıran bir senaryo var elde. Hele hele baba-kız ilişkisinin samimiyet ölçeri olarak kameranın kullanılması çok iyi bir fikir. Fakat bunun gibi parlak fikirler hak ettiği gibi parlak bir şekilde perdeye yansıyamıyor. Hem sinematografi hem de oyuncu performansları açısından düşünüldüğünde Irmak'ın çok daha iyi filmlerini izlediğimizi düşünüyorum. Öte yandan otizimli insanlara karşı toplumsal farkındalık oluşturma konusunda katkı sunacak bir yanı da var filmin.'

 

 

I WANNA DANCE WITH SOMEBODY: WHITNEY HOUSTON FİLMİ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Aslında Whitney daha önce de anılmış. 2017'de bir video film, ertesi yıl ise Whitney adıyla önemli bir belgesel yapılmış: Kevin McDonald imzalı. Ama bu filmin tadı çok başka... Şunu da eklemeliyim. Son jeneriklerde de yazıldığı gibi, tüm şarkılar sanatçının kendi sesinden verilmiş. Onu büyük başarıyla canlandıran Naomi Ackie sadece bir tek şarkı söylemiş. Bu bile bence çok büyük bir başarı. Onca şarkıda, uzak ve hele yakın planlarda, o sese fiziğini ve yüzünü veren kişi olmak... Bu nasıl bir mucize? Naomi Ackie'yle birlikte özellikle annede Tamara Tunie, menejer Clive'da deneyimli Stanley Tucci, lezbiyen sevgilide Nafessa Willams'ı da kutlamak gerek. Hele müzikseverseniz, bu filmi görmek de kaçınılmaz'.

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘I Wanna Dance with Somebody: Whitney Houston Filmi’nin de görsel yanıyla ve aktardığı kimi atmosferlerle başarılı olduğu yanları var tabii ki... Özellikle konser sahneleri çok çok iyi. Hoş bu bölümlerde şarkılar için Whitney Houston’ın orijinal sesi kullanılmış ama sanatçıyı canlandıran genç İngiliz oyuncu Naomi Ackie hem bu kısımlarda hem de filmin genelinde çizgi üstü bir performans ortaya koyuyor. Ana karakteri fiziken andırmasa da etkileyici bir portre eşliğinde gerçek kılıyor... Bu arada Davis’i canlandıran Stanley Tucci, babası John Houston’da izlediğimiz Clarke Peters ve annesi Cissy’de karşımıza gelen Tamara Tunnie’nin performansları da etkileyiciydi. Filmin öne çıkan yanlarından biri de homofobik bir toplumun, karşısında üst düzey sanatçı da olsa yönelimlerine karışma hakkına sahip olduğu kanısıyla hareket etmesi ve onu bir boşluğun, kafa karışıklığının içine itmesine yaptığı vurguydu...'

 

 

ÖĞLE GÜNEŞİNDE YILDIZLAR

ATİLA DORSAY (t24.com.tr): '... Kuşkusuz ki film aşırı uzun ve yer yer abartılı biçimde yavaş akıyor. Yine de ilginç ögeler kimi zaman ağır basıyor. Öncelikle bu açık bir erotizm içerse de, aynı zamanda görkemli bir aşk hikâyesine de dönüşüyor; çok yönlü ve karmaşık kimliğiyle Trish ve kökenleri, misyonu ve amaçları hep biraz sisli kalan Daniel arasında... Ayrıca filme genelde Latin Amerika dünyasına kapsayıcı bir politik bakış da var. Ki bunlara klasik bir gerilim tadı da ekleniyor... Baş rollerde oynayanlardan Margaret Qualley - Trish doğrusu bütün filmi alıp götürüyor. Az şey değil... Daniel'de Joe Alwyn de öyle. Benny Safdie'nin CİA ajanı, Danny Ramirez'in gizemli ve uğursuz Costa Rica ajanı, Nick Romano'nun teğmen Vegan kimliklerinin yanı sıra, kısacık bir rolde, Trish'in telefonda konuştuğu gazete patronu rolünde gördüğümüz aşina, ama hayli unutulmuş yüzün John C. Reilly olduğunu da ancak arayınca buldum. Ne kadro ama!..'

 

 

AVATAR: SUYUN YOLU

MEHMET AÇAR (Haberturk.com): '... 13 yıl önce ‘Avatar’ı seyrettiğimde yenilikçi sinema teknolojisini ve hikâyesindeki politik alt metinleri heyecan verici bulmuştum. İkinci filmi seyrederken daha az etkilensem de hayal kırıklığına uğradığımı söyleyemem. Çünkü ‘Avatar: Suyun Yolu’ (Avatar: The Way of Water), ilk filmde olduğu gibi yine yenilikler içeren bir teknolojiyle geliyor karşımıza. Alt metinlerde de sömürgecilik zihniyeti ve ekoloji konusunda nokta atışı eleştiriler var... Özellikle ilk filmi sevenlere gönül rahatlığıyla öneririm. 3 saati aşkın bir film olmasına rağmen montajı ve hikâye örgüsüyle süresini pek hissettirmediğini düşünüyorum. Ayrıca, sürenin uzunluğunda yeni karakterleri tanıtma çabasının önemli bir etken olduğu kesin. O yüzden, 2024’de vizyona girmesi planlanan üçüncü filmde, Cameron’ın hikâye açısından daha rahat olacağını ve daha iyi bir iş çıkaracağını tahmin ediyorum.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...  James Cameron yine görsel numaralar ve rengârenk görüntülerle bezediği bu yeni ‘3D’ çalışmasında ne yazık ki yavaşladığında sıradanlığı ve yavanlığı fazlasıyla belli olan bir filme imza atmış. Bu duruma da ilk adımın çok gerisinde olan öykünün içeriği neden olmuş... James Cameron kariyeri boyunca teknik düzeyi yüksek aksiyon yapımlarının yönetmeni oldu hep. Muhtemelen en iyi filmi de ‘Terminator 2: Mahşer Günü’ydü. Hiçbir zaman hikâyeyi önemsemedi, görselliğe yaslandı, robotlu, yaratıklı yapıtlarından en ‘insani’ unsurlar taşıyanı da ‘Yeşilçam’ tadında bir aşk hikâyesine sahip olan ‘Titanic’ti. Seri dahilinde yer alacak üç ‘Avatar’ filmi daha gözüküyor. Umarım çıtayı ‘Suyun Yolu’ndaki kadar aşağıya düşürmez ve bizi daha derin sularda dolaştırır.'

 

 

VAHŞİ GECE 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Noel filmi deyince ilk akla gelen klasikleşmiş, temelde duygusal filmlere kıyasla, bu film gerçekten de çok yabancı kalıyor. Noel hikâyelerinin 1843 yılında İngiliz yazarı Charles Dickens'in Bir Noel Şarkısı romanında yarattığı Scrooge karakteri genelde pek olumlu değildir. Burada da John Leguizamo'nun oynadığı sevimsiz bir kişiliğe dönüyor. Ailenin temel direği büyükanne Gertrude'da görmüş-geçirmiş Beverly d'Angelo çok iyi. Asıl karakteri, yani Santa Claus'u oynayan yıllanmış aktör David Harbour öylesine çaba harcamış, öylesine itilip kakılmış gözüküyor ki... İnsanın yüreği burkuluyor!.. Bu arada onun çok popüler Stranger Things TV dizisinin baş oyuncularından olduğunu hatırlatayım. Ailenin çocukları, özellikle Noel Baba'yla inanılmaz bir dostluk kuran Trudy'de Leah Brady ve hınzır oğlan Bert'de Alexander Elliot da çok iyiler. Anlatımın tüm mekanikliği içinde, fonda yer alan o Noel şarkıları (Jingle Bells bile var), film boyunca göz dolduran 'bubi tuzakları', anılan Noel filmleri ve özellikle de Evde Tek Başına dikkat çekiyor. Ama filmin çoluk-çocuk izlemeye gidebileceğiniz türden bir 'aile filmi' olmadığını belirteyim.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Bu arada, ‘Zor Ölüm’ ve ‘Evde Tek Başına’nın dolaylı olarak Noel filmleri olduğunu unutmamak gerek. Her ikisinde de öykü bir şekilde günün anlam ve önemine bağlanır. ’Vahşi Gece’ ise malum nedenlerden ötürü baştan sona Noel filmi…Noel’in manevi anlamını, maddi değerlere karşı ailenin önemini öne çıkarıyor. Buna karşılık, Noel’de çoluk çocuk seyredilecek bir aile filmi değil. Birçok sahnede grafik şiddet kendini gösteriyor. Peş peşe insanlar ölüyor ve kan dökülüyor; ama gerilimden ziyade şiddet ve komedi var. Bazı yanlarıyla, postmodern bir Noel filmi olduğu iddia edilebilir. Ama Pat Casey ve Josh Miller imzalı senaryonun öyle bir hedefi olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta, popüler Noel filmleriyle paslaşmaktan başka bir derdi yok. Özellikle ‘Zor Ölüm’ü bilenler için Noel Baba’yı John McClane ile karşılaştırmak bile eğlenceli aslında...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Pat Casey ve Josh Miller’ın senaryosundan çekilen ve yönetmen koltuğunda Tommy Wirkola’nın oturduğu ‘Vahşi Gece’ (Violent Night), özellikle ‘Die Hard’, yer yer de ‘Evde Tek Başına’ gibi Noel filmlerine göndermede bulunurken listesinde ‘Yaramazlar’ olarak yer alan kötüleri yok eden Noel Baba figürüyle de ‘John Wick’ çizgisine kayıyor. Tempo bakımından iyi bir aksiyonun atmosferini oluşturuyor. Referanslar da fena değil; Noel Baba ise alkolik bir karakterle karşımıza gelirken tüm öfkesini ‘tüketim toplumu’nun bireylerine dönüşmüş yeni kuşak çocuklara yöneltiyor. Ama evdeki minik Trudy’nin ona olan sarsılmaz inancıyla varoluşunu sorgulamak yerine sahaya iniyor ve sadece hediye değil, adalet de dağıtıyor! Filmin ideolojik problemiyse Noel Baba’yı, illegal yollardan kazanılmış bir servetin sahibi olan aileyi kurtarma çabası içine sokması derim, hoş o servet nihayetinde yanıp kül olsa da…'

 

 

ACİL DURUMDA JANE'İ ARA

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... Hikâyenin aile tarafında ise hem iyi hem kötü yönler var kanımca. Joy’un bedeni hakkındaki kararı kimseye bırakmamaktaki kararlılığı, Jane Kolektifi’ne katıldıktan sonra yaşadığı dönüşümün Will ve Charlotte’u da dönüştürerek herkesi ilerletmesi gibi ayrıntılar yerli yerinde. Ama önünde sonunda ‘kutsal aile’nin birliği için fedakarlık yapmak zorunda kalanın o olması, filmin de biraz buna meyletmesi sıkıntılı. Tam da bu noktada bir ‘yazık olmuş’ notu düşmeliyiz. İyi oyuncu olduğunu düşündüğüm Kate Mara tarafından canlandırılan yan komşu Lana karakteri işlevsiz kalıyor. Joy’un yokluğunda Will’in aklını çelsin diye mi konulmuş, sıradan bir kadının olaylar karşısındaki halini göstermek için mi, belli olamıyor maalesef. “Acil Durumda Jane’i Ara”, bugün Türkiye ve dünyanın dört bir yanında hayranlıkla izlediğimiz kadın mücadelesinin, dayanışmasının geçmişine yazılmış bir övgü. Kendini iyi hissetmek, moral depolamak isteyen gidip izlesin…'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Yönetmenliğini, unutulmaz klasik ‘Carol’ın senaristi Phyllis Nagy’nin üstlendiği yapımın perdeye taşıdığı kadın dayanışması bu yıl gösterilen ‘The Janes’ adlı belgeselle varlığını hatırlatmıştı. (Meraklısına: Bu yapımda rol alan isimlerden Judith Arcana ‘Acil Durumda Jane’i Ara’da danışmanlık görevini üstlenmiş.)... 1968’in isyankâr ortamında, Joy’u göstericilerle polis arasındaki hatta tanıtarak başlayan film, sakin bir anlatıma sahip. Hem senaryo hem de reji, dönemin kendi içindeki hareketliliğini bir aksiyon ve heyecan unsuruna dönüştürmeden ‘Kadın hareketi tarihi’nin geride kalmış meşakkatli bölümlerinden birinde dolaşmayı yeğlemiş. Bence filmin bu tür bir hatırlatma işlevine soyunması bile çok önemli. Joy’un girdiği kuruldaki halden anlamaz erkek doktorlar, ailelerine durumlarını açıklayamayacak kadınlar, dönemin umutsuzluk halleri, gidecek yerleri olmayanlar, operasyon masraflarını karşılamakta zorlananlar vs. derken ‘Acil Durumda Jane’i Ara’ başarılı bir dönem arka planı çiziyor ve sosyolojik saptamalarda bulunuyor...'

 

 

RESMİ YARIŞMA

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Penelope Cruz - Antonio Banderas ikilisinin bir araya geldiği üçüncü filmmiş bu... Doğrusu iyi bir buluşma olmuş. Oscar'a da uzanmış olan Cruz yakın planları, arada yaptığı 'göbek dansları', çapkın bakışlarıyla sanırım komedi alanındaki en iyi rolünü bulmuş. Oscar deyince, filmin bu ünlü ödülle de hayli dalga geçtiğini hatırlatalım: ödülü sürekli küçük gören İvan'ın olası bir Oscar ödülü nutkunu kendi kendine prova ettiği sahne!.. Bu arada İvan'da bize hayli yabancı gelen Oscar Martinez'in de çok başarılı olduğunu hatırlatayım.'

 

 

TEHLİKELİ OYUN

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Yer yer bol hareket ve aşırı aksiyon; yer yer ise yanından geçip gidilmiş, aslında daha ayrıntılı birer analiz isteyen ilginç kişilikler... Biraz yorgun gözüken, ama oyunculuğun temeline artık iyice vakıf bir Crowe işin altından kalkıyor. Aynı yaşta olmaları gereken, ama daha genç duran arkadaşları konusu ise açıkta kalıyor: özelikle ondan en azından 15 yaş genç olan Liam Hemsworth'a bakınca... Ama bu bir zamanın 'sıkı kumarbaz gurubu'nun yıllara yayılmış öyküsü, yine de yer yer dokunaklı duruyor. Çok şey beklememek kaydıyla izlenebilecek bir yapım...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '...İyi çekilmiş bir film olmasına rağmen senaryodaki odaklanamama hali filmin elini zayıflatıyor. Russell Crowe'un, anladığımız kadarıyla, amacı pokerin fena halde hayata benzemesi fikrini bize geçirmek istemesi. Lakin film tam neye odaklandığını bilemediği için bu pokerhayat benzeşmesi didaktikleşiyor. Sonuç olarak Crowe yönetmen olarak yoluna devam edecekse profesyonel senaristlerle çalışmalı. Son Umut ve Tehlikeli Oyunlar düşünüldüğünde bunu söyleyebiliriz.'

 

 

KUTSAL ÖRÜMCEK 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Ali Abbasi, ikili bir anlatıyı tercih ediyor. İlki Rahimi’nin meseleyi çözmeye, bürokrasiyi harekete geçmeye çabalayan hikayesi. Ki bunun ilk başlarda işlese de giderek bir tekrara düştüğünü söylemeden geçmeyelim. Diğeri ise Saeed’in iç dünyasına ve yakın çevresine bakma çabası. Kanımca filmin elini güçlendiren, ama dönüp dolaşıp ayağına dolanan tercih bu. Saeed’in cinayetleri işleme motivasyonlarına bakarken, nerede din, nerede ahlak, nerede travma öne çıkıyor birbirine giriyor bir süre sonra. Hal böyle olunca kamera ile katil arasındaki mesafe bulanıklaşıyor kimi yerlerde. “Onun da dertleri” var gibi basitçe söylenemese de, benzer hisler yaratıyor film kimi yerlerde. Bu tercihte yönetmenin hikayeyi bir yandan da korku/gerilim/ vahşet ögeleriyle de anlatma çabasının olduğunu, Saeed’in dünyasına bu kadar çok girme tercihinin bundan kaynaklandığını düşünüyorum açıkçası...'

 

 

KEMİKLER VE HER ŞEY

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '...Farklı olmanın getirdiği yükler, normallerin dünyasında anormal olmanın getirdiği seçeneksizlik, anne ve babalarımız bize bıraktığı yükler, aşk uğruna insanın kendi varoluşuna direnmesi gibi meseleler üzerine gidiyor Luca Guadagnino filminde. Bunu yaparken de yer yer sert sahnelerle, ki bazıları rahatsız edici gelebilir seyirciye, ezber bozmaya çalışıyor. Bu ezber bozmanın anlatıda bir karşılığı var. Muhtemelen yönetmen 'ötekileştirilen'lerin dünyasıyla bir empati kurmak için bunun bir gereklilik olduğu düşüncesiyle hareket ediyor. Ki bu yaklaşımı da filmde işliyor.
Venedik Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü alan yapımda, Taylor Russell, Timothée Chalamet iyi ama zannımca biraz da geç keşfedilen Mark Rylance çok iyi bir performans sergiliyor. Yönetmenin filmografisi içinde film içinse şu söylenebilir: Beni Adınla Çağır'dan bir tık geride.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Kemikler ve Her Şey’de Trent Reznor ve Atticus Ross’un gitar tınılarıyla fazlaca geriliyoruz ve ustalıklı bir reji gösterisi izliyoruz. Yönetmen, basın notlarında şunları söylemiş: “Bütün filmlerim dışlanmışlar hakkındadır. Haklarından mahrum bırakılanlarda ve toplumun sınırlarında yaşayanlarda beni çeken, duygulandıran bir şey var.” Bu açıdan ‘Kemikler ve Her Şey’, Guadagnino filmografisi içinde tutarlı bir adım diyebiliriz. Ama bana kalırsa yeni bir şeyler söyleme çabasından uzak. Daha doğrusu bu türden varoluşu sorgulayan ve tutunacak dal arayan karakterleri, yukarıda adını andığım yapımlar dolayısıyla defalarca izledik. İtalyan yönetmen Amerikan kırsalında çektiği bu çalışmasında farklı olarak belki fazla kanlı bir yapıta imza atmış. Gerçekten de kimi sahneleri itibariyle bu filmi izlemek zor bir çaba sayılabilir...'

 

 

BARIŞ AKARSU MERHABA

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Barış Akarsu Merhaba eksik ve gediklerine karşın ilginç bir film. Önce iyi ve başarılmış yanlarından söz edelim. Tanınan adlar olmasalar da, Mert Dikmen'in yönetimi, Ersan Çapan'ın görüntüleri, Mce Jingles ve Eser Taşkıran'ın müzikleri gayet doyurucu. Filmde birçok konser sahnesi de var. Ve bunların genel olarak sinemamızda görülegelmiş en başarılı konser sahneleri olduğunu söylemek gerek; hakkaniyetli olmak için... Yine genelde oyunculuğun da oldukça doyurucu olduğu söylenmeli. İsmail Ege Şaşmaz çarpıcı yakışıklılığı ve rolüne oturmasıyla perdeyi dolduruyor. Tüm aileyi ve sevgilisi Zeynep'i oynayan takım da işlevini yapıyor. Yine de tam yürümeyen birkaç şey var. Öncelikle Zeynep'le ilişkisi... Almila Ada'nın oynadığı kadarıyla Zeynep öylesine ideal bir eş gibi duruyor ki... Böylesine iyi işlenmiş bir aşkın (en azından perdede öyle) bir türlü mutlu sona ulaşamaması şaşırtıcı. Hatta insanda Barış'ın cinsel yönelimi üzerine şüphe uyandıracak kadar... Burada bir senaryo boşluğundan söz etmek gerekiyor...'

 

 

TİM, TİM, TİMSAH

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Bu konuşamayan, ama şarkı söyleyen krokodil öyküsü kuşku yok ki teknoloji açısından hayli başarılı. Gerçek oyuncularla çağdaş tekniğin yarattığı düşsel karakterler, perdede olağanüstü biçimde kaynaşıyorlar. Başta Lyle ve tüm o vahşi timsah takımı. Ayrıca komşunun alabildiğine sempatik kedisi Loretta... Ne var ki başta Javier Bardem, insan karakterleri çok abartılmış duruyor. Sondaki aslında beklenen sürpriz de öylesine geç geliyor ki... Umulan etkiyi yapamıyor. Yine de orta yaştaki (bence 8-12 yaş arası) çocuklarınızı alıp izlemeye gidebilirsiniz. Çok şey beklemeden... Bu arada filmin bizde sadece dublajlı olarak gösterildiğini de belirteyim. Başta krokodil hiçbir kahramanın özgün sesi yok!... Lyle'a sesini veren ve filmin büyük kozlarından biri sayılan Shawn Mendes'in de... Tanınmış bir Kanadalı oyuncu-besteci-müzisyen. Ama yerli ses verenler de gayet iyi. Adlarını bilmesek de... Onları da gönülden kutluyorum. Hele timsaha sesini vermek az şey mi?'

 

 

THE MENU

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Film belki kimi yabancı eleştirmenlerin dediği gibi, amaçladığı sosyal sınıflar eleştirisini beklendiği kadar yerine getiremiyor. Ama keskin diyalogları, her bir iyi yazılmış ve tam oyuncusunu bulmuş karakterleri sayesinde, büyük bir rahatlıkla, hatta keyifle izleniyor. Son dönemde görmediğimiz ölçüde bir kara-komedi olarak... Game of Thrones, Succession gibi son derece popüler TV dizileri imzalamış Mark Mylod'un yönetimi etkileyici. Oyunculuklar da üst düzeyde. Tyler'da Nicholas Hoult, eskimiş TV şöhretinde John Leguizamo, mutfak yazarı Lillian'da Janet McTeer, tüm olaylara hakim olmayı bilen uzakdoğulu Elsa'da Hong Chau çok iyiler. Ama hikâyede olduğu gibi perdede de iki baş kişilik filmi sırtlarında taşıyor. Elbette Şef Slowik'te gerçekten  özlediğimiz İngiliz oyuncusu Ralph Fiennes. Ve de tüm hikâyenin belki düğüm noktası olan Margot'da Anya Taylor-Joy...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Gastronomi dünyasının son 20-30 yılda yarattığı illüzyon sayesinde yemeğin işlevinin değişmesiyle ve doğal olarak restoranların ve şeflerin geçirdiği evrim. Bu noktada film, şeflerin yaratıcılıklarının nasıl bir rekabet ortamında şekillendiğini, bu ortamın onları nasıl mutsuz birer insan haline getirdiğini gösteriyor bize. Ki bu durumun sadece şeflerle ilgili olmadığını, yaratıcılık gerektiren her türlü meslek için de geçerli olduğunu anlıyoruz. Başarı denilen illüzyonun insanı yaptığı işten soğutması... Ama bu illüzyonun da sistem tarafından oluşturulması... Film ve tabii şefimiz Slovik'in hedefinde bu var. Ve bundan intikam almaya çalışıyor. Bir zamanlar klasik ve ucuz hamburgerler yapan ve bu durumdan mutlu olan şef Slovik, dünyanın en önemli şefi olmuş olsa da gelinen noktada başarılı bir mutsuz insan. Ve mutsuzluğunun müsebbiplerine mükemmel bir son gece yemeği sunuyor... Ralph Fiennes ile Anya Taylor-Joy performanslarıyla sürüklediği, yönetmen Mark Mylod'un başarı delisi sistemi gastronomi dünyası üzerinden eleştirdiği kayda değer bir film The Menu. Acaba, şefler izleyince hak verecek mi onu merak ediyorum.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  ‘The Menu’, kuşkusuz ‘Kıyamet’ gibi bir başyapıt değil. Çok daha mütevazi bir film. Fikir iyi ve altı gerçekten dolu; ama hikâye örgüsünü çok beğendiğimi söyleyemem. Çünkü komedi ve gerilim çok iyi işlemiyor. Ayrıca Slowik ve Margot dışındaki karakterlerin özenli yazıldığını düşünmüyorum. Öncelikle Slowik’in ekibine ve orada patlak veren ‘kolektif deliliğe’ pek sızamıyoruz. Tyler’ın Slowik’e karşı duyduğu fanatik bağlılığın altı çok dolu değil. Müşterilerin çoğu karton karakterler. Margot ise hikâye örgüsündeki anahtar işleviyle öne çıkıyor ve ‘mutfak ekibi, Slowik ve müşteriler’den oluşan ‘çılgınlık üçgeni’nin dışında kalan biri olarak özel işlev taşıyor. Başta Ralph Fiennes olmak üzere oyuncu kadrosu iyi ama Anya Taylor-Joy’un Margot için en doğru tercih olduğundan çok emin değilim... Toronto Film Festivali’nde açılan ‘The Menu’nün Fantastic Fest’de İzleyici Ödülü aldığını belirtelim. Bir kara mizah örneği olarak ilgiye değer… Yüksek yemek kültürü üzerine bir filmin en iştah açıcı yiyeceğinin mütevazı bir çizburger olması ise kuşkusuz tesadüf değil.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘The Menu’, tüketim toplumu, ışıltılı hayatların ardındaki boşluk, sistemin içine dahil olarak ruhunu, özünü kaybeden sanatçı (şef yani), narsisizm (eleştirmen yani), parayla her şeyi satın alma refleksi (sahtekârlık yaparak zenginleşenler yani) gibi meselelerin altını çiziyor. Mark Mylod’un filmi merak aşamasını geçip hangi yöne doğru yelken açtığını belli ettikten sonra sanki ivmesini bir miktar kaybediyor ve eleştiri oklarını naif bir düzlemde savuruyor. Ama sinema tarihinde kamerasını yemek masalarıyla mutfakta dolaştıran ve meseleye ilişkin sosyolojik dertleri olan tüm yapımlar gibi -ilk elde akla Marco Ferreri’nin ‘Büyük Tıkınma’sı (Le grande bouffe) geliyor; hedefe burjuvaziyi (aileden ve sonradan görmeleriyle) koyuyor. Bu denklemde ‘Şef Slowik’ de bu sınıfa hizmet yolunda yeteneklerini harcamış, ruhunu satmış, masumiyetini kaybederek canavarlaşmış bir sanat erbabı...'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Dizi dünyasında tanınan Senaristler Seth Reiss ve Will Tracy ikilisi yemek fetişinin açmazlarını iyi yakalıyorlar filmin ilk yarısında. Meselenin çoğu zaman damak tadından ziyade bir gösterinin parçası olmaktan ibaretliğini, restoranın kaderinin önemli bir kurumda yazan yemek yazarının kaleminden dökülecek iki cümleye baktığını, şeflik kurumunun giderek bir tür tarikat liderliğine dönüştüğünü gösteriyor film. Tam bu noktada, başka bir iş kolunda (askerlik hariç) uygulansa yerden yere vurulacak ast-üst ilişkisinin bu tür filmlerde normalleştirilmesine de dikkat çekelim. Şeflerin, yardımcılarının mutfakta mutlak bir güçle hareket etmeleri, diğer çalışanlara hakaretler yağdırmaları övülmese de normalleştirilir bu tür filmlerde. Hatta bu sert eğitim ve aşağılama, ezilen kahramanımızın büyük bir şef olması için önemli bir basamak bile olur çoğu zaman… “The Menu”, bu bağlılığı bir tarikat alegorisine dönüştürüyor ve hakkını da veriyor aslında. Ama bütün bu çaba, Margot’nun finale doğru bir anda meseleyi çözmesiyle heba ediliyor...' 

 

 

BLACK PANTHER: YAŞASIN WAKANDA

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Ve, belki en önemlisi, filmin iki temel ve her şeye hakim olan ögesi veya ana tema'sı. Biri bunun tam bir kadınlar filmi olduğu. Hikâyenin onlara sunduğu 'üstün cinsiyet' etiketi açık ve seçik. Öte yandan bunun tam bir siyahiler filmi olması. O ırk bu kez tam bir hüküm sürme unsuru olmuş. Acaba bunda yazar-yönetmen Ryan'ın da siyahi olmasının etkisi olabilir mi? Evet, bir yanda sihir, büyü, fantezi dünyası. Öte yanda, bir yazarın dediği gibi bunun 'bir büyük matem filmi' olması. O da elbette hem kralın, hem de usta oyuncu Chadwik Boseman'ın ölümünden kaynaklanıyor ki finalde o yeniden anılıyor. Oyuncuların hangisini sayayım? Hepsi birbirinden iyi. Ana Kraliçe'de Angela Bassett, CİA ajanı Ross'ta Martin Freeman gibi eskileri anmak; ama Shuri'de Letitia Wright, Nakia'da Lupita Nyong'o, Okoye'de Danai Gurira, Riri'de Dominique Thorne gibi hepsi siyahi olanları takdir etmemek mümkün değil. Finale doğru filmin ana şarkısı geliyor. Rihanna'nın söylediği Lift Me Up şarkısının yılın Oscar'ları için en büyük aday olduğu söyleniyor şimdiden... Bir not daha: Son jenerikleri lütfen sonuna dek izleyin. Güzel bir sürpriz var...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...  ‘Yaşasın Wakanda’da senaryoyu Joe Robert Cole’la birlikte kaleme alan yönetmen Coogler filmi duygusal tonlar etrafında inşa etmiş. Hikâye büyük bir acının izlerini sürüyor. T’Challa’nın yokluğuyla annesi, kız kardeşi ve ulusu baş etmeye çalışıyor. Görkemli cenaze sahneleriyle açılan filmde, yavaş yavaş ait olduğu türün sıkıntısı kıyıya vuruyor. Çünkü ‘süper’ güçlerin boy gösterdiği bu tür yapımlar ne kadar derinleşme çabasına girseler de sonuçta aksiyonun sularına erişmeleri gerekmekte. ‘Yaşasın Wakanda’ da hüzünlü, ağırbaşlı yol alsa ve vakur bir havaya bürünmeye çalışsa da, tanım gereği seslendiği kitlenin aksiyonel ihtiyaçlarına cevap vermek zorunda! Bu yanıyla sanırım Coogler’ın filmi, Marvel’ın en hüzünlü yapıtı ‘Avengers: Endgame’e duygu ve ruh açısından en yakın yapım olmuş. Öte yandan yeni ‘Black Panther’ hamlesinde kadınların çok daha ön planda olması da alkışı hak eden başka bir yan (ama yakın zaman önce izlediğimiz ‘Kadın Kral’ın, gerçekçi yapısıyla daha bir sevilesi adım olduğunu söylemeliyim)...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Marvel her zaman olduğu gibi gösterişli CGI şovunun içini seyirciyi yakalayacak karakterlerle doldurmayı hedefliyor. Suri yaşadığı matem sürecinde hem kendi içindeki hem diğer karakterlerle olan çatışmasıyla filmi sürükleyen bir ana karakter. Namor alışageldiğimiz tarzda düz bir kötü adam değil. O yüzden Suri – Namor çatışması ilgiye değer. Diğer karakterlere baktığımda, Kraliçe Ramonda’da Angela Bassett’in, Okoye’de ise Danai Gurira’nın iç çatışmalarıyla biraz daha öne çıktığını düşünüyorum. Nakia, onlara göre daha düz bir karakter ama Lupita Nyong’o, starlık ışıltısı ve hikâye örgüsündeki ağırlığıyla üstüne düşeni yapıyor. Göründüğünden daha bilge biri olan M’Baku’da Winston Duke ve gönlü Wakandalılardan yana olan Everett Ross’da Martin Freeman, filmin mizahına katkıda bulunan oyuncular.
‘Marvel Sinematik Evreni 4. Evrenin son filmi olan ‘Black Panther: Yaşasın Wakanda’yı biraz eski usul bulduğum için çok beğendiğimi söyleyemem. Buna karşılık, 161 dakikalık süresini pek hissetmediğimi, iyi vakit geçirdiğimi söyleyebilirim. Son bir not: Finalde sabredip jeneriği seyretmeniz gerekiyor. Yoksa hoş bir sürprizi kaçırırsınız.

 

 

TAMİRHANE

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Hayatın sillesini yemiş ama kendi değerleri etrafında sınırlarını belirlemiş iki sempatik ‘kaybeden’i odağına alan yapım, eski Yeşilçam filmlerinin tat ve ruhunu yer yer inşa ederken (örneğin öykü ‘Üç Arkadaş’a göz kırpıyor) tempolu bir dil tutturmayı ve görsel açıdan akıcı olmayı başarıyor. İngiliz suç filmlerinin mizahi yanını da barındıran çalışmayı Nejat İşler-Rıza Kocaoğlu sürüklüyor. Merve Dizdar Aynur’da, Bülent Şakrak ve Ali Seçkiner Alıcı da abileri Ayhan ve Kayhan’da karşımıza geliyor. Finali itibariyle eski masum günlerden uzakta olduğumuzu hatırlatan ‘Tamirhane’nin en güzel sahneleri bütün karakterlerin dükkân önünde âlem yaptıkları bölümdeydi. Ben ‘seri katil’ olduğu için aranan bir karaktere ilişkin Müjdat’ın “Valla amirim, biz bir ‘seri’liğini görmedik” repliğini de çok beğendim. Sonuç olarak ‘Tamirhane’ izlemesi zevkli, hoş bir komedi...'

 

 

KESTİK!

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Ama işte, asıl amaçlarına erişemese de, filmin birkaç avantajı var. Bunlardan biri her şeye karşın (hatta gerçek zombilere rağmen!) başlanmış bir işin bitirilmesi, filmin tamamlanması mesajı. Yani o ünlü "The Show Must Go On" sloganı. Bir başka yanı da oyuncularının düzeyi. Fransız sinemasının hayli eskileri de var. Yönetmen Remi'de Romain Duris, eşi Nadia'da Berenice Bejo, politik ağızlı Ken'de Finnegan Oldfield, sarhoş Philippe'de Gregory Gadebois, Fatih'te Jean-Pascal Zadi, Matsuda Hanım'da Yoshiko Takehara (ki orijinal Japon filminde de oynamış) keyifle izleniyor. Ayrıca kimi sinemasal göndermeler var. Örneğin Lars'ın filmleri denerek ünlü yönetmen Lars von Trier anılıyor, ya da bir oyuncu Adam Driver'a benzetiliyor vs. Sonuç olarak artıları ve eksileriyle işte böyle bir film.' Karar sizin!..

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... 2011 yapımı ‘The Artist’iyle Oscar alan Michel Hazanavicius imzalı ‘Kestik!’ (Coupez!), Shin’ichirô Ueda’nın 2017 tarihli kült Japon filmi ‘One Cut of the Dead’in yeniden çevrimi. Prömiyerini bu yıl Cannes’ın açılış filmi olarak gerçekleştiren yapım, hem eğlenceli bir korku parodisi görevi üstleniyor hem de bir set ortamı dahilinde imkânsızlıklara rağmen başarıya ulaşan bir projenin yaşadığı süreci anlatıyor. Kadroda yönetmenin eşi olan Bérénice Bejo’nun yanı sıra Romain Duris, Finnegan Oldfield ve Matilda Anna Ingrid Lutz gibi isimler var. ‘Kestik!’ için dinamik, eğlenceli bir ‘Cannes’ banyosu diyebiliriz!'

 

İLGİ MANYAĞI 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Uluslararası prömiyerini geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünde yapan ‘İlgi Manyağı’, iki problemli ana karakteri ve hikâyesiyle bence yılın öne çıkan filmlerinden biri. Signe’nin katıldığı reklam çekiminde yönetmen rolünde gördüğümüz Kristoffer Borgli’nin sinema salonları için çektiği ilk uzun film olduğunu da belirtelim. Başroldeki iki oyuncunun çok iyi performanslar çıkardığı filmde Signe’nin başarılı prostetik makyaj çalışmasının Izzi Galindo’ya ait olduğunu söylemeden geçmeyelim. Gerçekten farklı bir film seyretmek istiyorsanız ‘İlgi Manyağı’nı kaçırmayın.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘İskandinav ekolü’ uzun süredir belki de Avrupa sinemasının en canlı ve yaratıcı damarı. Bergmanvari hesaplaşmalardan uzakta seyreden, mizahı güçlü, ironisi sağlam, göndermeleri etkileyici, ele aldığı konular farklı bir damar bu. Geçen yıl aynı coğrafyadan çıkan Joachim Trier imzalı ‘Dünyanın En Kötü İnsanı’ (Verdens verste menneske) mükemmel bir yapıttı. Ama bu isim sanırım Kristoffer Borgli’nin Signe’nin hikâyesini anlattığı yapıma daha bir yakışıyor!'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... “İlgi Manyağı”, bazı dinamiklerinin nasıl işlediği (Signe- Thomas ilişkisi örneğin) konusunda inandırıcılık sorunları yaşasa da ilgi çekmenin ve bunu sürdürmenin nasıl bir sosyal probleme dönüştüğünü göstermesi açısından hayli çarpıcı anlarla dolu. Signe’nin içine düştüğü durum giderek derinleşip, karanlıklaşırken bile bu durumlardan büyük bir ilgi çıkardığına dair hülyaları ustaca bir kurguyla filmin derdini çok iyi anlatıyor. Benzer bir şekilde, gerçek bir kurban olmakla, kendini kurban durumuna düşürmek arasındaki bencil çizgiyi de kalın çiziyor yönetmen...'

 

 

HÜZÜN ÜÇGENİ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Böylece ortaya iki buçuk saate yakın, üç bölümlük, temaları oradan oraya değişen, komediyle dramın uygun biçimde harman edildiği, yer yer oyalayıcı, yer yer sıkıcı bir film çıkıyor. Ama ne olursa olsun kişilikli, gözüpek ve akılla buluşan bir film. Yaya'da bana sürekli Penelope Cruz'u hatırlatan Charlbi Dean'den baş hizmetkar Paula'da Vicki Berlin'e, Abigail'de gerçekten kişiliğine damga vuran Dolly de Leon'dan geçirdiği hastalık nedeniyle konuşamayan ve sürekli Almanca "İch den walken" diyen (ne demekse!) Therese'de İris Berben'e, çoğu genç oyuncunun çabalarına da dikkat çekerim. Ve bu 'zor', ama önemli filmi sinefillere tavsiye ederim. Cannes'da iki Altın Palmiye alan çok sayılı ustalardan biri olmak kolay iş değil!..

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... İki kere Altın Palmiye kazanarak Francis Ford Coppola, Ken Loach, Emir Kusturica, Dardenne Kardeşler ve Michael Haneke gibi önemli yönetmenlerle anılmaya başlayan Ruben Östlund, filmde hiçbir karakterini yargılamıyor. Ama günümüz insanının içindeki kaypaklığını ya da insanın hayatta kalmak ya da konfor alanını terk etmemek, genişletmek için nasıl omurgasızlaşabildiğini de komik bir şekilde gösteriyor bize.
Kaptan rolündeki Woody Harrelson, Rus oligarkı canlandıran Zlatko Buric ve adaya düşünce iktidarı ele geçiren çalışan Dolly De Leon'un çok iyi performans sergilediği Hüzün Üçgeni 20. yüzyıldaki sınıfsal ilişkiler ironisiyle başlayıp uygarlık tarihine, oradan da insanlık tarihine uzanan bir üçgende, bir tuhaf çürümenin traji-komik öyküsü aslında... İnsanın kendisi için istediği mutluluğu başkası adına isteyememesinin de bir garip resmi...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Marksist kaptan’da Woody Harrelson’ın parladığı yapımda ben en çok Rus oligark Dimitri’deki Hırvat aktör Zlatko Buric’i beğendim. Bu arada Yaya’yı canlandıran Güney Afrikalı oyuncu ve model Charlbi Dean’in de ne yazık ki ağustos ayında, 32 yaşında hayata veda ettiğini belirteyim... Sonuçta bu film bir başyapıt değil ama kayda değer. İzledikten sonra Time dergisi eleştirmeni Stephanie Zacharek’in şu saptamasına kendimi yakın hissettim: “‘Hüzün Üçgeni’ne, çok sevmeden de hayran olmak mümkün.” Meraklısına not: Filmin ortak yapımcıları arasında TRT de var...'

 

 

BEBEK SERVİSİ

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Yetimhanede geçen çocukluğunun ardından, terk edilen bebekleri doğru aileyle buluşturma güdüsüyle yaşadığını anladığımız Dong-woo ve sonlara kadar duygularını düşüncelerini kendine saklamayı tercih eden So-young da hayli etkileyici karakterler. Başlarda suçüstü yakalamaktan başka gayeleri olmayan ama takip ettikleri insanların sevgi dolu alternatif bir aileye dönüştüklerini gördükçe kafaları karışan iki kadın polisi de unutmayalım. Filme sert, yalnız ve ters bir polis olarak başlayan Soo-jin’in filmin ‘gölge ana karakteri’ olduğu bile söylenebilir. Sonuçta, o da bir karakter değişimi yaşıyor. Öte yandan, finalin beni tam anlamıyla tatmin ettiğini söylemem zor. Hikâyenin vardığı yerden ziyade karakterler arası ilişkilerde tam olarak yerine oturmayan, yazılmamış eksik kalan sahneler var gibi geldi bana. Yine de ‘Bebek Servisi’ son zamanlarda gördüğüm en incelikli, duyarlı filmlerden biri. Üstelik baştan sona çok hoş bir mizah duygusu olduğunu düşünüyorum. Sözgelimi, Güney Kore’de evlat edinilecek bebeklerin kaşlarının önemini anladığımız sahneler… Yedi yaşındaki yetim Hae-jin’i canlandıran Im Seung-soo’nun da filmin gizli starı olduğunu söyleyelim.'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '...Cannes, Venedik gibi festivallerde defalarca yer almış. Hemen her ödülü kazanmış bir yönetmen olarak Koreeda’nın en iyilerinden birisi değil kuşkusuz “Bebek Servisi”. Ama onun sinemasını sevenlerin memnun ayrılacakları kesin. Üstüne bir de Song Kang-ho (Parazit, Kar Küreyici, Kan Arzusu, Haklı İntikam, Cinayet Günlüğü) ve Bae Doona (Kırallık, Sense8, Jüpiter Yükseliyor, Bulut Atlası, Yaratık, Haklı İntikam) gibi iki büyük oyuncu da eklenince haftanın en önemli seçeneği olarak dikkat çekiyor film.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bazı Batılı eleştirmenler komisyoncuların bu denli iyi kalpli gösterilmesinin doğru olmadığına ya da gerçek hayatta böylesi kişiliklerin barınmadığına dikkat çekmiş. Ama ben Kore-eda’nın kötülüklerin hâkim olduğu dünyayı geçmişte kalmış duygular eşliğinde naif de olsa resmetmesini seviyorum. Kadroda ‘Parazit’ten de hatırladığımız Song Kang-ho da yer alıyor ki, Güney Koreli aktör bu filmdeki performansıyla bu yıl Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü kazandı. Naçizane ‘Kaçırmayın’ derim…'

 

 

KATİL KİM?

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film doğrusu baştan sona aynı tempoyla gelişemiyor. Biraz sarkan ve uzatılan yanları yok değil. Ama kendine özgü bir gerilimi de var. Kirsten Roupenian'ın öyküsünden uyarlanmış, İt Follows - Peşimdeki Şeytan adlı korku filmleri serisinde çalışmış olan Disasterpeace'in müziğiyle beslenmiş film, doğrusu genç oyuncularından da çok iyi yararlanmış. Tüm kadınlar birbirinden iyi kişilikler çiziyorlar. Erkekler, başlarda "iyi bir saldırı en iyi savunmadır" diyen Afganistan gazisi David'de Pete Davidson ve ev sahibi Greg'de Lee Pace ilk kurbanlar arasına giriyor. Ama zaten yazarı ve yönetmeni kadınlar olan filmde, kadınlar hem nitelik, hem nicelik olarak kesin galipler!..

 

 

GÜLÜMSE

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bu çağdaş korku filmi, doğrusu çok iyi biçimde başlıyor. 10-15 dakika kadar sonra gelen jenerikleriyle, ilk uzun filmini yapan Parker Finn'in görselliğiyle, kalabalıkça kadrosunun iyi seçilmiş oyuncularının verdiği destekle, hayli etkileyici müziğiyle... Özellikle Rose'da Sosie Bacon filmin tüm yükünü ustalıkla taşıyor. Yine de film özellikle ikinci yarıda biraz ağırlaşmıyor ve tekrarlara kapılmıyor değil. Ama final içerdiği psikolojik ve ailevi çözümle seyirciyi doyuruyor. Her halde korku türünün meraklıları bence görmeli.'

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  ‘Halka’ (Ringu – 1998), ‘Peşimdeki Şeytan’ (It Follows – 2014) gibi çok sevdiğim korku filmlerini akla getiren çıkış noktasını, yönetmenliği ve hikâyedeki bazı yenilikleri gayet parlak buldum. Ama öykü ilerledikçe senaryodaki öngörülebilirlik nedeniyle hayal kırıklığı yaşadım. Yine de seyirciyi korkutmaktan aciz bir alay korku filminin arasında ‘Gülümse’ türün meraklılarının kaçırmaması gereken bir film.

Yapımcıların, filmi dijital platformlar için planlamalarına rağmen deneme gösterimlerinin ardından sinema salonlarında vizyona girmeye karar vermesi dahi, Finn’in başarısının göstergesi. Son olarak, Parker Finn’in ‘Gülümse’yi 2020 tarihli ‘Laura Hasn’t Slept’ adlı ödüllü kendi kısa filmini temel alarak yazıp yönettiğini de belirtelim.'

 

 

ZUHAL

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Zuhal’, elbette ‘Memoria’ gibi bir derdin peşinde değil. Film, modern toplumda yalnızlığın, iletişimsizliğin, kaybolan değerlerin ve komşuluk ilişkilerinin panoramasına soyunuyor. Öte yandan bu genel resmi çizerken sırtını da mizahi bir tona yaslıyor. Zaten bu konuda önemli bir avantajı var; Zuhal karakterini canlandıran ismin yetenekleri... Nihal Yalçın, Zuhal’e hayat verirken onun durumu kabullenmeyen, kendi düşüncelerindeki ısrarcı kişiliğini, doğru bildiği yolda yürüme çabasını sarkastik bir hava içinde başarıyla perdeye taşıyor, karakterinin kabına sığmayan hınzırlığını yansıtmada ne kadar mahir olduğunu gösteriyor. Öte yandan Serdar Akar’ın ‘Gemide’sinden beri eleştirmen camiamızın (ben de dahil) o çokça sevdiği ve yazılarında dillendirdiği “Bir memleket gibidir gemi” metaforunu bu örnekte “Bir memleket gibidir apartman” şeklinde okumak mümkün. Bazı bölümlerinde hafiften tekrarlara düşse de meramını anlatan bir ilk film ‘Zuhal’. Yönetmeni adına da uzun metraja kayda değer bir ilk adım hamlesi...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '...Elif Nazlı Duru'nun Ziya Demirel ile birlikte yazıp tek başına yönettiği Zuhal, kadının toplumsal hayattaki mücadelesinde madalyonun gölgede kalan yüzünden dem vuruyor. Kamusal alandaki mücadeleden ya da kadın-erkek ilişkileri cephesinden değil de gündelik hayattaki mücadeleden kadının yaşadıklarına bakıyor. Hayatın olağan akışı içerisinde sıradan gibi duran sorunlarda bile, sinsice erkek egemen yapının örümcek ağı gibi nasıl kadının etrafını sardığını görmemizi sağlıyor.
Karakter odaklı senaryosuyla ve dinamik ama sakin bir kamerayla inşa edilen filmin, oyuncu performansına sıkı sıkıya bel bağlayan bir yapısı var. Nihal Yalçın da bunun üstesinden ziyadesiyle geliyor. Hemen hemen her karede gördüğümüz Yalçın'ın performansı filmi yükseltiyor. Ki geçen yıl geçen Antalya Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanması da bunun göstergesi naçizane...
Ezcümle Zuhal, kadının toplumsal mücadelesinde kat edilen mesafeyi önemserken işin bir de gündelik hayat içerisinde psikolojik bir yanı olduğunu gösteren bir film. Ağır bir meseleye, farklı bakmayı bilen, incelikli ve duyarlı bir hali var. Hissiyatı da çok güçlü. Naçizane kaçırmayın derim.'

 

 

YALNIZ BİR EVİN KAHKAHASI

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bir süre önce iki büyük oyuncunun, Julia Roberts ile George Clooney'in filmi Cennete Bilet yazımda, yakında yine iki eski starın bir filmlerinin geleceğini yazmıştım. İşte o film de bu... Geçmişte de bir araya gelen, özellikle Dave (1973) The Ice Storm (1997) filmleriyle hatırlanan Sigourney Weaver ve Kevin Kline doğrusu bu buluşmayı ve bu dönüşü hak etmişler. Özellikle Weaver için söylenebilir bu... Öylesine rahat, öylesine kendi doğasını ve geçmiş hayatını yeniden bulmuş gibi duruyor ki... Elbette bunda belki filmin en büyük özelliği olan o 'Brecht'vari' atmosfer var. Yani Sigourney/ Hildy'nin klasik dramatürjiyi paramparça ederek ve çok kalabalık sahnelerde bile kameraya, yani seyirciye dönüp konuşması ve dertleşmesi etkin olmuş. Az filmde görülen, ama burada çok iyi uygulanmış bir yöntem... Diğer oyuncular da iyi. Ben aralarında gerçekten küçük bir rolde, kasabanın kadın alkoliği Mamie Lang olarak dönüş yapan Beverly D'Angelo'ya dikkat çekmek isterim. Çevredeki bağ bozumu dekoru içinde ve sık sık nefis 'country' şarkıları eşliğinde süregelen bu film bence rahatça izlenebilir.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Yönetmenler Maya Forbes ve Wallace Wolodarsky, bize her şeyi Hildy'nin gözünden anlatmayı tercih ediyor filmde. Biz de doğal olarak, işinde gücünde başarılı, kendi ayakları üzerinde durmayı bilen Hildy'nin alkol sorununu çok önemsemiyoruz. Ama Frank'ın devreye girmesiyle aslında Hildy'nin ciddi bir sorunu olduğunu görüp onun bu sorunla nasıl yüzleşmeye başladığına şahitlik ediyoruz. Alien'ın Ripley'i olarak sinema tarihine geçen Weaver, olağanüstü minimal bir oyun sergiliyor filmde. Ki Kline da ona iyi eşlik ediyor. Açıkçası Weaver'ın adını Oscar adaylıklarında görürsek şaşırmayalım...'

 

 

AŞK, MARK VE ÖLÜM

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Cem Kaya’nın yönettiği ‘Aşk, Mark ve Ölüm’ (Liebe, D-Mark und Tod), bu tutunuşun filizlenmesinden başlayarak yeşermesi, boy atması ve kalıcı bir gövdeye ulaşmasının öyküsünü zengin bir görsel dil, sağlam arşiv görüntüleri, eğlenceli anekdotlar eşliğinde anlatıyor. Bu sayede çok özel bir yapıt hissi uyandırıyor. Yönetmen Kaya seyircisini sosyolojik bir bakış açısı eşliğinde hissiyatlı bir yolculuğa çıkarıyor... Cem Kaya, senaryosunu Mehmet Akif Büyükatalay ve Ufuk Cam’la kaleme aldığı bu renkli ve zevkli, zaman zaman da hüzünle kaplı belgeselinde Anadolu’da farklı kültürler eşliğinde boy atmış bir müzik geleneğinin adeta Batı Almanya’daki izlerini sürüyor. Filmin bence en önemli artısı müzikal ve kültürel bir mirası esprili, dokunaklı bir üslup ve özenli bir arşiv taramayla (mesela ‘Aşk, Mark ve Ölüm’de Neşet Ertaş’ın vakti zamanında kim olduğu bilinmeden Alman televizyonu tarafından kaydedilen görüntüleri var) aktarması. Özetle ‘kaçırmayın’ derim...'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '...  "Aşk, Mark ve Ölüm"ün gücü içine aldıklarından değil, dışarıda bırakmaya karar verdiklerinden geliyor bana göre. Birçok belgeselci, ele aldığı konudaki materyal ve tanıklık sayısı arttıkça şehvete kapılıp daha fazla bilgiyi filmin içine koyma telaşına giriyor. Dışarıda kalacak önemli bir bilginin, meselenin tamamının anlaşılmasına engel olacağına dair his belki de bu. Ama yanlış bir his! Bunu kariyerinin başındaki kurmaca film yönetmenlerinde de sıkça görüyoruz. Yani doğru anlaşılamama kaygısıyla her şeyi koyma hissi. Oysa "Aşk, Mark ve Ölüm"de içeriğe girenden çok dışarıda bırakılmış malzeme varmış gibi duruyor. İzlerken "80 darbesi sonrası mülteci durumuna düşen müzisyenlerin durumu sadece Cem Karaca ile geçiştiriliyor", "Neşet Ertaş, Aşık Mahzuni bir görünüp kayboluyor" gibi sorular akıllardan geçse de, bu önemli isim ve konuların şehvetine kapılmıyor yönetmen. Belli ki daha başlarken neyi, nasıl anlatmak istediği konusunda verilmiş karar. Bu da belgeselin dağılması, çok şey anlatırken hiçbir şeyin hakkını verememek gibi risklerin önüne geçmiş. Cem Kaya, emin adımlarla kendisine çok özel bir yer açıyor sinemamızda. "Aşk, Mark ve Ölüm"ü salonlarda izleyin mutlaka. "Motör" de bir yerde denk gelirse kaçırmayın…'

 

DERT ETME SEVGİLİM

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Zengin bir oyuncu kadrosuna, yer yer şaşırtıcı ultra-modern bale sahnelerine ve usta bir anlatıma sahip film, içerdiği fantastik yanı çok da inandırıcı biçimde sunmayı becerememiştir. Alis Harikalar Diyarında, Truman Show vb. başyapıtlardan etkilenmiş gibi duran film, yine de belli bir ilgiyle izlenebilir. Biri de şaşılası bir 'röntgencilik' içeren yoğun seks sahneleri, filmin tuzu biberi olur. "Kontrolda güzellik, simetride zarafet" gibi değişik sloganlar da kulakları okşar. Yönetmeni, yazarları kadın olan filmin oyunculuğu da en çok kadınlara dayanır. Erkeklerde her melanetin ardında gözüken 'patron' Frank'ta deneyimli Chris Pine'ın yanı sıra, kadınlarda siyahi Margaret'de Kiki Layne, Bunny'de bizzat Olivia Wilde da yeterince iyidirler. Ama 'rol çalma' dediğimiz olay Alice rolündeki Florence Pugh'a düşer. Birkaç filmde oynamış bu genç oyuncu o kişiliğe öylesine canlılık katar ki, hikâyenin inandırmakta duraksayan ögelerini harekete geçirir. Ve filmin bir kadın filmi olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatır.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Kendi adıma, ‘Dert Etme Sevgilim’i bu haliyle de beğendim. Sonuçta, ‘en iyi Amerikan banliyö filmleri’ seçkisinde atlanamayacak kadar kayda değer orijinal bir konsepte sahip. Ayrıca, film boyunca araya giren kısa planlarda karşımıza çıkan ‘senkronize dans’ imgelerini de önemli buldum. Alice’in zihninden geçen bu imgeler, psikolojide ‘Pavlov’un Köpeği’ olarak da bilinen şartlı refleks kavramını akla getiriyor öncelikle. Böylelikle, Alice’in banliyödeki kadınlar grubuyla hareket etmesi gerektiğine dair şartlandırma yaşadığını hissediyoruz. Bu planların kökeninde Shelley önderliğinde kadınların her gün spor salonunda yaptığı senkronize dans çalışmaları var gibi görünüyor. Ne var ki, siyah beyaz renkler ve kadınların dansını yukardan dik açıyla görüntüleyen kamera açıları, Hollywood müzikallerinin ünlü yönetmenlerinden Busby Berkeley’in koreografilerini de düşündürüyor. Yönetmen Olivia Wilde, belli ki 1950’lerin banliyö hayatı ile Amerikan müzikallerinin kalabalık ve senkronize koreografileri arasında anlamlı ve takdir edilesi bir bağ kuruyor...'

 

REFLECTION

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bu kendine özgü film, aslında uzun bir yapım süreci geçirmiş. Bir tek önemli festivale katılmış ve 2021'de Harlem Uluslarası Film Festivali'nde birinci seçilmiş. Demek ki hayli gecikmiş bir gösteri bu... Ama böylesine aykırı bir film için de bu normal sayılmalı. Yer yer absürt bir komediye, yer yer yoğun bir drama yönelen, telefonlardan gelen gizemli bir sesi oteldeki iki yabancı öğrenciye bağlayarak sanki bir şaka yapan; tüm hikâyeleri seksten geçen filmde, yer yer "Acı hazdır, acı ruhun nemidir", "Çaresizler ve çıplaklar öncelikle korunur" gibi deyişler var. Aziz Sodom da bir yerde şöyle der: "Ben becerilmiş bir azizim!" Ve tüm bu kadroya rağmen, filmin en sağlam oyununu Selçuk Yöntem'in verdiği kesindir. Bu biraz unutulmuş oyuncumuzu bir kez daha analım ve varlığına şükredelim. Filmi görmekse artık size kalmış!..'

 

 

ÜÇ BİN YILLIK BEKLEYİŞ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Oyuncular da çok önemli. Öncelik ve özellikle iki baş oyuncu. Tilda Swinton. 1960 doğumlu, sanat sinemasının en büyük kadın oyuncularının başında gelen, batılıların 'ikonoklastik' diye adlandırdığı bu kadın, gerçekten burada da harika bir oyun veriyor. Yaşını beli etmeden; kimi zaman daha yaşlı, kimi zamansa çok daha genç gözükerek... O bornozlu sahneleriyse aklımızdan kolay çıkmayacak. Benzer şeyler İdris Elba için de söylenebilir. 1972 doğumlu oyuncu, perdede siyahi karakterlerin en ünlü isimlerinden biri oldu. Öylesine çalışkan ki... Sayısız TV dizisi, sinemada özellikle Thor ve Avengers serileri. Ve şimdi de mükemmel bir Cin... Bravo İdris!..Bizim için ilginç olan bir başka şey, filmde Osmanlı döneminde geçen sahnelerde sık sık Türkçe konuşulması... Bu yüzden birçok Türk oyuncusu da var. Ben jenerikte hemen hepsini anmaya çalıştım. Onlar da filme önemli bir katkıda bulunmuş denebilir. Evet, sonuç olarak bu çağdaş masal, bu özgün fantastik örneği, bir yabancı yazarın "Yetişkinler için bir uyuma öncesi masalı" diye adlandırdığı bu film, saydığım tüm özellikleriyle izlenmeyi hak ediyor. Özellikle son dönemde cinli-perili filmler yapmaya merak saran yönetmenlerimiz kaçırmasın!..

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’, günümüz sinemasında örneklerini pek göremediğimiz tarzda fantastik bir film. Günümüz sinemasının en popüler fantastik işleri genelde süper kahraman filmleri arasından çıkıyor. Miller ise benim aklıma daha çok 1970’ler ve 1980’ler sinemasını getiren bir film yapıyor. Miller, ‘Mad Max Fury Road’da olduğu gibi ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’te de usta görüntü yönetmeni John Seale ile çalışmış. Filmin doymuş sıcak renklerden oluşan görsel dünyası; özellikle Cin’in anlattığı geçmiş hikâyelerdeki güçlü lokal ışıklar; Batı ressamlarının yaptığı oryantalist tabloları hatırlatan kadraj düzenlemeleri ve aydınlatma tarzı gerçekten etkileyici. Tüm bunların, günümüzde çok tercih edilmeyen yaklaşımlar olduğunun da altını çizmek isterim. Önceki filmlerinde de gördüğümüz gibi Miller, dijital efektleri ölçülü kullanan bir yönetmen. Baştan sona bilgisayardan çıkma birçok fantastik filmin aksine belirli bir dengeyi koruyor. Bilgisayardan çıkacak abartılı görsel şovlara çok itibar etmiyor. Bunun yerine daha gösterişsiz ve minimal efektler kullanıyor. İstanbul’a indiğinde havalimanında karşılaştığı ve başka bir boyuttan geldiğini anladığımız varlığı gördüğümüz andan itibaren cinlerin dünyasını duman ve buhar fikriyle anlatıyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Film şöyle bir denge üzerinde yükseliyor; masala yaslandığı kısımlar fazlasıyla klişe ama iş geçmişe uzandığında görsel kalite seyircisini bu masalı kulak kabartmaya değer bir fantastik yolculuğa dönüştürüyor. Aradaki mesajlardaysa şu vurguları buluyoruz: Cin, sevme ve sevilme arzusuna sahip ve ölümsüzlük üzerinden bir tür ‘vampir yalnızlığı’ sunuyor. Alithea ise yalnızlığı bir tercih ve yaşam biçimi olarak görüyor, hatta boşandıktan sonra ‘özgürleştiğini’ düşünüyor. Film insanda şu şüpheyi de
oluşturuyor; ‘cin’, onun yetişkinliğinde Enzo’nun yerini alan hayali bir karakter mi? Bu arada sonlara doğru Londra’daki yaşlı komşular üzerinden filmin İngiliz muhafazakârlığına ve milliyetçiliğine dokundurduğunu söyleyebiliriz. Ben bir tür Leonardo Da Vinci esintileri sunan Zefir üzerinden, kadına biçilen role yapılan vurguyu çok beğendim... Sonuçta Doğu’ya ve de İstanbul’a egzotik, oryantalist bir bakış atarken yine de yer yer daha derinlere inmeye çabalayan kadrajları ve görsel atmosferiyle masal tadını yansıtan bir çalışma...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Ve tümüyle o ünlü şişedeki cini insanileştiren bir yanı var filmin. Bu açıdan ilginç denilebilir. Miller'ın kamerası, sinematografisi gayet iyi. Özellikle oryantalist tablolardan fırlamış gibi duran kadrajlar çok etkileyici. Lakin hikaye ne kadar masalsı olsa da Alithea ve cin arasındaki duygusal ilişkinin duygusu yeterince güçlü değil. Cinin yüz yıllarca şişede kalırken yaşadıkları ise daha güçlü hissediliyor açıkçası... Ama işte bir ustanın filmi 3000 Yıllık Bekleyiş. Biraz masal anlatmak istemiş usta!'

 

 

CENNETE BİLET

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Bir yandan şu günlerde canlanan eski oyuncuları yeniden perdeye döndürmek ve böylece bir araya gelen George Clooney ve Julia Roberts ikilisi. Onları görmeyeli ne kadar olmuştu!.. İkisi de kendi janrlarında özlenmiş ve pek yaş almamış kişiler. Yakında çıkacak bir filmde öyle bir ünlü ikili daha karşımıza gelecek. Ama gençler de çok iyi. Lily'de Kaitlyn Dever. Arkadaşı, kendisi de aşkı arayan (ve orada bulan) Wren'de Billie Lourd. Erkeklerde tam bir 'egzotik çapkın' olan Gede'de Maxime Boittier. Aşık Fransız (sevmesi de tam Fransız usulü!) Paul'da Lucas Bravo... Hepsi iyi seçilmiş, rollerine yakılmış genç yetenekler. Ve böylece film akıp gidiyor. O egzotizm, o bambaşka gelenekler, kendine özgü bir inanç ve de mizah içeren sahneler gayet hoş. Benim için şu oldu: O Bali dekoruna öylesine tutuldum ki, oralara gitme hayalleri kurar oldum. Ama birden bir kaynakta filmin orada değil, Avustralya'nın Brisbane yöresinde çekildiğini öğrenmez miyim? Tam bir düş kırıklığı değil mi bu?...'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... “Cennete Bilet” sonu daha en baştan bilinen ama seyircinin kendisini iyi hissetmek ve eğlenmek için huzurla izleyeceği yapımlardan. Ol Parker, yalnızca Georgia ve David’in arasındaki dinamiği değil, Lily ve Gede arasındaki ilişkiyi de güzel işleyerek iki kuşak için de cazip hale getiriyor filmi. Son yıllarda sayıları hızla artan ‘orta yaş romantizmi’ filmlerine eklenen yeni bir halka olmakla birlikte, gençler için de cazip bir hale dönüşüyor film böylece. Yukarıda da bahsettiğim gibi, Roberts ve Glooney’nin varlığı da filmi cazip hale getiren diğer unsur. Hem ikilinin kimyasının birbirini tamamlaması hem de karakterlerine kattıkları özellikler nedeniyle oldukça zevkli bir seyir deneyimi sunuyor ikili. Filmin yönetmeninin daha önceki işlerinde de gördüğümüz “otantizmi” ise görsel olarak katkı sunsa da bölge insanına ve kültürüne yaklaşımı hayli turistik en basit tabirle...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Cennete Bilet’ (Ticket to Paradise) ise Ol Parker imzasını taşıyor. ‘Aşk, Şimdi’ (Now is Good), ‘Mamma Mia! Yeniden Başlıyoruz’ (Mamma Mia! Here We Go Again) gibi yapıtlarıyla tanıdığımız İngiliz yazar-yönetmen, doğrusu istikameti ve duracağı liman çok açık olan bu filminde, özellikle başarılı diyaloglar ve kayda değer esprilerle seyircisine hoşça vakit geçirtiyor. Julia Roberts ve George Clooney’nin uygun kimyaları da bu hoşlukta büyük avantaj tabii ki... Bali’nin doğası ve güzelliği de işin görsel çekicilik kısmını üstleniyor. Dolayısıyla ‘romantik komedi’lerden hoşlananlar için son derece uygun bir seçenek diyelim...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Lakin bir de Lily cephesi ve oradan hareketle ebeveyn-çocuk ilişkisi yanı var filmin. Burada işler biraz daha ciddiye alınmış. Gençliklerinde isyan ettikleri anne-babalarına dönüştüklerinin farkına varamayan ebeveynler olarak izliyoruz Lily'nin gözünden onları. Doğal olarak ebeveyn- çocuk ilişkisindeki çok az insanın kırabildiği bir kısır döngüye de işaret ediyor film. Çocuklarımızın kararlarına ne kadar güvenebiliyoruz? Ya da daha doğrusu çocuklarımızın kendileri için verdikleri kararlara neden güvenemiyoruz? Bunun peşine düşüyor film. Çocuklarıyla eşitlikçi bir ilişki kurmanın ebeveyn dünyasında ne kadar zorlayıcı olduğunu bir kez daha gösteriyor film. Bu konuda da pozitif bir bakış ortaya koyuyor, zamanın ruhuna uygun olarak...'

 

 

MOONAGE DAYDREAM

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Öyle klasik bir sanatçı belgeseli beklemeyin... Arada öylesine çok şey gösteriliyor ki... Onunla yapılagelmiş birçok TV söyleşisinden seçilmiş bölümler; sinemanın en önemli yönetmenlerinden -Murnau, Buster Keaton, Fritz Lang, Nagisa Oshima, Stanley Kubrick, Nicholas Roeg- filmlerinden kareler... Ve belki en önemlisi, Bowie'nin müziği. Birçok şarkısını zamanında çekilmiş belgelerden dinlemek, sinemada izleyegeldiğimiz en zengin müzik belgeselini ortaya koyuyor. Kendi adıma onu iyice tanıdım- bunca yıl sonra... Ve bu rötara üzüldüm. Daha genel bakarsak... Böylesine zengin, yaratıcı, müzik üzerine olsa da hemen tüm sanatları kapsayan, bize böylesine orijinal bir kişiliği tüm boyutlarıyla tanıtan bir başka belgesel hatırlayamadım. Bunlara asgari bir ilginiz bile varsa, bu başyapıtı kaçırmayın derim.'

 

 

PETER VON KANT

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... François Ozon böylece Gouttes d'Eau sur Pierres Brulantes - Kızgın Taşlar Üzerindeki Su Damlaları'ndan sonra yeni bir Fassbinder uyarlaması yapmış oluyor. Ve Fassbinder'in özgün filmine yarım yüzyıl sonra yepyeni bir yaklaşım getiriyor. Cinsiyetleri değiştirmenin yanı sıra ana kahramanı sinemacı yapmak, Fassbinder'e şapka çıkarırken olasılıkla kendisinin de bir portresini çizmek filmin diğer özellikleri... Son Cannes şenliğinde büyük alkış alan film belki herkese göre olmayabilir. Ama bir Fransız eleştirmenin dediği gibi, bu bir 'petit bijou'. Yani küçük bir mücevher. Meraklıları kaçırmasın... Ayrıca bu filmi yazarken Fassbinder denen büyük yönetmeni kendi açımdan ne denli ilmal ettiğimi fark ettim. Milliyet-Sanat'taki klasik film yazılarımda bunu telafi etmeye çalışacağım.'

 

 

KYA'NIN ŞARKI SÖYLEDİĞİ YER

ATİLLA DOSAY (t24.com.tr): '... Evet, karşımızda uzun, ama ilgiyle seyredilen bir film var. Bir aşk hikâyesi, bir peri masalı, kadını savunan bir tez filmi; bir dönem filmi, bir polisiye, bir hukuk filmi... Yapısı da hayli ilginç olan: hikâye sürekli ileri-geri zamansal sıçramalar içeriyor, ama bu ustaca yapılmış ve seyri zorlaştırmıyor. Belki finalin biraz muğlak kaldığı ve aşırı biçimde geleceğe uzandığı söylenebilir... Ama kesin bir final çizgisinin ve apaçık bir 'happy end'in yerine geçen bu karmaşık finalin yandaşları, hatta tutkunları olacaktır sanıyorum!.. Filmin müziğine ve o güzel Taylor Swift şarkısına da dikkatinizi çekerim.'

 

 

ARTHUR RAMBO

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Evet, filmde dendiği gibi "bir tweet, bir nefes". Modern iletişimde çok dikkat etmek gerekiyor: Atılan bir tweet, kamuoyuna yansıyan bir deyiş, ters düşen bir yorum insanın başını öylesine belaya sokuyor ki... Bizde en son Gülşen hikâyesinin gösterdiği gibi... Filmin özellikle Paris'le ilişkili çok güzel bölümleri var, Tüm o partiler; o unutulmaz metro bölümü; o az, ama etkili cinsellik sahneleri... Rabah Nait Oufella denen genç oyuncunun filme büyük katkısı var. Teknik açıdansa sık sık ekrana yansıyan -ve getirtici firmanın (Bir Film) özenle çevirdiği- mesajlar insanı biraz yoruyor. Bunun filme yaptığı katkı da bence tartışılabilir. Yönetmen Laurent Cantet 1961 doğumlu. 1990'larda başladığı sinemada Resources Humaines - İnsan Kaynakları, Time Out, Heading South - Güneye Doğru, Entre les Murs - Sınıf, The Workshop - Atölye, İthaca'ya Dönüş gibi filmleriyle ilgi çekmişti. Uzunca bir sessizlikten sonraki bu filmi belki onun en iyisi sayılabilir.'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Meselenin Fransa’da nasıl tartışıldığına bakma fırsatı bulamadım ama Cannet’nin seçtiği tema ve karakterin sıkıntılı yönleri de var. Çok dikkat edildiği ve titizlenildiği belli olsa da, böylesi bir karakter için ‘Magripli’ bir genci seçmek riskli. ‘Beyaz adam’ın Avrupa’da yükselen ırkçılığı (Bu paket kadın ve eşcinsel düşmanlığıyla birlikte geliyor) dururken, mağdur olanın öfkesinin ırkçı yansımalarını anlatmayı tercih etmek hayli riskli. Cannet karakterini yargılamıyor ama en nihayetinde ‘Ciddiyetle dile getirilmemiş’ olsa da ırkçı öfkenin Kuzey Afrikalılar arasında da gayet güçlü olduğunu söylüyor film. Bu böyle olabilir ama bu kavruk çocuklara yönelmiş ırkçılığı pek göremiyoruz. Kuşkusuz film, yerel dinamiklere sahip birileri tarafından çok daha farklı değerlendirilecektir. Ama Fransa dışında yukarıda sıraladığım sorular ve kaygıların gündeme geleceğini düşünüyorum.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Öte yandan öykünün geçtiği coğrafyanın yaşadığı acı deneyimler var. Charlie Hebdo ve Bataclan gibi iki büyük katliamın yaşandığı Fransa’da böyle bir film çekmek bence önemli bir adım. Ama yönetmenin yargılamadan uzak durmak adına seçtiği yol, filme ilişkin okuduğum kimi yabancı eleştirilerde sorun olarak addedilmiş ve Cantet’nin sonuna kadar gitmediği ifade edilmiş.‘Arthur Rambo’nun en etkileyici yanlarıysa annesinin ona “Hakkımda kitap yazarken beni akıllı buluyordun, şimdi ise aptal muamelesi yapıyorsun” dediği ve kardeşinin onu attığı eski tweet’leri dolayısıyla ‘rol modeli’ olarak benimsediğini belirttiği sahneler... Filmin sosyolojik ve ideolojik meselelere bakışı, yaklaşımı, ele aldığı konuyu daha ileriye taşıma potansiyelini reddedişi beğenilmeyebilir. Ama kendi adıma nispeten eski kuşak bir yönetmenin, şimdiki zamana ait kuşakların alanı gibi kabul edilen ‘sosyal medya’ (‘Twitter âlemi’ de diyebiliriz) gerçeğini ele almasındaki tavrı ve bakışı beğendim.

 

 

ACİL İNİŞ

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Han Jae-rim’in yönetmen olarak en önemli başarısı, gerilim öğesini iyi kullanması ve 141 dakikayı pek hissettirmemesi… Daha en baştan, güzel görünen şık bir film çekmek istemediği belli… Sözgelimi, görüntü yönetiminde ilgiye değer bir tercih var. Renkler çok canlı değil. Hafifçe soluk ve soğuk bir renk paleti kullanılıyor. Burada asıl amacın gerçekçilik olduğunu düşünüyorum. Bu yaklaşımı filmin aydınlatma tarzından anlayabiliyoruz. Mesela, film boyunca birçok çekimde ışık kırılmalarını görüyoruz. Ayrıca ilk bölümdeki havalimanı sahneleri gerilla kamerayla, haber filmi gibi çekilmiş izlenimi veriyorlar. Uçak içindeki sahnelerde, son dönemde kabinde geçen birçok filmde hissettiğimiz stüdyo hissini vermemek için elinden geleni yapmış Han Jae-rim… Güzel resim veren, alan derinliğine sahip şık planlardan ziyade uçak içindeki klostrofobiyi hissettiren çekimlerle geliyor karşımıza. ‘Acil İniş’ hikâyesindeki yeni fikirleri, yönetmenliği ve oyunculuklarıyla vasatın üstünde bir felaket filmi. Sonuna kadar sıkılmadan, ilgiyle izledim. Ama sonuçta klişelerden vazgeçmeyen bir felaket filmi olarak beni çok etkilediğini söyleyemem.

 

 

DAVET 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Doğrusu filmin sonlara doğru gelişen ve asıl ilginçliğini finale doğru bulan entrikasını fazla açık edip seyir keyfinizi bozmak istemem. Ama özetle işin içine eski tarz korku filmlerinin -sinemada Dracula'dan Nosferatu'ya ünlenmiş klasiklerde sunulduğu biçimde- girdiğini, bunun kan içicilikten ısırma oyunlarına daha neler neler içerdiğini fısıldamış olayım. Hele o final... Ayrıca başroldeki Nathalie Emmanuel'in efsanevi Games of Throne dizisiyle çok tanınmış bir figür olduğunu belirteyim. Davet yabancı basında 'eski usül' bir film olduğu için eleştiri almış. Ben buna katılmıyorum; tersine bu 'gotik film' türüne dönüşü bir erdem olarak görüyorum. Bu 'kadınlar filmi' (yaratıcılarının ve oyuncularının çoğu kadın!) son derece zengin bir görsellikle sunulmuş; korku veya değil çok başarılı sahneler içeriyor...'

 

 

CANAVAR

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmin en büyük özeliklerinden biri, birkaç çekim dışında tüm aslanların filme üstün bir teknolojiyle dahil edilmesi. Ama bu yapaylık öylesine iyi yapılmış ki, hiç anlaşılmıyor. Tıpkı tüm o ünlü Jurassic Park serisinde olduğu gibi... Hele bunlardan biri, doktor Nate'in aslanlardan biriyle kurduğu 'yakın dostluk' bölümü parmak ısırtıyor. Bir diğer üstün nokta kızlara verilen önem ve onların birer karaktere dönüşümündeki ustalık. Geçmişlerinden sadece acı anılar edinmiş, sayısız sorun yaşamış ve yaşayan iki kardeş, giderek tam bir savaşçıya dönüşüyor. Ve oyunculardan tek tanıdığımız olan İdris Elba'nın Nate kişiliğinin yanında, onlar da filme büyük katkıda bulunuyorlar. Belki biraz uzatmalı bölümlerden, tekrarlardan söz edilebilir. Ama temelde sağlam ve özgün bir film bu... Hep birbirine benzeyen son dönemin birkaç temel türünün dışında özellikle doğaya dönüklüğüyle izlenmeyi hak eden... 

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... Daha önce “Gece Saldırısı” (Breaking In) filmini birlikte kaleme alan Ryan Engle - Jaime Primak Sullivan ikilisinin senaryosunun sıkıntısı malzeme kıtlığı. Bir ailenin tekrar bir araya gelmesi, bir babanın kudretini yeniden inşa etmesi fikri çok tanıdık aslında. Filmin orijinal yanı, bunu ilkel bir dünyaya taşıması, hayvani içgüdülerle eşleştirmesi ve oradan anlamlandırmaya çalışması... Haksızlık etmeyelim Baltasar Kormákur’un gerilimi, aslanın dehşetini çok iyi aktardığı sahneler de yok değil. Bu bakımdan yer yer vasatın çok üzerine çıkabiliyor film. Ama toplamında elindeki malzemenin yeterince güçlü olmadığını, baba ve kızlarının ilişkisine odaklanmaktan doğanın ve insanoğlunun onunla kurduğu ilişkinin nimetlerini göremediğini söyleyerek bitirelim.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Açıkçası insanlık sinemada dinozorlarla, gorillerle, dev yılanlarla, piranhalarla, köpek balıklarıyla, karıncalarla, timsahlarla, köpeklerle, balinalarla mücadele etti. Aslan genel itibariyle daha asil bir hayvan olarak temsil edildi. Lakin Kormakur, bu asil hayvanın temsiliyetini biraz abartılı bulmuş olacak ki onu da saldıran bir hayvan olarak gösteriyor bize. Ama onun saldırgan olmasına da hak veriyor. Çünkü sürüsü, dişleri, kemikleri para getirdiği için kaçak avcılar tarafından öldürülüyor. Ki işin bu yönü dünya için büyük bir mesele. Güney Afrika'nın korumalı milli parkları ve diğer yerlerdeki yabani hayatta, kaçak avcılık devam eden bir kriz. Yüzyıl önce Afrika'da 200 binden fazla aslan yaşarken, bugün 20 binden azlar. Yani yüzde 90 aslan nüfusunda azalma var...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... filmin öncelikli bir sorunu var: 2022 dünyasında eski refleksleri ‘yenilenmiş söylemler’ eşliğinde bize yeniden sunmaya çalışması. Naçizane ait olduğum kuşak 70’lerden bu yana ‘Jaws’, ‘Piranha’, ‘Orca’, ‘Katil Arılar’, ‘Dev Karıncalar İmparatorluğu’, ‘Dev Tohumu’, ‘Cujo’, ‘Arachnophobia’ gibi hayvanlardan gelen tehlikeleri merkeze koyan çok sayıda film izledi. Ama asıl vurgu yapmam gereken nokta “Biz neler neler gördük” değil elbet; kendi doğal yaşam alanlarında varlıklarını sürdürmeye çalışan hayvanları katledip “Böyle yaparsanız onları ‘canavar’laştırırsınız” şeklindeki mesaj ve faturayı ‘kaçak avcılar’a kesen anlayış. Bu tavır sizi hayvan katliamından ve gezegenin diğer canlılarını yok etme reflekslerinizden kurtarmıyor; yani suçlu ‘kaçak avcılar’ değil, ‘avcılık’ denen ve bu çağda bile varlığını sürdüren garabet... Idris Elba’nın yanı sıra Sharlto Copley’nin ve genç oyuncular Iyana Halley ve Leah Jeffries’in başarılı performanslar ortaya koyduğu ‘Canavar’ heyecan dolu anlar sunuyor ama yukarıda belirttiğimiz sorunlar yüzünden ‘demode’ bir felaket filmi olmaktan da kurtulamıyor.'

 

 

BIÇAĞIN İKİ YÜZÜ

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...  En son ‘High Life’ta bizi suç, ceza ve cinselliğe ilişkin meseleler hakkındaki bir bilimkurgu öyküsüyle buluşturan Claire Denis, son adımı ‘Bıçağın İki Yüzü’nde (Avec amour et acharnement) bir aşk üçgeninin çıkmazı içinde debelenen Sarah’nın acılarına yoğunlaşıyor. Senaryosunu Denis’nin, filmin uyarlandığı ‘Un tournant de la vie’ adlı romanın yazarı Christine Angot’yla (2017 yapımı ‘İçimdeki Güneş’te de beraber çalışmışlardı) birlikte kaleme aldığı yapım, meselesini ‘evliliği eski hislerinle sürdürmek isterken aynı zamanda başka birine âşık olman mümkün müdür’ türü bir problematiğin etrafında kuruyor. Lakin kadrosundaki Juliette Binoche ve Vincent Lindon gibi ağır toplara karşın dertler bence yeterince etkili bir şekilde seyirciye geçmiyor. Yani bıçağın iki yüzü de bizi kesmiyor!'

 

 

LAAL SINGH CHADDHA 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... 100’e yakın farklı mekânda çekilen, görüntü yönetmeni Satyajit Pande’nin sıcak, rengarenk, canlı doğa ve mekân çekimleriyle ilerleyen ‘Laal Singh Chaddha’nın, alıştığımız klişe Hindistan imajlarının dışına çıkan bir film olduğunu söylemeliyim. Özellikle, Laal’in yıllarca koştuğu sahnelerde biz de onunla birlikte bir Hindistan gezisine çıkıyoruz. Tanuj Tiku’nun müziğinin de filmin önemli unsurlarından biri olduğunu söylemem gerek. ‘Laal Singh Chaddha’ herkese gönül rahatlığıyla önerebileceğim filmlerden değil. Danssız ama bol şarkılı, müzikli, enerjik, rengarenk, duygusal ve komik bir Bollywood filmi seyretmek isteyenlere önerebilirim ancak. Bir de Bollywood’dan nasıl bir ‘Forrest Gump’ uyarlaması çıktığını merak edenlere… Ama gideceklere küçük bir uyarım var. Başka filmlerde final jeneriğinin sonunda yer alan ‘teşekkür’ bölümü, ne yazık ki ‘Laal Singh Chaddha’nın hemen başında yer alıyor ve biraz uzun sürüyor.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Forrest Gump’ın içinden geçtiği tarihsel koridorun çeperleri elbette dünya siyasetine (özellikle Vietnam) değiyordu, Laal’in ait olduğu coğrafyanınsa kendine özgü zor koşulları ve çok geniş bir ülke üzerindeki büyük nüfusun dengeli bir biçimde yönetilme meseleleri var. Hindular, Sihler ve Müslümanlar arasında yaşanan gerilim her daim ülke bütünlüğünü zedeliyor. Burada öykünün ana karakteri bir Sih ve film onun öğretileri eşliğinde ilerlerken temel olarak dinsel hoşgörünün altı kalınca çiziliyor. Özellikle Laal-Mohammed dostluğunda kıyıya vuran bu yaklaşım, filmin geneline hâkim. Advait Chandan’ın yapıtı duygusallık ve mizahı başarıyla harmanlıyor. Batılı bir eleştirmenin de vurguladığı gibi Laal karakteri doğuştan gelen bir azizlik eşliğinde ete kemiğe büründürülmüş...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Usta yönetmen Robert Zemeckis nasıl Forrest Gump'ta Amerikan sinemasının temel anlatı geleneğine uygun tercihlerde bulunduysa, Laal Singh Chaddha'nda da yönetmen Advait Chandan Hint sinemasının genel anlatısına uygun seçimler yapıyor. Canlı renk tercihleri, kıvamında kullanılan şarkılı sahneler, dekor ve kostümlerdeki yerlilik bu tercihin öne çıkan temel göstergeleri... Ki bu tür seçimleri yaparken Bollywood geleneğine sırtını dayasa da Chandan uluslararası bir kitleye hitap edeceğini düşünerek aşırıya kaçmıyor. Dolayısıyla Bollywood-Hollywood karışımı bir film olarak düşünülebilir Laal Singh Chaddha.
Bir fark da filmin içinden geçen aşk öyküsüyle ilgili. Yönetmen Chandan, Forrest Gump'a göre ana karakter ile ona bir türlü yüz vermeyen sevdiceğinin ilişkisini politik bakıştan kurtararak daha insani bir boyutta ele almış... Forrest Gump'un kahramanı malum Tom Hanks ise, Laal Singh Chaddha'nı sürükleyen de Hint sinemasının yıldızlarından Aamir Khan. Oyuncu Tom Hanks'in olağanüstü performansına erişemese de yine de başarıyla rolünün hakkını ziyadesiyle veriyor...'

 

 

BULUTTAKİ GÖLGE

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Peki, gökyüzünde yaratığın (mürettebatın deyişiyle ‘Gremlin’) ne işi var? Okuduklarıma göre pilotların dillendirdiği bu tür tevatürler varmış, öykü biraz da böylesi bir söylenceye dayanıyor (geçmiş çağlarda gemicilerin denizde gördükleri ‘canavar’, devasa yaratıklar gibi). Moretz’in dışında mürettebatı canlandıran oyuncuların çok az sürelerde karşımıza geldiği yapımda suratı fareyi hatırlatan, kanatlarıyla da yarasaya benzeyen yaratık daha fazla boy gösteriyor. Yüzbaşı Garrett’ın ekipten Çavuş Quiad’a teslim ettiği gizli çanta da öyküde hafiften ‘Barton Fink’teki ‘gizemli kutu’ havası estiriyor. Sonuç olarak ‘Buluttaki Gölge’ yer yer heyecanlı, ‘politik doğruculuk’ bakımından da uygun cephede duran bir aksiyon. Büyük beklentilere girmeden izleyebilirsiniz.'

 

ÇIKIŞ YOK 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Yönetmenlikte teknik anlamda belki hiçbir sorun yok. Başarılı kısa filmleriyle dikkat çeken Sophia Banks, ilk uzun konulu filminde türün gereklerini yerine getiriyor; görüntü yönetmeni Donald M. McAlpine ile dövüş ve çatışma sahnelerine odaklanan standart bir iş çıkarıyor. Ama öyle unutulmaz bir gerilim inşa ettiğini söylemek zor. Aslına bakarsanız, gerilimden çok şiddetin öne çıktığı bir film ‘Çıkış Yok’. ABD’nin Ortadoğu gibi bölgelerde terörle mücadele adı altında yürüttüğü yasa dışı faaliyetleri eleştiren ‘Çıkış Yok’un, sürükleyici ve oyalayıcı olmadığını iddia edemem. Ama özellikle hikâyesi itibarıyla kayda değer bir iz bıraktığını da söyleyemem.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...‘Çıkış Yok’ genel formatı bakımından Ridley Scott klasiği ‘Yaratık’ın (Alien) yeni bir versiyonu gibi (bir yanıyla Carpenter’ın ‘The Thing’ini de andırıyor elbet). Özellikle ana karakter Abby Trent, yeni bir ‘Teğmen Ripley’ (Sigourney Weaver) havasında, sadece kedisi eksik! Lakin iş tabii ki öykünmekle ya da göndermede bulunmakla bitmiyor. Öyküsünü Jinder Jo’nun kaleme aldığı ‘Çıkış Yok’ usta senarist John Collee’nin müdahalelerine rağmen tatmin edici bir olay örgüsüne sahip değil. Ayrıca filmde mantığı zorlayan, inandırıcılıktan uzak birçok sahne var. Oysa oyuncu kadrosu kâğıt üzerinde fena değil: Abby’de ‘Kiss Kiss Bang Bang’den beri hayranı olduğumuz Michelle Monaghan’ı, Hatchet’te Jason Clarke’ı (ki aynı zamanda yapımcıları arasında), disiplinsiz eski asker Miller’da Jai Courtney’yi izliyoruz. Ama dediğim gibi vasat senaryo, eldeki değerleri avantaja dönüştürememiş. Sonuç itibariyle ‘Yaratık’ öykünmesi kadar Abby’nin teşkilata karşı verdiği mücadeleyle hafiften ‘Jason Bourne’ tadı da sunan ‘Çıkış Yok’ ortalamayı aşamayan bir aksiyon olmuş...'

 

THOR: AŞK VE GÖK GÜRÜLTÜSÜ

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Thor: Ragnarok'ta yönetmen koltuğunu devralan Taika Waititi'nin yönettiği film, mizah ve süper kahramanları ti'ye alma konusunda kıvama gelmiş gibi görünüyor. Aradan geçen yıllar içinde Thor'un hikayesinin unutulduğu düşünüldüğü için olsa gerek, ara ara Thor'un öyküsü esprili bir şekilde yeniden hatırlatılıyor. Böylece film hem Thor efsanesi ile hem de süperlik meselesiyle ziyadesiyle dalgasını geçiyor. Ki bu yaklaşım filmin geneline sirayet etse de alttan alta bir kayıp, yas tutma hali ve sevgi meselesi de var filmde. Gorr'un evlat acısıyla, Thor'un sevdiceğinin günbegün ölüme giderken bir şey yapamamasının verdiği acı, onların yüreklerine işleyen sızı ve karşılıksız sevgi filmin duygusal tonunu belirliyor. Ki mizahi yaklaşım ve bu duygusallığın bir dengede tutturulması filmin seyirlik keyfini yükseltiyor. Sonsöz olarak Marvel dünyasından sıkılmayanları ya da Thor'u sevenleri tatmin edecek bir film denilebilir.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...  Yönetmen Taika Waititi, kendi varlıklarını tiye alan süper kahramanlar esprisini ‘Aşk ve Gök Gürültüsü’nde de sürdürüyor. Jennifer Kaytin Robinson’la birlikte kaleme aldıkları senaryoda bu türden birçok gönderme var. Ama filmin bence problemi tonu... Bir yandan esprili olma çabası, bir yandan girişte bir babanın kızını kaybetmesi gibi dramatik bir sekansla öyküye adım atma hamlesi, öte yandan tekrar ‘sırıtan’ bir öykü ve nihayetinde Jane Foster’ın yaşadığı hastalıkla beraber yeniden yükselen dramatik yapı... Bir öyküde bu tür zikzaklar olmaz mı; olur ama ‘Aşk ve Gök Gürültüsü’ dengeli geçişler ve ‘ciddileşme’ noktalarındaki sorunları aşamamış... ‘Thor: Ragnarok’ta zorlama bir okumayla Asgard’lıların gezegensizliği üzerinden ‘mülteci sorunu’na parmak basılıyordu diyebilirdik, bu yapımın mesajıysa “Aşk acısı, hiç sevdaya düşmemekten iyidir” olabilir mi acaba? Ya da ‘Tanrılar da tanrılığını bilsin’... Sonuç olarak ‘Thor: Aşk ve Gök Gürültüsü’ filmi ‘Çekiçli İlah’ın solo koşularındaki en zayıf halka olabilir. Keza Marvel Sinematik Evreni’ndeki en sıradan yapıtlardan biri olduğunu da söyleyebilirim...)

 

 

YANG'DAN SONRA

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... 

“Yang’dan Sonra”, bir yandan kayıp duygusunun gücünü bir kez daha hatırlatmaya soyunuyor. Diğer yandan da hafıza, hatırlama ve geçmiş gibi kavramların insanı insan yaptığına dikkat çekiyor. Bu bakımdan Yang’ın bir geçmişinin olması, insanlar üzerinde etki bırakması onu diğerlerinden daha fazla ‘insan’ yapıyor belki de. Kagonada, mekanı ve görsel evreni kurmakta mahir ayrıca. Bu fütüristik minimal evren, filmi bir bilim kurgu olmaktan çok insanlığa, hayata dair bir mevziye çekmeyi başarıyor. “Yang’dan Sonra”, türün sevenlerini ama özellikle de bilim kurgu ile anlam arasında ilişki kuran yapımları beğenenleri hayli mutlu edecektir.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Yang’dan Sonra’ izleyicisini büyük bir gizemin peşine takıyor gibi davranıyor ama asıl olarak Asya kültürlerinde yer alan asıl gizemin hayatın kendisi olduğuna dair öğretilerin altını çizmeye çalışıyor.
Bu ince, hüzünlü takılan, pastoral kareler eşliğinde yumuşak akan filmin benim açımdan en anlamlı sahnesi şuydu: Jake, çipteki anıların izini sürerken yolu Yang’ın romantik duygular beslediği Ada adlı bir klon kızla kesişiyor. Ona “Yang hiç insan olmak istedi mi” şeklinde bir soru soruyor, aldığı yanıt ise şöyle: “Niye istesin ki, insan olmanın nesi harika?” Günümüzün kötülüklerle dolu dünyası içinde bu cevap, filmin duygusal havasında son derece acımasız ve bir o kadar da gerçekçi bir saptama gibi duruyordu...'

 

 

SİYAH TELEFON

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Stephen King’in oğlu Joe Hill’in kısa öyküsünden uyarlanan ‘Siyah Telefon’ (The Black Phone) çağrışımları fazla bir film. Atmosfer, çocukların giyim kuşamları, bisikletli hayatları ‘E.T.’, ‘Super 8’ ve de ‘The Stranger Things’ tadında. Öyküyse adeta King’in ‘O’suna (It) selam gönderiyor. Ama günümüz Amerikan gerilim sineması içinde hatırı sayılır bir yere sahip -2016 tarihli ‘Dr. Strange’i de yönetmişti- Scott Derrickson’ın imzasını taşıyan yapım, istediği etkiyi sağlamaktan uzak (Filmin senaryosunu C. Robert Cargill’le birlikte yazmışlar). Gwen’in rüya tahminleri, ‘öte dünya’dan telefon edenler derken zemin metafiziğe kayıyor ama öykü kafa karıştırıcı olurken kendi içindeki sağlam bağlar kurma hedefini pek tutturamıyor. Hele hayalet çocuklardan birinin bodrumda rehin tutulan Finney’ye nasıl hayatta kalacağı konusunda idman verdiği bir sahne var ki eskilerin deyimiyle ‘akıllara seza’…’

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): ‘… “Siyah Telefon”un en büyük handikapı çok fazla öngörülebilir olması öte yandan. Belki en baştan en sonu tahmin edemiyoruz ama film ilerledikçe, bir sonraki hamleye dair ilk akla gelen öngörü gerçekleşiyor. Bu da türün olmazsa olmazlarından sürprizi bozuyor kanımca. Filmin finalde de seyirciyi şaşırtacak bir numarası yok. Kahramanımız erkek olma yolunda büyük bir adım atıyor beklenildiği üzere. Oysa en az Finney kadar Gwen’in de hayatına daha yakından bakmak istiyor insan. Hatta ne yalan söyleyeyim, çok daha fazla hak ediyor merkezde olmayı Gwen’in hikayesi. Nihayetinde çok fazla beklenti yaratan bu yapım, vasatın çok da üzerine çıkamıyor bizim nezdimizde. Türün sevenleri kendileri için özel şeyler bulacaklardır kuşkusuz. Akılda kalan Ethan Hawke’ın performansı olacaktır daha çok.’

 

ELVIS

OLKAN ÖZYURT ( SABAH): ‘… Film biraz uzuyor ama bu uzunluk böylesi kral bir adamın katmanlı hikayesini derli toplu anlatma çabasından kaynaklanıyor. Ki bu filmi epikleştiriyor da zannımca. Dolayısıyla karşımızda Elvis'e çok katmanlı bir şekilde bakan bir film var. Ziyadesiyle de seyirlik keyfi yüksek bir film hem de...
Buz Luhrmann görkemli ve renkli bir atmosfer yaratma becerisine Elvis'in sahne şovları başladığı noktada başvuruyor. Bu noktada Austin Butler'ı avuçlarımız patlayana kadar alkışlamak gerek. Çünkü sanki karşımızda bir Elvis varmış gibi bu şovlarda kendinden geçercesine bizlere bir müzik ziyafeti sunuyor. Onun bu performansına karşılık tabii usta oyuncu Tom Hanks ise daha içe dönük olsa da en az onun kadar şahane bir performans ile Elvis'in manejeri Tom Parker'a hayat veriyor.
Ne diyelim müziğin kitleleri etkileyen gücünü, değişime etkisini ama en önemlisi Elvis'i hatırlatan ve bir anlamda krala büyük bir saygı duruşunda bulunan, Rock'n Roll'a adanmış bir film Elvis. Kaçırmayın derim...’

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): ‘… Hızla akıp giden kurguya rağmen ‘Elvis’, Baz Luhrmann’ın önceki filmleri gibi dramatik sahnelerde de iddialı. Tom Hanks’in makyajı ilk başta bana nedense biraz zorlama geldi ama film ilerledikçe alıştım. Belli ki, Tom Hanks’in makyajsız şekilde olumsuz bir karakter oynaması, en baştan eledikleri bir fikir olmuş. Elvis Presley’de Austin Butler’ın baştan sona seyre değer harika bir performans çıkardığını düşünenlerden biriyim. Elvis’in gençlik yıllarındaki şarkıları Butler’ın seslendirdiğini belirtelim. İleriki yaşlarda ise Elvis Presley kayıtları kullanılıyor. Priscilla Presley (Olivia DeJonge) başta olmak üzere diğer tüm karakterlerin biraz geride kaldığı kesin. Ama Luhrmann film boyunca bu iki ana karakterin çevresinde beliren her karakteri, iyi oyunculukların da yardımıyla derinlikli kılmayı başarıyor. ‘Elvis’i beğendim, keyif alarak izledim. 2 saat 40 dakikada bırakın Elvis’in hayatını, müziğini bile hakkını vererek anlatmak kolay değil. Ama Luhrmann hızlı kurgu tekniğinin yardımıyla bence elinden gelenin en iyisini yapıyor. Elvis Presley’in müziğine, 42 yıllık kısa ömrüne ve yaşadığı dönem içindeki yerine kendi kişisel yorumunu getirmeyi başarıyor. Ve bunu yaparken etkili, gösterişli ve seyri keyifli bir filme imza atmasını biliyor. Film belki mükemmel değil ama Elvis efsanesinin sinemadaki en güzel karşılıklarından biri olarak popüler kültürde ayrı bir yeri olacağını sanıyorum. Hazır sinema salonlarında gösteriliyorken, sesin ve görüntünün tadını çıkarın, derim. Çünkü evdeki küçük ekranlarda aynı tadı bulmanız mümkün değil.’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Performanslara gelince: Elvis’te Austin Butler bence karakterinin enerjisini ve her daim terli (!) görüntüsünü aktarmada son derece başarılıydı. Keza Tom Hanks de Tom Parker’da... 20’nci yüzyılın en önemli popüler kültür figürlerinden Elvis Aaron Presley’nin öyküsünü, menajeriyle kötü bir baba-oğul ilişkisini andıran bağları etrafında anlatan bu film, sanatçının klasikleşmiş şarkıları eşliğinde ilerliyor. Aynı zamanda son noktası 45 yıl önce konmuş parıltılı ama bir o kadar da trajik bir portrenin varlığını şimdiki zamanın seyircisine -kimi yerleri eksik olsa da- hatırlatıyor. Kaçırmayın derim...’

 

 

OKUL TIRAŞI

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Ferit Karahan iyi düşünülüp kurulmuş bu gerilim öyküsünü telaşsız, sakin ama zamanı iyi kullanan bir sinemayla anlatıyor. Nadiren sabitlenen hareketli kamerasıyla olayları yakından takip ediyor. Genel planlara, uzaktan yapılan çekimlere seyrek olarak yer veriyor. Kamera sık sık Yusuf’un peşine takılıyor; yetişkinlerin davranışlarını, tepkilerini onun bakış açısından, bazen alt açılardan gözlüyor… Karahan’ın seçtiği dar görüntü formatı, öncelikle bakış açımızı sınırlayarak kadraja odaklanmamızı sağlıyor ve dikkatimizi belirli noktalarda yoğunlaştırıyor. Daha önemlisi, dış mekânlarda, karlı manzaraların tadını çıkarmamızı engelliyor. Karın, Mehmet için ifade ettiği tehlikeyi düşündüğümüzde doğru bir seçim bu… İç mekânlarda ise dar format klostrofobiyi artırıyor, görüş alanımızı kısıtlayarak gerilimi yükseltiyor. Bu arada, müziksiz anlatımın da tıpkı dar kadraj tercihi gibi filmin lehine işlediğini düşünüyorum. ‘Okul Tıraşı’ anlatıdan pek kopamadığınız, genellikle diken üstünde seyrettiğiniz bir film… Müzik kullanılmaması, bizi kendi duygularımızla baş başa bırakıyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...Karahan’ın sakin anlatımı, senaryonun detaylarda gezinen mahareti, kimi tekrarlara rağmen ‘Okul Tıraşı’nı son dönemde sık karşılaştığımız ‘çocuklar üzerinden sistem eleştirisi’ yapan yapımlar arasında farklı bir yere koyuyor. Filmdeki tanımıyla ‘Kürt bölgesi’nde geçen öykü biraz yörenin sorunlarına değiniyor, biraz ‘ergen zorbalığı’na vurgu yapıyor ama asıl, kolektif bir aymazlığın ve sorumluluktan kaçma refleksinin (küçük ölçekli bir ülke profili!) altını çiziyor. Bu noktada meslek büyüğümüz, eski Milliyet yazarı ‘rahmetli’ Mete Akyol’un ‘Mevzuat Böyle Efendim’ adlı köşesini hatırlıyoruz adeta. Minik yetenek Samet Yıldız, Yusuf’ta karakterinin hüznünü ve çaresizliğini gözlerinden yansıtırken performansıyla filme damga vuruyor. Selim Öğretmen’de Ekin Koç, Kenan Öğretmen’de Melih Selçuk ve müdürde Mahir İpek başarılı armoniyi tamamlayan isimler. Türksoy Gölebeyi’nin çarpıcı kadrajlarıyla da görsel açıdan zenginleşen ‘Okul Tıraşı’ sinemamızda gerçekçi hikâye arayanlara sesleniyor.'

 

 

X

ŞENAY ADEMİR (medyaport.com): 'Filmin tökezlediği yer, ciddiyetle parodi arasındaki sınırı bulanıklaştıramaması, bir oraya bir buraya savrulması. Bir dizi korku klişesinin üst üste bindirilişinin ardından girilen kesip biçme döngüsünden murat tam olarak nedir bilinmez ama olacaklar bilindiği için bir gerilim söz konusu olamıyor. Kesip biçme döngüsüne dair bir şey diyemeyeceğim çünkü türün bu versiyonuyla aram hiç iyi değil! Ama estetik olarak Tarantinovari geldi bana. “Death Proof” mesela. Nihayetinde türün vasatın üzerinde, sevenlerinin memnun ayrılacağı bir film olduğunu düşünüyorum “X”in. Ama izleyip karar vermek en iyisi.'

 

 

GEÇMİŞE DÖNÜŞ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film ayrıca gerçekten yürek yakan sahneler de içeriyor. Hemen başlarda hasta yatan bir annenin gözleri önünde oğlunun öldürülmesine tanık olması... Bir başka sahnede çok ağır yara alan Alex'in bunu ateşle yakarak tedavi etmesi, ya da her şeyin arkasındaki lider olan Davana Sealman'ın finaldeki akibeti. Kolay akıldan çıkacak bölümler değil. Bir dönemin çalışkan sinemacısı Martin Campbell genelde temiz bir iş çıkarmış. Alex'te iyi bir oyuncu olan Liam Neeson sağlam bir dönüş yapıyor. Tıpkı Nicholas Cage gibi... Bir diğer başroldeki Guy Pearce de Vincent Serra rolünde kusursuz. Bir dönüş de bambaşka bir cepheden geliyor: Davana rolündeki İtalyan kökenli dilber Monica Bellucci. Onu öylesine uzum zamandır görmemiştik ki... 55 yaşındaki oyuncu (1968 doğumlu) biraz yaşlanmış, hayli kilo da almış. Ama kendisini izletmeyi biliyor. Yeniler de var. Küçük Mia'da Mia Sanchez, kara kaderli Van Camp çiftinde Rebecca Clder veScott Williams, Latin ajan Marquez'de Harold Torres, Davana'nın oğlu Randy'de Josh Taylor da gayet iyiler.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Geçmişe Dönüş’, Liam Neeson’ın aksiyon filmlerinin bence en iyilerinden... Bunda kamera arkasında Martin Campbell gibi bir ustanın olmasının da rolü var diye düşünüyorum. ‘Altın Göz’ ve ‘Casino Royale’ gibi iki Bond yapımının yanı sıra ‘Dikey Limit’, ‘The Legend of Zorro’ gibi filmlerden de hatırladığımız deneyimli sinemacı, geleneksel tarzdaki üslubu dahilinde hem gerilim dozajını kullanmada başarılı olmuş hem de ana karakterinin adaleti sağlama ısrarıyla seyircisinde ‘katarsis’ duygusunu yaratan bir hava yakalamış. Senaryonun inandırıcılığını kaybettiği yerler var elbette. FBI ajanı Serra’nın Lewis’e kol kanat germesi ya da tetikçinin yakalandığı alzheimer’ın çok hızlı seyretmesi gibi. Yine de bunlar tolere edilebilir küçük arızalar (!) gibi geldi bana...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Martin Campbell, tek kişilik ordu namlı bir Liam Neeson filmini, yetenekleriyle çıtasını yükseltiyor. Lakin onun potansiyeli düşünüldüğünde orta seviye bir film olarak kalıyor Geçmişe Dönüş. Hafıza meselesini işlerken, yine hafıza sorununu işleyen Akıl Defteri filminin yıldızı Guy Pearce'den çok iyi bir dedektif yaratabiliyor. Ama ne Liam Neeson ne de Monica Belluci'den yeterince faydalanabiliyor. Fakat bu film bir nevi adaletsiz bir dünyada yaşandığını, paranın ve onun getirdiği gücün de adaleti satın alabildiğini net bir şekilde bir kez daha anlamamızı sağlıyor. Ki adalet genel olarak tecelli etmeyince kişisel adalet sağlayıcılarının çıktığını biz 70'ler Amerikan ve Türk sinemasındaki örneklerden gayet iyi biliyoruz.'

 

 

MASUMLAR

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Senarist kimliğiyle tanıdığımız Eskil Vogt’un ilk uzun metrajı ‘Masumlar’ (De uskyldige), 2008 yapımı İsveç filmi ‘Gir Kanıma’yı çağrıştıran hamlelerle başlıyor ve sonrasında adeta özel efektleri olmayan bir ‘X-Men’ öyküsüne dönüşüyor. Filmde kurulan atmosfer ve görüntü yönetmenliği iyi fakat karakterler pek inandırıcı değil. Çocuklardaki dönüşüm ve Ben’in kötülük yolundaki ısrarı ikna edici olmaktan uzak. Film, küçük beden ve ruhlardaki sadizm üzerine kulak kabartmaya değer bir öykü anlatırken paranormal sulara açılıyor ama sağlam bir temel üzerinde yükselemiyor. Yine de ‘ilginç film’ kontenjanından izlenebilir.'

 

 

JURASSIC WORLD: HAKİMİYET

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Doğrusu bu son film bunların hepsini değilse de önemli bölümünü izlemiş bizler için çok cazip değil. Üstelik hepsinden daha uzun tutulmuş: tam 135 dakika. Yine de belli ölçüde sürükleyici olduğunu, hikâyeye günümüzden gelen yeni yorumlar ve yan temalar eklediğini, ayrıca da en azından oyuncularıyla derin bir nostalji duygusunu taşıdığını hemen söyleyebilirim... Çok özel bir nokta ise Malta adasının kullanılışı. Akdeniz'in bu harika adası eski yapıları, daracık sokakları, tepelerdeki şato veya manastırlarıyla öylesine iyi kullanılmış ki... Hele o üstten çekilmiş takip sahneleri... Kolay unutulmaz sahneler arasında çekirgeleri topluca yakmak ya da o en büyük etoburların birbirleriyle kavgaları da var. Aksiyon sahneleri de iyi; ama keşke zaman zaman izlenmesi çok yorucu bir hızlı kurguyla verilmeseydi... Birkaç iyi seçilmiş siyahi oyuncunun (DeWanda Wise, Mamoudou Athie, Omar Sy) yanısıra yine eski filmlerden gelen BD Wong da Uzak Doğu halklarına sesleniyor. Yani ırklar-arası bir barış havası var.  Ama asıl tema elbette insanlar ve hayvanlar arasında gerçekten bir barış kurulup kurulamayacağı. Ne yazık ki bu konuda pek umut vermiyor film... Belki başka bir bahara...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Jurassic World Hâkimiyet’ (Jurassic World Dominion), toplam altı filme ulaşan serinin özellikle hikâye örgüsü açısından en ‘değişik’ halkası... ‘Jurassic World: Hâkimiyet’, ‘Jurassic filmi’ seyretmeye gelenlere sunabileceği her şeyi ‘fazla fazla’ sunuyor. Aksiyon ve gerilime ek olarak 29 yıl önceki ilk filmin 3 karakteri üzerinden gelen nostalji havasını unutmamak gerek. Ian Malcolm (Jeff Goldblum) üzerinden mizah, Ellie ve Alan üzerinden ise hafif bir romantizm dahil oluyor filme. Claire, Owen ve Maisie duygusal aile filmi sularına yelken açmamızı sağlarken DeWanda Wise’ın canlandırdığı pilot Kayla Watts bir ‘Han Solo duygusu’ katıyor filme… Özetle, meraklılarını hayal kırıklığına uğratmayacak bir film.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... 149 dakikalık bu mücadele bu. Biraz fazla uzun... Hikaye, bu süreyi pek de fazla taşıyamıyor ve yer yer filmin ritmi düşüyor. Ama eski dostları tekrar dinozorlar dünyasında görmek seyir keyfi açısından iyi de geliyor. Gelelim insan-dinozor ilişkisine... Yeni dünya düzeninde global şirketlerin insan hayatı, dünyanın gidişatı üzerine bu kadar öne çıkmasına karşı net bir tavrı var filmin. Şirketlerin kâr etme uğruna her şeyi yapabileceğini açık bir şekilde anlatıyor. Açgözlü iş insanlarının bilim dünyasını tahakküm altına alma çabaları olduğunu, kimi bilim insanlarının buna eyvallah dediği kiminin ise buna karşı çıktığını da gösteriyor. Dinozorlar üzerinden de insanın doğa ve diğer canlılar üzerinde tahakküm kurma çabasından vazgeçmesini ancak birlikte uyum içinde yaşamanın mümkün olduğunu söylüyor. Devlet mekanizmasının da bu noktada inisiyatif alması gerektiğini bir kez daha anlamamızı sağlıyor.
Tabii bunlar yeni şeyler değil. Covid-19 pandemisini düşünecek olursak global şirketlerin nasıl canavarlaştığı görülebilir. Jurassic World: Hakimiyet işte bize canavar şirketlere karşı insan ve diğer canlılar topyekün mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor. Eee haklı da...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Jurassic World’ serisinin ilk filmini yöneten Colin Trevorrow’un imzasını taşıyan, senaryosu da yönetmenle birlikte Emily Carmichael tarafından kaleme alınan ‘Hâkimiyet’ bence son üçlemenin en zayıf halkası olmuş. Zorlama bir öyküye sahip görünen yapım, modern bilimkurgu aksiyonlarındaki klişelerle dolu. Genlerle birlikte gezegenin de doğasıyla oynayan zengin kötü adam, ona engel olmak için çabalayan kahramanlar; ‘Bourne’, ‘Görevimiz Tehlike’ ya da ‘Hızlı ve Öfkeli’ serilerinden ödünç alınmış gibi görünen dinozorlu kaçma-kovalama sahneleri, dünyanın çeşitli yerlerine (Amerika’dan Malta’ya, oradan İtalya’ya) uzanan bir serüven... ‘Hâkimiyet’in özel yanıysa ‘Jurassic Park’la
‘Jurassic World’ serilerinde yer alan ana karakterleri bir araya getirmesi. Bir tür resmi geçit gibi yani... Gelecek ne getirecek bilinmez ama yaratıcı ekibin bu kurdeleyi uzatmak için zorlandığı belli. Kim bilir, genetik mühendisliğindeki kimi buluşlar, yeni filmler için ilham olabilir, bekleyip görelim.'

 

 

YOLA DEVAM

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film genelde farklı bir kültürün sesini, şarkısını duyuruyor bizlere... Komşu, ama yine de farklı bir kültür... Kadınların illa da yüzlerini örtmediği ve toplumda genel bir saygı gördüğü, Batı kültürünün öcü sayılmadığı, kendine özgü yaşam kuralları ve alışkanlıkları olan bir toplum. Onu bir film boyunca daha iyi tanımak hiç de fena bir deneyim değil. Ne var ki kimi yerlerde film adeta tümüyle duraklıyor, sürekli ayni şeyler söyleniyor, aynı espriler yineleniyor. Kimi zaman seyircinin sabrıyla oynanıyor: Örneğin önemli bir sahne tümüyle çok uzaktan ve tek çekimle sunuluyor; ne olup bittiği bile anlaşılmıyor; ya da o Batman tartışması uzun dakikalar boyu sürüyor. Bu tür bir sinema bence illa da 'sanat filmi' yaftası peşinde koşan hevesli sinemacılara ait, ve modası geçmiş bir şey. Baba Panahi, yani Jafar (Cafer) Panahi bence daha sıcak filmler sunmuştu bize... 1995'lerden itibaren Beyaz Balon, Ayna, Daire, Offside, Taksi Tahran, Üç Hayat gibi filmler yapmış ve ülkemizi de ziyaret etmişti. Bence oğul Panahi'nin babasından alacağı dersler var... Yine de film yeterince ilginç ve özellikle has sinefillerce görülmeli.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Anneyi oynayan Pantea Panahiha ile babayı canlandıran Hasan Majuni'nin etkili performanslar sergilediği filmin yıldızı çocuk oyuncu Rayan Sarlak. Filmin gelgitli haleti ruhiyesine ritim getiren canlılıkla performans sergiliyor Sarlak. Geçen yıl Cannes Film Festivali'nde gösterilen Yola Devam iyi bir ilk film. Panah Panahi'nin babasının yolundan, sadece meslek seçimiyle değil sinema anlayışı olarak da gittiğini anlıyoruz. Atmosfer oluşturma, çerçeveleme ve kamera kullanımı düşünüldüğünde baba Panahi'nin etkisi hissediliyor. Yalnız Panah Panahi'nin melankolik anlatıma daha fazla yatkınlığı var gibi. Bakalım bu tek filmlik bir durum mu yoksa sonraki filmlerinde de benzer bir yaklaşım sergileyecek mi onu da önümüzdeki yıllarda göreceğiz.'

 

 

ADAMLAR

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Özgün olduğu inkâr edilemeyecek bir film ‘Adamlar’ ama kendi adıma çok etkilendiğimi söyleyemem. Finale doğru tasarladığı doğurma ve döngü imgeleri akılda kalıcı ama ‘Adamlar’ın iyi yazılıp düşünülmüş bir finalden mahrum olduğunu düşünüyorum. Bu arada, pek korkutucu olduğu söylenemez. Asıl sorunu ise galiba karakter dramı olarak tatmin edici bir yere bağlanamaması. Yine de her koşulda kendi türü içinde cesaretli bir deneme... Sonuçta, üstüne düşünmekten ve yazmaktan keyif aldığım bir film oldu. Garland’ın yönettiği ‘Ex machina’ ve ‘Yok Oluş’u (Annihilation) ikibinli yılların en iyi bilimkurguları arasında görürüm. ‘Adamlar’ın da korku gerilimde son yılların en özgün işlerinden biri olarak anılacağını düşünüyorum.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Garland, yazıp yönettiği son adımında çok etkileyici bir atmosfer kuruyor. Harper’ın yavaş yavaş ruhen boğulma sürecini izlerken müzikle de beslenen görsel yapı, zihnimize çok çarpıcı kadrajlar bırakıyor. Lakin film nedense son bölümünde efektler eşliğinde kendi eliyle kurduğu bütün tuğlaları adeta yıkıyor ve son derece ‘didaktik’ bir hal alıyor. Evet, bu film erkeklerin nasıl ‘yaratıklar’ olduğunu göstermek üzerine kurulu bir korku öyküsü anlatıyor ama Garland’a var olan ‘formlar’ yetmiyor; kolu bıçakla ikiye ayrılan karakterlerle adeta Cronenberg’in sularına dahil olmak istiyor. Doğum sahneleri de hem bir tür reenkarnasyona işaret ediyor (gibime geldi) hem de ‘Adamlar’ı görsel açıdan ilginç kılmaya çalışıyor. Ama bu denli abartılı şekilde sınırlara uzanma isteği bence filmin kendine özgü tadını, nefasetini bozuyor, lezzetli bir yemek gereksiz soslarla mideye zarar verici hale geliyor! Bu arada öyküde çeşitli kültürlerde yer alan ve ‘yeniden doğuş’u simgelediğine inanılan ‘yeşil adam’ figürüne de gönderme var...'

 

 

DİJİTAL ESARET

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Genelde gencecik oyuncular iyi seçilmiş, iyi oynuyorlar. Aralarında bilinip tanınan bir tek Rasim Öztekin var: filmde Zeytin lakaplı bir görmüş-geçirmiş bilgeyi oynayan... Ki bu değerli tiyatro ve sinema sanatçımızı Mart 2021'de yitirmiştik. Filme gelince... Konu ilginç, böyle bir hikâye anlatılmayı bekliyordu. Ayrıca kamera kullanımı da iyi: hareketli, kaygan, zaman zaman üstten çekimlerle de dikkat çekiyor. Ancak ana temaları yeterince işlenememiş ve bu entel hiciv sonuna dek gidememiş gözüküyor. Yine de bir göz atmaya değer...’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Emre Kavuk’un yönettiği, senaryosunu Birol Güven’in yazdığı ‘Dijital Esaret’ de en azından kâğıt üzerinde gençlere ve gençliğe uyarılarda bulunma niyetinde. Ama filmin kahramanları daha çok ‘Survivor’a katılmış yarışmacıları andırıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘sosyal medya çağı’ üzerine eleştiri getirme derdinde görünen bu yapım karikatürize bir çabadan öteye gidemiyor. Derinliksiz ve öykü boyunca dönüşümleri pek de inandırıcı biçimde gerçekleşmeyen karakterleriyle ‘dijital çağ’ın sözde kurbanlarına
son derece didaktik mesajlar vermeye çalışıyor. Üstelik bu tür projelerde iyi-kötü bir politik bakış açısı da olur. Baskıcı yönetimlerin sürekli susturmaya, sesini kısmaya çalıştığı ‘sosyal medya’yı sadece ‘fenomen’ eleştirisiyle ele almak da, evet sorun edilebilir bir dert ama asıl meselenin onlar olmadığı o kadar açık ki... Filmin en önemli yanı tabii ki, bizlere çok erken veda eden Rasim Öztekin’i bir kez daha hatırlama, anma ve izleme fırsatı sunması...’

 

 

TOP GUN: MAVERICK

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… İlk filmi yöneten Tony Scott (Ridley Scott'un kardeşiydi) artık yaşamadığı için jeneriklerde anılıyor. Ayrıca açılışta bizzat Tom Cruise da seyircilere seslenip filmini takdim ediyor. Tony Scott'un yerini almış Joseph Kosinsky, Tron: Legacy; Oblivion, Only the Brave veya Line of Fire gibi filmlerle tanınmıştı. Burada işini çok iyi başardığı ve görsellikle duygusallığı iyi kaynaştırdığı için alkışlanmalı. Oyunculara gelince... Tom Cruise dediğim gibi yine formda. Maşallah diyelim!.. Yeniden ortaya çıkan eski sevgili Penny'de Jennifer Connelly ne kadar güzel... Çok sevdiğim bu oyuncu da ne iyi yaşlanmış... Helal olsun, o zamana direnen oyunculara ve herkese... Rooster'da şu günlerde Dijitürk'de The Offer adlı dizide izlediğimiz Miles Teller, ya da İceman rolünde ilk filmden kalma, şimdilerde ise gerçek bir boğaz kanseriyle boğuşan Val Kilmer'i bulmak ne iç burucu... Ya da yine eskilerden Jon Hamm'ı veya iyi seçilmiş gençleri... Sonuç olarak özellikle erkeklere göre tam bir erkek filmi, ama kadın seyirci de gelebilir; o kadar yakışıklıyı bir arada görmek ya da kıyıda yarı çıplak beyzbol oynamalarını dikizlemek için. Benden söylemesi!..’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… 2022 model ‘Top Gun’ seyircisine nefes aldırmamaya kararlı bir yapıda ilerliyor. Sürekli bir aksiyon hali ve arada kimi görüntüler vasıtasıyla 1986 tarihli orijinal yapıtla nostaljik bir bağlantı kurma çabası... Lakin amaç hemen her sahnede adrenaline yüklenme olunca öykü orijinal olma hakkını yitiriyor gibi. Çünkü bu kadar hareketi ancak klişeler, bildik dönemeçler, karakter çatışmaları ve eski formüller ayakta tutabilir. Kosinski imzalı yapım da ‘Zaten özgün olmak gibi bir derdim yok; seyirciyi gökyüzünde alabildiğince gezdireyim, heyecanlandırayım, beraber hız limitlerini aşalım’ demiş. İlk adımda ‘düşman’ın adresi belliydi; Sovyetler. Bu kez yok edilecek tesisi inşa edenlerin net bir tanımı yok, belirsiz bir düşman yaratılmış. Dramatik yapıdaysa Maverick’in yöntemlerine karşı ama ona saygı duyan komutanları görüyoruz; Chester ‘Hammer’ Cain ve Beau ‘Cyclone’ Simpson gibi. ‘Rooster’ın hem babasının arkadaşı Maverick’le hem de kendi kuşağından ‘Hangman’la didişmesi de hikâyenin aradığı rekabet unsurunu oluşturuyor…’

 

 

DOMUZ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bu belki öncelikle bir gastronomi filmidir. Üç bölümde anlatılır: her biri seçkin yemek adını taşıyan... Ama o bilinen yemekli filmler genelde hoş komediler olurken, burada iç acıtan bir dram karşınıza gelir. Öte yandan, bu bir hayvan sevgisi hikâyesidir. Çok farklı bir türde olsa da... Ayrıca tam bir aile dramıdır: yaşanamamış bir aile hayatının acısını buram buram duyururken, imkansız bir baba-oğul ilişkisinin matemini de sunan... Bu aykırı ve özgün film, bir kez daha usta oyuncu Nicolas Cage'in omuzlarında yükselir. Oyuncu yüzü kadar bedenini de, bakışları kadar o çok özel sesini de alabildiğine güçlü birer araca dönüştürür ve bize tam bir duygu yelpazesi sunar. Ben Amir'de Alex Wolff'u da çok beğendim. 1997 doğumlu bu oyuncu, müzisyen, şarkıcı, besteci ve yapımcı gerçek bir yetenek. Tüm diğer oyuncuların da rollerine çok şey kattığını eklemeliyim.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Domuz’da, Nicolas Cage’in kariyeri boyunca gösterdiği en sade ve doğal performanslardan birine tanık oluyoruz. Uç noktalarda gezinen, abartılı beden dillerine sahip karakterleri canlandırması ve dışavurumcu tarzıyla bilinen Cage, bu kez ‘iç aksiyon’u yansıtma ustalığıyla geliyor karşımıza. Gerçekten etkili bir oyunculuk sergiliyor. Alex Wolff başta olmak üzere diğer oyuncular da gayet iyi. Görüntü yönetmeni Patrick Scola’nın karanlık, kasvetli imajları ve Tyler B. Robinson’un prodüksiyon tasarımının filmin anlam dünyasının önemli parçaları arasında olduğunu söylemem gerek. Son olarak, merak edenlere Rob’un finalde kasetten dinlediği ‘I’m on Fire’ şarkısının orijinalinin Bruce Springsteen’e ait olduğunu söyleyelim. Karanlık bir film ‘Domuz’. Finali de hüzünlü ama bir o kadar da hayat dolu ve pozitif bittiğini düşünüyorum. ‘Domuz’ son haftalarda sinema salonlarında seyrettiğim en iyi film.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...  Michael Sarnoski’nin filmi genel çizgileriyle ‘bağımsız sinema’nın sularında geziniyor ama öyküsünün ‘kıssadan hisse’si anaakım sinemanın dertleri
ve bakışıyla yüklü gibi. Yemek üzerinden sanat, oradan hayata dair ‘derin’ dersler, sistemi reddeden bir karakter ama aslında reddediş öncesi o yakanın da ‘yıldızı’ olma hali... Yani ışıltılı bir düzen var ve bir domuz arama mücadelesi etrafında o parlak sahnede tutunamayan bir adamın öyküsünü de izliyoruz. Bu arada Amir karakteri üzerinde de bir ‘baba-oğul’ denklemine dahil oluyoruz. Bir de lüks lokantalar, şefler, dengeler, çarkın işleyişine dair gözlemler var öykünün uğradığı limanlar arasında. ‘Domuz’un altı çizilecek en önemli yanıysa Nicolas Cage’in ‘Rob’ rolünde son dönemdeki en iyi performansını ortaya koyması. Kendisi hatırlanacağı gibi 1995 yapımı ‘Elveda Las Vegas’ta (Leaving Las Vegas) canlandırdığı alkol bağımlısı bir kaybeden karakteriyle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar almıştı. Deneyimli aktör benzer bir oyunculuk gösterisini bu filmde sergiliyor ve karakterinin ruhunda hissettiği acıları başarıyla yansıtıyor...'

 

 

VORTEX

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Evet, bu izlemesi çok kolay olmayan, 140 dakikalık uzunluğunun da bu işi kolaylaştırmadığı film, yine de şaşırtıcı olarak insanı beyazperdeye bağlar. İçeriğin uygun bir biçimcilikle birleşmesinin sanki bir mucizesi olarak... Dario Argento yazar (olmaya çalışan) babada zaman zaman vatandaşı, yazar-yönetmen-oyuncu Vittorio de Sica'yı hatırlatır ve rolüne cuk oturur. Tipik aksanıysa bir yerde İtalyan olduğunun söylenmesiyle açıklanır. Annede Françoise Lebrun, oğulda Alex Lutz gayet inandırıcıdırlar. Ve film, tüm Gaspar Noe filmleri gibi, seyirciden belli bir sabır talep eder. Ama bunun karşılığını da verir. Ayrıca ana teması açısından bana hatırlattığı başlıca filmi de anmalıyım: Alman yönetmeni Michael Haneke'nin Amour - Aşk filmi... 2012 tarihli filmde Fransız sinemasının iki büyük oyuncusu 80'li yaşlardaki bir çifti canlandırmışlardı: Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva'nın unutulmaz oyunculuklarıyla...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Önceki filmlerinde olduğu gibi Noé’nin anlatımına, kurduğu dünyaya itirazım yok. Kadrajı ikiye bölmesi, birini kendisinin kullandığı iki kamerayla bazen hareketli çekimler yapması ve uzun planlar kullanması, film boyunca teknik olarak mükemmel işliyor. Tekniğin ötesinde filmin anlamını da zenginleştiriyor. ‘İkiye bölünmüş kadraj’ konusunda bundan sonra adı hep anılacak, tarihe geçecek bir film ‘Vortex’… Noé, çiftin yaşadığı evi nerdeyse bir karakter gibi ele alıyor. Her yanı kitaplar, eşyalarla dolu ev, geçmişi ve hatıraları temsil ediyor. Aynı zamanda, yaşlılığı, çiftin zihnindeki karmaşa ve kaosu yansıtan bir mekân. Noé’nin açılış ve kapanışta birbirine bakan o iki pencereyi kullanması ve kadrajı ikiye bölmesi arasında kuşkusuz bir bağ var. Özetle ev, çok yönlü bir metafor. Sonuçta, ‘Vortex’ beğendiğim birçok yanına rağmen tam anlamıyla sevdiğim bir film olmadı. Lakin eleştirmenler arasında sevenlerinin sayısının hiç az olmadığını belirtmek isterim. Karanlık, bunalımlı, ağır tempolu uzun filmlerle bir sorununuz yoksa görüp kendiniz karar verin.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Başta ‘Dönüş Yok’ olmak üzere provokatif filmleriyle tanıdığımız, benim de bu yanıyla kendime pek yakın hissetmediğim Gaspar Noé, yakın çevresinden kimi yaşlı dostlarını kaybettiği, kendisinin de beyin kanaması geçirdiği (2019) bir dönemin ardından çektiği ‘Vortex’te sanki yaşadığı dönüşümün, hayata ve ölüme ilişkin yeni bakış açısının izlerini perdeye taşımış. Hoş, son İstanbul Film Festivali dolayısıyla aramızda geçirdiği zaman diliminde çektirdiği ‘selfie’lerde ya da katıldığı partideki görüntüsü ‘Lale Devri’ insanı gibiydi ama bu olağanüstü etkileyici film, bence -umarım yanılmam ama- artık karşımızda farklı bir Noé olduğunun ilanı... Anthony Hopkins’li ‘Baba’yla sıkı bağlar kuran, uzaktan da Tarkovsky’nin ‘Kurban’ına selam yollayan ‘Vortex’ tüm gerçekçiliğiyle gönlümüzde nispeten ‘romantik’ hatıralar bırakan Haneke’nin ‘Aşk’ının yanında çok daha karanlık ve kalp kırıcı duruyor. Sonuç itibariyle Françoise Hardy’nin ‘Mon Amie La Rose’ adlı muhteşem şarkısını da görüntüleri arasına katan bu çok özel çalışmayı (bence Gaspar Noé’nin en iyi filmi) kesinlikle kaçırmayın derim...'

 

 

TEPKİ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ...' Stephen King adı elbette korku ve kaygının egemen olduğu romanlar ve onlardan uyarlanmış filmleri izlemiş herkesin yüreğini hoplatır. Korku edebiyatının bu benzersiz ustası onca romanında/filminde hepimizi az ürkütmemiştir. Şimdiyse onun eski bir romanını yenileyen bir yaklaşım ve ondan yapılan yeni bir filmle karşı karşıyayız: 1984'te çekilmiş ilk Firestarter filminden sonra... 2020'de çekilen Firestarter filmininse ne King'in romanıyla, ne de korkuyla ilişkisi vardı. King'in yeni bir sos ekleyip piyasaya sunduğu konu aslında ilginç... Bir dönemin yakışıklısı, uzun zamandır görmediğimiz Zac Efron baba Andy'de sempatik bir kişilik çiziyor. Annede Sydney Lemmon, Rainbird'de Michael Greyeyes, görmüş geçirmiş doktor Joseph'de Kurtwood Smith de gayet iyiler. Ama asıl dikkati küçük Charlie'de Ryan Kiera Armstrong topluyor. Ve bize olasılıkla geleceğin bir ismini haberliyor. Bu arada müziği yapanlar arasında John Carpenter adına dikkat!.. O bir dönemin ünlü korku filmleri yaratıcısı değil miydi? Demek şimdi müzisyen yanıyla yetiniyor. Bu tür filmleri sevenlere göre bir yapım, sonuç olarak...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Doğrusu ‘Carrie’ ve ‘Hayvan Mezarlığı’ gibi ikinci kez elden geçirilmiş yapımların yanında bu hamle bir tık daha iyi gözüküyor. Öte yandan 1984 tarihli uyarlamanın ilk göz ağrımız olması, hafif demode anlatımı ve tabii ki başrolünde ‘E.T.’den sonraki ilk çalışmasıyla seyirci karşısına çıkan Drew Barrymore’un yer alması, Mark L. Lester imzalı yapımı hâlâ sevmemizi sağlıyor. Küçük bir not: Barrymore ‘Tepki’de oynadığında 9 yaşındaydı, yeni versiyonun Charlie’si Ryan Kiera Armstrong ise çekimlerde 11 yaşındaydı. İlk filmdeki baba Andrew McGee’de izlediğimiz David Keith’in de Zac Efron’a göre daha inandırıcı olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta Keith Thomas imzalı yeni adım (özellikle ilkini seyretmeyenler için) ilgiye değer bir film ama keşke öyküde fazlasıyla gereksiz duran ‘kedi yakma’ sahnesi olmasaydı. Bu arada filmin müziklerinde John Carpenter imzası var…'

 

 

DOKTOR STRANGE: ÇOKLU EVREN ÇILGINLIĞINDA    

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ... Bol özel efekt, sık sık dur-durak bilmeyen bir aksiyon...Yer yer ise gerçek dehşet anları, hatta duygusallık zirveleri. Hele o kimileri dev bir ahtapota veya masallardaki canavarlara benzeyen mahluklara karşı o mücadele....Ve saldırılardan sonra Ukrayna’ya benzer manzaralar arzeden o büyük kentler. Kimilerinin bayılacağı, kimilerininse tam bir çorba olarak göreceği sanki devasa bir bilgisayar oyunu... Ama filmde birçok ilginç sahne de yok değildir. Örneğin hayat kurtaran bir kol saati....Gökyüzüne doğru uzanan dev bir merdiven...Ya da Stephen’in kankası Wong’un tombişliği dışında tıpkı Ukrayna başkanı Zelinski’yi andırması!... Oyunculuksa genelde çok iyi. Benedict Cumberbatch, bu çetrefil rolün altından iyi kalkıyor. Wanda’da Elizabeth Olsen, Christine’de Rachel McAdams, America’da Xochiti Gomez, kadınları çok iyi halletmişler. Bu arada bir dönemde efsanevi Star Trek dizisiyle tanınan, bugün 82 yaşındaki Patrick Stewart dokunaklı bir karakter çiziyor. Emektar Danny Elfman’ın müziğine de övgüyle değinelim.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Kıssadan hisselere ve metaforik okumalara gelince: Öyküde güçlerini nasıl kontrol edeceğini ve kullanacağını bilmeyen bir genç kız var ve adı da America. Acaba dedim bu karakter dünya politikasında güçlerini çoğu kez yanlış kullanan bir ülkeye (!) gönderme mi? Karşısındaysa enerjisini gücün karanlık tarafında kullanmaya karar veren bir kadın var; o da ‘dış güçler’ olmasın! Keza yine öyküde büyü âlemindeki dengeleri değiştiren kitap var, ismi ‘Kara Kitap’ (basın gösteriminde ‘Kara Kitap’lı ilk sahnede yanımda oturan meslektaşım Olkan Özyurt’a “İşe Orhan Pamuk’u da karıştırmışlar” dedim). Film, ‘bu tür kitapları fazla kurcalamayın’ türünden tavsiyede bulunuyor! Ve en önemli vurgu da Scarlet Witch’in “Evlatlarım da evlatlarım” diyerek bütün evrenleri tarumar etme hamlelerineydi. Üstelik bunu “Ben canavar değilim, anneyim” cümlesini kurarak yapıyordu. Sonuç olarak bu ikinci adım, Marvel Sinematik Evreni’nin en iyi filmlerinden biri değil (Zaten kaç tane var ki!) yine de yönetmen Sam Raimi’nin alaycı üslubuyla zevkle izlenen bir yapım.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Maşallah mücadele de öyle çılgın bir seyirlik önümüze koyuyor ki, sürekli paralel evrenler arasında dolaşan kahramanlarımızı da olay örgüsünü takip etmek de kolay olmuyor. Ama neyse ki filmin, diğer Marvel uyarlamaları gibi kendini çok da ciddiye alan bir tarafı yok. Büyük büyük laflar etmeden yoluna devam ediyor. Büyüler, kapılar, arada esprili atışmalar ve bol aksiyon eşliğinde film akıp gidiyor. Lakin onca hay huy arasında farklı evrenlerin iki Doktor Strange'in notaları silah olarak kullandığı müzikli aksiyon sahnesinin akıllarda kalıcı olacağını tahmin etmek zor değil.
İkinci filmde Scott Derrickson'dan yönetmen koltuğunu devralan Örümcek Adam serisiyle tanınan Sam Raimi, ilk filmde Derrickson'un oluşturduğu atmosferi çok bozmadan özellikle aksiyon sahnelerinde farkını ortaya koymaya çalışmış denilebilir. Ki bahsettiğim sahne de bunun göstergesi zaten. Son tahlilde biz insanlık olarak bir evrenle baş edemezken Doktor Stranger gibi bir kahraman çoklu evrende iyilik için kötülüğe karşı cirit atıyor, mücadele ediyor. Zor iş tabii. Çılgınca bir mesai... Kolaylıklar dileriz...'

 

ŞENAY AYDEMİR (medyapot.net): '... Marvel filmlerinde şiddet, tıpkı çizgi romanlarda olduğu gibi ‘karikatür’ düzeyindedir. Görürüz ama dehşete kapılmayız. Plastik bir şiddet döngüsü yaşanır. Eğer filmin kahramanlarından birisi değilse ve dramatik bir an yaşatılmak istenmiyorsa ölüm anları net gösterilmez. Oysa Sam Raimi, insanların yanışından, bedenlerinin bir bölümünü kaybedişlerine kadar kontrollü bir şiddet göstermeyi tercih ediyor. Benzer şekilde Süper Kahraman’ların üzerine asla kan sıçramaz. Ama bu filmde hem Strange’in hem de Wanda’nın eli kana bulanıyor açıkçası. Bu tercihler, Christopher Nolan’ın 2010 tarihli “Başlangıç” (Inception) filmine nazire yaparcasına katman katman açılan evrenler arasındaki fantastik boyuta karşı gerçekçi bir zemin oluşturuyor ve denge sağlıyor kanımca. Hal böyle olunca serinin en orijinal işlerinden birisi çıkıyor ortaya. Serinin önceki işlerinde standartlaşmış endüstriyel görsel tercihlerin dışında, ana akım bir filme bir yönetmenin vurabileceği kadar damgasını vurmuş Sam Raimi. Sevenlerini fazlasıyla mutlu edecektir diye düşünüyorum.'

 

 

YETENEKLİ BAY CAGE

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Sadece ikinci filmini çeken genç yazar- yönetmen Tom Garmican, bizlere çok özel bir film sunuyor. Hem bir aksiyon, hem bir komedi, ama öte yandan gerçek bir büyük yıldızın bir tür fanteziye oturtulmuş biyografisi... Bir özelliği, Nicholas'ın birçok sahnede kendi kendisiyle, daha doğrusu gençliğiyle diyaloga girmesi. Bu hiçbir yerde pek açıklanmamış; hatta birkaç kaynak o kişinin Cage'in gençlik filmlerinden alınıp kullanıldığını savunuyor. Ama bana kalırsa, bu kendisine hayli benzer Nick Wittman adlı bir oyuncu sayesinde mümkün olmuş gibi duruyor... Filmde ondan hemen sonra gelen baş oyuncu kuşkusuz  Pedro Pascal. Javi'ye hayat veren oyuncu, Şili doğumlu tanınmış bir Latin aktör. Vivian'da Tiffany Haddish, Olivia'da benim Duygu Asena'ya çok benzettiğim Sharon Horgan, Nicholas Cage'in ajanında Neil Patrick Harris, Addy'de Lily Mo Sheen de gayet  iyiler. Majorca'nın göz okşayan bir dekor olarak kullanılması ve tüm Latin aktörlerin, belki özellikle altı çizilmiş tipik bir aksanla İngilizce konuşmaları da filmin lehine ögeler olmuş. Emektar Mark Isham'ın müziğini de analım.'

 

 

OLGA

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Grappe, senaryosunu Raphaelle Desplechin’le kaleme aldığı filminde, öykünün geçtiği 2013-2014 yıllarını perdeye taşırken yer yer dokümanter bir çabaya soyunuyor. Filmine, ‘Yevromaydan’ (‘Avromeydan’) adı verilen protesto hareketinden gerçek görüntüler yerleştiriyor. Hatırlanacağı gibi o zamanki Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’e karşı verilen mücadele kanlı sonuçlar doğurmuştu. 18’i polis, 130’a yakın insan hayatını
kaybetmişti. Öte yandan ‘Olga’, bugün bakıldığında daha farklı duygularla seyredilen bir yapım. Yaklaşık sekiz yıl önce yaşanan ve durulduğu izlenimiyle filmde anlatılan olaylar, izleyicide “Aslında bugün yaşananların güçlü bir işaret fişeği o zamanlarda atılmış” hissiyatı doğuruyor. Zaten kaderin garip bir cilvesi, filmde Olga’yı canlandıran Anastasia Budiashkina aslında eski bir Ukrayna Milli Takımı sporcusu. Gerçek bir jimnastikçi...'

 

 

KUZEYLİ 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr: '...  Daha önce 2015'lerde yaptığı The Witch-Büyücü ve The Ligthouse-Deniz Feneri filmleriyle küçük çapta bir efsane yaradan Robert Eggers, kuşkusuz en iddialı filmini imzalar: her şeyiyle abartılı, ama bu abartının kendi içinde bir dengeye ulaştığı özgün bir filmle... Ya çok seveceğiniz ya da nefret edeceğiniz... Seçim sizin... Aurvandil'de benim nedense tanıyamadığım Ethan Hawke, Amleth'te çocukluğunu oynayan Oscar Novak ve özellikle büyümüş halindeki Alexander Skarsgard, kötülerin kötüsü Fjolnir'de Claes Bang, Heimir'de yine pek tanınmayan Willem Dafoe rollerine cuk oturmuşlardır. Kadınlarda Nicole Kidman son derece çelişkilerle yüklenmiş aykırı bir eş ve anne olarak üstlerde dolaşır. Anya Taylor-Joy'un Olga'sıysa eşsiz bir kuzey kadını portresi çizer...' 

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Finali bir yana bırakırsam, Eggers’in yönetmenliği ile ilgili söyleyeceğim birçok olumlu şey var. ‘The Witch’ (2015) ve ‘The Lighthouse’ (2019) gibi düşük bütçeli iddialı ‘art house’ filmleriyle tanıdığımız Eggers her detayıyla yaşayan sahici, etkili ve özgün bir dünya kuruyor; filmi benzersiz, etkili bir deneyim haline getiriyor. Özellikle Slav köyüne saldırı kolay kolay akıldan çıkmayacak bir sahne. Finale doğru, İzlanda’daki Hekla yanardağının kıyısında, İskandinav mitolojisinde öte dünya olarak bilinen Hel’in kapılarında gerçekleşen düello da akılda kalıcı. Biçimsel olarak kayda değer bir yönetmenlik başarısı duruyor karşımızda ama filmin konsepti ve senaryo için aynısını söylemem imkânsız. Sonuçta, aklıma yatmayan yanlarına rağmen baştan sona ilgiyle seyrettiğimi söyleyebilirim. Ama şiddet ve testosteron gösterisiyle aranız iyi değilse bence uzak durun. Bunlarla bir sorununuz yoksa ve İskandinav mitolojisini konu alan özgün bir film görmek istiyorsanız kaçırmamanız gerekiyor. Ayrıca Alexander Skarsgård, Nicole Kidman, Claes Bang ve Anya Taylor-Joy olmak üzere oyuncular da iyi iş çıkarıyorlar...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Shakespeare'in Hamlet eserinin izinden gidiyor aslında Kuzeyli filmi. İlk elden Hamlet'in tarihi, epik bir macera filmine uyarlaması olarak düşünülebilir. Ama yaşadığımız dünya, savaş ve çocuklar söz konusu olunca farklı okumalar yapmak gerektiğini dayatıyor bize. Sinematografisiyle, oyuncu performanslarıyla, mitolojik anlatımıyla bir albenisi olsa da Kuzeyli nihayetinde bir çocuğun intikam hırsıyla canavarlaşmasının öyküsü...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Robert Eggers’ın son adımı ‘Kuzeyli’nin (The Northman) öyküsü kolayca anlaşılacağı gibi ‘Hamlet’ten yola çıkarak yazılmış. Amerikalı yönetmen, Shakespeare’in yapıtını Viking topraklarına ve dönemine taşımış, Danimarkalı prensi de bir tür erken çağların ‘Terminatör’üne dönüştürmüş. Senaryosunu Eggers’la birlikte İzlandalı yazar Sjón’un ortaklaşa kaleme aldıkları yapım, prodüksiyon kalitesi ve görüntü yönetmeni Jarin Blaschke’nin koyu renklere boğulmuş, İskandinav doğasını tüm hırçınlığı ve farklılığıyla yansıtan kadrajlarıyla dikkat çekiyor. Ama bu görsel yapının sunduğu etkileyici hava, öykü düzleminde aynı standardı tutturamıyor. Evet, ortada bir ‘Hamlet’ (‘Aslan Kral’ mı yoksa!) referansı var ve senaryo, sözde bu referansı Viking mitleriyle donatırken kanlı sahnelerle hazmı zor bir film inşa etmiş. Fakat ortaya bir parça ‘Gladyatör’ esintileri ama daha çok ‘Barbar Conan’ profili çıkmış...'

 

 

KERR

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Pirselimoğlu Yol Kenarı'ndaki gibi bir kasaba üzerinden alegorik bir dünya kuruyor aslında. Oysa bu kasaba içinde yaşadığımız dünya. Kavramların, olguların tanımlanmış anlamlarının havada uçuştuğu, farklılaştığı, normal ve anormalin birbirine karıştığı, gerçeklikle bağımızın koptuğu ama büyük bir ciddiyetle her şeyin eskisi gibi göründüğü bir dünya, Kerr'deki kasabada vücut buluyor. Pirselimoğlu, kendi romanından yazdığı senaryoyu, son dönemde çalıştığı görüntü yönetmeni Andreas Sinanos'un harika kadrajları ve sanat yönetmeni Natali Yeres'in antolojilere geçecek ustalıklı çalışmasıyla müthiş uyumlu hale getirerek kuruyor bu dünyayı.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Tayfun Pirselimoğlu, kendi yazdığı ‘KERR’ romanını sinemaya taşırken tıpkı bir önceki filmi ‘Yol Kenarı’nda olduğu gibi metaforlar ve göndermeler eşliğinde seyircisini yine distopik bir girdabın içine çekiyor. Siyah-beyaz çekilen ve ‘Deccal’ beklentisi etrafında ‘kıyamet alametleri’ sunan ‘Yol Kenarı’na karşın bu kez çizilen kasaba profili memleket reflekslerini andırıyor. Cinayet, görmezden gelme halleri (Can’la birlikte gören kör bir balıkçı da yok ortada!), duyarsızlık, saldırgan köpekler üzerinden yaratılan korku (dış güçler!), herkesin her şeyden haberinin olduğu ama yokmuş gibi davrandığı kasaba vs... Andreas Sinanos’un titiz ve etkileyici görüntü yönetmenliği, Pirselimoğlu’nun büyük (ve boş) mekânları kullanmadaki mahareti derken ‘KERR’, durgun akan ve devridaim yapan büyük bir su kütlesini çağrıştırıyor. Ana karakter Can’ın karşısına çıkan kuyular ve büyük delikler de, kaotik ortamın parçaları olarak dikkat çekiyor...'

 

 

FANTASTİK CANAVARLAR: DUMBLEDORE'UN SIRLARI  

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmin kendine özgü bir atmosferi ve havası var. Belli belirsiz bir 'gay' yaklaşımı da... Jude Law, Eddie Redmayne, Mads Mikkelsen gibi her biri farklı, ama hepsi çok özgün oyuncuları yeniden bulmak da cabası. Ayrıca bir avuç yeni isim -hangi birini saymalı- filme önemli katkılarda bulunuyorlar. İmdb sitesindeki seyirci yaklaşımlarının çok parlak olmadığını belirteyim. Ama eleştirmenler daha hoşgörülü bakmışlar. Ki ben de öyle bakıyorum.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Filmi her koşulda aksiyon ve özel efektler kadar karakterler ve onları canlandıran oyuncuların ayakta tuttuğu kesin. 1930’ların dünyasını karşımıza getiren Stuart Craig imzalı özenli prodüksiyon tasarımı, filmin seyir keyfine önemli katkıda bulunan özel efektler ve George Richmond’un görüntü yönetimini unutmamak gerek. Tüm teknik ekibi orkestra şefi gibi yöneten David Yates’in de adını analım. Rowling’in yapımcı ve yazar olarak fazlasıyla işin içinde olduğunu biliyoruz ama son tahlilde Büyücüler Dünyası’na görsel bir kişilik verip onu hayata geçiren kişi yönetmen David Yates’den başkası değil. Son olarak, kendi adıma Mads Mikkelsen’in Johnny Depp’i aratmadığını söyleyebilirim. Üstelik aralarında ciddi bir yaklaşım farkı var. Sonuçta, çok farklı oyuncular. Mikkelsen daha ciddi ve duygusal bir yorum getiriyor. Malum, Depp eski eşi Amber Heard’e şiddet uyguladığını yazan İngiliz tabloid gazetelerine karşı iftira davası açmış ama hukuki süreç umduğu gibi gitmemişti. Bu yüzden, çekimlerine başladığı halde yoğun tepkiler nedeniyle seriden apar topar ayrılmak zorunda kalmıştı.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Harry Potter’ın Hogwarts dönemi öncesindeki büyücülük dünyasında gezinen bu serinin hedef kitlesinin yetişkinler olduğu aşikâr. ‘Fantastik Canavarlar’ serisi sanırım büyüyerek ‘Harry Potter’la yollarını ayırmak zorunda kalan eski hayranların şimdiki zamandaki ‘sihirli ama yer yer gerçekçi dünya’ ihtiyacına seslenmek isteğinde. Filmde beğendiğim bölümler Newt ve kardeşinin karanlık mağaradan kurtulma esnasında ‘yengecimsi’ yaratıkları dans figürleriyle atlattığı, ‘Indiana Jones’a selam gönderen sekansla Berlin’deki ‘Matrix’vari aksiyon sahneleri oldu. Ceylanı andıran ve Çin mitolojisinden alınan
Qilin de muhteşem bir yaratıktı. Eddie Redmayne, Jude Law, Jacob Kowalski, Callum Turner, Alison Sudol, Ezra Miller, Victoria Yeates gibi isimler kadrodaki yerlerini korurken Johnny Depp’in yerine oyuna dahil olan Mads Mikkelsen öykünün parlayan yıldızı olarak dikkati çekiyor. Filmdeki en iyi performans Danimarkalı aktörden gelmiş.
Sonuç olarak izlenmesi zevkli, göndermeleri yerinde bir yapım olan filmi gönül rahatlığıyla tavsiye ederim...'

 

 

FLAŞBELLEK

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Her dönemde her türden savaşın nasıl bir devasa ölüm mekanizması, bir insafsızlık sergilemesi ve bir toplu kıyım olduğunu en iyi gösteren filmlerden biri bu... Yumuşak, ama etkili bir sinemayla anlatılmış. Yıkık-dökük Şam dekorunun, o ıssız ve kısır doğanın görüntü yönetmeni Andreas Sinanos tarafından iç burkucu biçimde kavrandığı; Marios Takoushis imzalı müziğin de ruhumuza işlediği bir yapım. Bu uluslararası proje anlaşılan iyi bir bütçeyle kotarılmış ve genelde star oyunculara giden para, başka ve daha önemli şeylere ayrılmış. Ahmet Rıfkı'da Saleh Bakri, bütün filmi hiç konuşmadan, sadece bakışlarıyla ve oyunuyla aşıyor. Öylesine anlamlı, öylesine kederli bir yüzü var ki... Sanki her şeyi gözleri ve bedeniyle anlatmayı deniyor. Ve başarıyor. Eşi Leyla'da Sara El Debuch, ayni biçimde başarılı. O koşullar altında kadın olmanın, bir eş ve de -çok özel bir durumda- bir anne olmayı denemenin ağır bedelini bizlere çok iyi hissettiriyor. Tüm bu Arap (Suriyeli? Iraklı?...Tam bilmiyoruz) oyuncular işlerini kusursuz biçimde yapıyorlar. Sanırım, hele günümüzde Ukrayna savaşıyla değeri daha da artmış bir film bu...'

 

 

KİRPİ SONIC 2

BURAK GÖRAL (cocuklasinema.com): '... Filmin hemen başlarında Maddie’nin ablasının Hawaii’de büyük bir karmaşaya dönüşen düğünü de komedi malzemesine dönüştürülmüş. Bu sahnelerde bazı diyaloglarda küçük yetişkin imalar ve birkaç küçük öpüşme sahnesi var. Filmde birçok başka filme göndermeler, espriler de bulunuyor. Çocuklar bunların çoğunu anlayamayacaklardır, daha çok yanlarında gelen ebeveynler için yapılmışlar. Bir oyun uyarlaması olmasından kaynaklı olarak da çizgi film şiddeti yoğun olarak mevcut. Vurma, düşme, ezilme, patlama her türlü zarar görücü aktiviteden sağ çıkıyorlar karakterler...'

 

 

HER ŞEY HER YERDE AYNI ANDA

MEHMET AÇAR (haberturk.com): ... Filmin anlatımı ile hikâyenin yapısı arasında sıkı bir bağ var. Dolayısıyla, anlatım da en az hikâye kadar çılgın ve delimsirek… Özel efektler ve hızlandırılmış çekimler, görselliğin ayrılmaz parçaları. Geniş açılardan tele objektiflere kadar her tür lensin ve farklı çekim ölçeklerinin kullanıldığı eklektik, biçimci ve bir o kadar da özenli bir yönetmenlik göze çarpıyor. Yönetmenler, tempoyu üst seviyelere çıkaran, paralel evrenler arasındaki geçişlerin ritmini yakalayan bir hızlı kurgu sineması uyguluyorlar. Ama video klipler, reklamlar veya aksiyon filmlerinden alışık olduğumuz bir montaj anlayışı değil bu… Video klip ve reklamda montaj, müzikle birlikte sizi ritmin içine almayı hedefler. Aksiyon montajında da aynı mantık vardır; hareketin parçası haline gelirsiniz. Burada ise 1960’larda Fransız Yeni Dalga akımının etkisiyle ana akım Amerikalı ve İngiliz yönetmenlerin, özellikle de Nicolas Roeg’un kullandığı, zihni aktif tutan ve hikâyeye derinlik getiren bir montaj var. Yani, montajın getirdiği ritmin keyfini çıkarmaktan ziyade pür dikkat olup bitenleri anlamaya çalışıyorsunuz...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bu arada ben ‘kuklacı rakun’ bölümünü ve sosisli parmaklara sahip olan insan profillerini uçuk kaçık ve de gayet eğlenceli buldum. Michelle Yeoh, kendi kariyerinden de (‘Kaplan ve Ejderha’ Crouching Tiger, Hidden Dragon) kimi izler sunduğu Evelyn karakterinde adeta döktürüyor. Kocası Waymond’da karşımıza gelen Ke Huy Quan’la (hatırlarsanız, kendisi ‘Indiana Jones- Kutsal Tapınak filmindeki küçük çocuktu) uygun bir kimya tutturduklarını söyleyebiliriz. ‘Aşk Zamanı’na (In the Mood for Love) göndermede bulunan sahnede özellikle çok iyiydiler. Denetçi Deirdre’de de Jamie Lee Curtis’in ışıltılı bir performans gösterdiğini belirtmeliyim...'

 

 

KOMPLO

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Tarık Saleh’in yönettiği, senaryosunu J. P. Davis’in yazdığı ‘Komplo’ (The Contractor) öykü düzleminde ‘Akbabanın Üç Günü’nden ‘Bourne’ serisine uzanan bir çizgide geziniyor. Hizmet ettiği grubun, kendisini piyon olarak kullandığını fark eden ana karakter, tüm bir örgüte karşı “Ben tek, siz hepiniz” diyerek savaş başlatıyor. ‘Komplo’ bildik sularda gezinse de bu türe sıcak bakan seyirci açısından belli düzeyde entrika ve heyecan içeriyor. Chris Pine, sistem dışına düşmüş eski askerde bence etkileyici bir portre çiziyor. Küçük rollerde Kiefer Sutherland, Nina Hoss ve Amira Casar gibi tanıdık yüzlere rastlıyoruz. Son yılların en iyi filmlerinden ‘Leave No Trace’ten hatırladığımız Ben Foster’ın da kadroda olduğunu  belirteyim. Özellikle az-biraz politik soslu aksiyonlardan hoşlananlar için uygun diyelim...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Mısır kökenli İsveçli Tarık Saleh'in yönettiği Komplo/The Contractor, bir aksiyon/gerilim filmi gibi görünse de aslında altını çizmeden ABD ordusunun arka bahçesindeki işleyişi anlatıyor bir askerin hikayesi üzerinden. Askerin babasıyla ilişkisini, ailesini, kiliseyi, arkadaş çevresini de işin içine dahil ederek bir sistematiği gösteriyor film bize. Dünyanın çeşitli yerlerine demokrasi götürdüğünü düşünen askerler, yasal kullanım süreleri dolunca yasal olmayan işlerde çalışmaya zorlanıyor. Ki bu mesele yani eski askerlerin yaşadıkları bu sistematik zorlama, kimi filmlerde karşımıza çıksa da son yıllarda mevzuyu bu kadar net anlatan bir yapım izlememiştik. Bu yönüyle Komplo ciddi parantez açıyor bize...Bu parantez bize yabancı değil aslında. Hani Geçmişi Olmayan Adam serisini hatırlayın...'

 

 

OSMAN SEKİZ

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Yönetmen Ezey Akay'ın fantastik hikayelere ve masallara düşkünlüğü bilinir. Filmlerinde yer yer bu tür unsurları kullanmaktan sakınmaz. Lakin bu sefer tamamen fantastik dünyanın içinden bir masal anlatmanın peşinde. Senaryosu Kemal Uçar tarafından yazılan film bundan dolayı Ezel Akay'ın sinemasal tercihlerini bilenler için çok da şaşırtıcı değil. Ki bizim canavarlarımız da korkunç olmak yerine sempatik ve eğlenceli... Yalnız bir insanın kendi halindeki dünyasının unsurları. Ama Osman insanla temas edince işlerin karışması, Osman'ın dünyasını altüst ediyor. Böylece asıl canavar kim sorusu akla geliyor? Tim Seyfi'nin tek başına filmi sırtlayan oyunculuğu, Begüm Birgören'in performansı, fantastik sinemamızda yapılan bir denemenin en önemli ayakları...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Kemal Uçar’ın kaleme aldığı ‘Osman Sekiz’in yönetmeni Ezel Akay. Emlakçı kimliğiyle hayatına giren kadının varlığı sonucu dengesi bozulan, kalbi olduğunu hatırlayan adamın hikâyesini masalımsı bir anlatımla perdeye taşıyan yapım, genel çizgileriyle Tim Burton öykülerini ve görsel açıdan da Jean-Pierre Jeunet/Marc Caro filmlerini hatırlatıyor. Tim Seyfi’nin performansıyla sürüklediği çalışma, yönetmeninin bundan sonraki rotasında bir dönüş noktası ya da yeni bir güzergâhsa şöyle tanımlanabilir belki: Eskiz tadında bir adım…'

 

 

MORBIUS

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Başta Jared Leto olmak üzere oyuncular ellerinden geleni yapıyorlar ama senaryonun kısıtlı dramatik imkânları belli ki alanlarını çok daraltıyor. Michael Keaton hayranları da umutlanmasın çünkü filmde aldığı süre çok kısa... Giderseniz aksiyon, özel efektler ve akıp giden kurgudan yana bir şikâyetiniz olmaz. Özellikle, Sony’nin Örümcek-Adam Evreni’nde olup bitenleri takip etmek adına Venom serisini sevenlere tavsiye edilir. Son jenerik yazıları başladıktan sonra salonu terk etmemenizi öneririm. Jeneriğin ilk yarısında aralıklı olarak iki ayrı sahne bekliyor sizi. Umarım, ikinci film için daha iyi bir hikâyeyle yola çıkarlar; çünkü Morbius karakteri daha iyisini hak ediyor.'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... En nihayetinde hırslı bir bilim insanının, bilimsel etiğini ve doğanın sınırlarını zorlamasının yaratacağı yıkıcı sonuçlara dair bir film olarak da düşünülebilir “Morbius”. Kahramanımızın, “Büyük güç, büyük sorumluluk gerektirir” sözüne sadık kalmaya çalışması da “Örümcek Adam” evreninin biricik mottosuyla uyumlu bir bakıma. Bu bakımdan Marvel evreninin ‘kötüleri’ arasında yer alsa da filmin yaklaşımının pek öyle olduğunu söylemek zor. Tıpkı diğer süper kahraman hikayelerinde olduğu gibi kahramanın motivasyonuna ahlaki bir anlam yüklemek, gücünü kontrol edemediği zamanlarda öldürdüğü insanlara dair “Zaten pek matah kişiler değildi, ölseler de fark etmez” türünden bir yaklaşım sergilemek bizi şaşırtmayan Marvel evreni numaraları sonuçta. Sözü fazla uzatmayalım. “Morbius”, Marvel evrenini sevenler, fantastik evrenlere meyilli olanlar için tatmin edici olacaktır. Ama çok fazla görkem beklememek gerek.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Açıkçası film tam da bu çatışmalı hale gelene kadar iyi gidiyor. İnsanın zorunluluktan da olsa kendi doğasına hükmetme çabası, onun yıkımlarıyla karşılaşması, bu yıkımlar karşısında verilen farklı tepkiler derken bu noktada film derinleşmek yerine bildik süper kahraman filmlerine dönüşmeyi tercih ediyor. Aksiyona meylediyor. Bu tercih Morbius'a öyle bir irtifa kaybettiriyor ki, hikayenin doğru düzgün finalize edilememesine neden oluyor.
Hoş bu çatışmalı durumda Dr. Morbius'un drakula, Milo'nun ise zombi personasını temsil eder şekilde mücadelesi, sinemanın fantastik karakterleri arasındaki kadim çekişmede yeni bir round olarak karşımıza çıkmıyor değil. Görsel olarak da aslında başarılı diyebileceğimiz denemeler yapıyor yönetmeniz. Ama bu hikayede, filmde neye hizmet ediyor derseniz, bir cevap vermek zor!
Ezcümle Morbius iyi başlayan ama bunun devamını getiremeyen, Örümcek Adam evrenini genişletmek uğruna da heba edilen bir film. Ama hiç olmazsa şunu hatırlatıyor film bize mesele canavar olmak değil canavarlaşmamak...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bu tür ilk adımlarda kahramanın evrimini izleriz ve genelde bu süreçten dolayı, seyirci cephesinden bakıldığında ‘randevumuz’ pek verimli geçmez. Bu genel kural ‘Morbius’ta da kendini göstermiş; filme asıl olarak ‘Bu hale nasıl gelindi’ faslı damgasını vuruyor. Daha sonra çocukluk arkadaşı Michael’ın hastalığını yendiği kanaatine kapılan, finansörü Milo’nun da aynı süreci yaşama isteği ve Dr. Morbius’tan farklı olarak gücün karanlık tarafına geçişini anlatan yapım, doğrusu çok da tatmin edici bir filme dönüşemiyor. Ridley Scott klasiği ‘Alien’ı fazlasıyla andıran ‘Life’la hatırladığımız Daniel Espinosa’nın yönettiği bu yeni Marvel üyesi çalışmada evrime ilişkin diyaloglar eşliğinde gerçekleştirilen deney sahneleri ve dönüşüm bölümleri etkileyici. Ama sonrasında her şey bildik vampir öyküleri formatına dönüşüyor. ‘Morbius’un literatüre en belirgin katkısı sanırım aksiyona görüntü açısından yenilikler getirmesi olacak. Matthew E. Butler imzalı efektlerde, vampirlerin hareketleri bir anlamda vektörel hızlarıyla perdeye yansıyor...'

 

 

BELFAST

ATİLA DORSAY (t24.com.tr): '.. Film başlar başlamaz siyah-beyazın tadı içinde öylesine hareketli bir kamera, öylesine özel bir estetik doğuyor ki... Yönetmenin en sinemasal yapımı bu... Kuşkusuz görüntü ustası Hans Zambarloukos'un da katkısı büyük. Müzik bir başka alem... Ünlü müzisyen Van Morrison bize hafif caz tınıları içeren bir müzik sunmuş. Dönemin İngiliz pop'undan olduğu kadar, birkaç filmden de klasik olmuş şarkılar içeren... Örneğin benim için bir başyapıt olan (ve 100 Yılın 100 Filmi kitabıma aldığım) Fred Zinneman imzalı High Noon- Kahraman Şerif'in Tex Ritter tarafından söylenen High Noon şarkısı. Hem de iki kez... Aralara konmuş film parçalarıysa yine High Noon, bir John Wayne westerni, renkli bir Raquel Welch filmi vb. Ayrıca filmin kendine özgü bir mizahı da var. Acaba İrlanda mizahı mı deseydim? Örneğin bir mağazadan tatlı bir şeyler aşırmayı deneyen Buddy'nin "ala ala Türk lokumu" alması ise bayağı tartışılıyor... "Kim yer şimdi Türk lokumunu?!" diyerek...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Kenneth Branagh'ın otobiyografik özellikler taşıyan filmi aslında bir yandan bir büyüme hikayesi olarak okunabilir. Öyle bir eğilim de var ama öte yandan bir anne ve babanın her şeye rağmen çocuklarının güvenliği ve geleceği için çok şeyden, hatta kendilerinden bile vazgeçip onları şiddet ortamından uzak tutma çabasının filmi olarak görülebilir Belfast.
Zaten Kenneth Branagh'ta Buddy'i merkeze aldığı noktalarda daha naif, yer yer duygusal bir anlatıma yönelirken söz konusu ailenin yaşadığı süreç olunca büyük bir özenle anne ve babanın içinde bulunduğu gergin durumu anlatmaya çabalıyor. Bunda da başarılı oluyor. Üstelik bunu hem sade hem de derinlikli bir sinematografiyle yapıyor. Açıkçası görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos'un harika kadrajları filmin dramatik ve duygusal vuruculuğunu da artırıyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Ben filmi fazla apolitik buldum. ‘Böyle ortamlardan masumlar da etkileniyor’ ya da ‘Tarafsız kalanlar da gözetilmeliydi’ türünden bir yaklaşımı var. Bunları savunmak çocukluğunda yaşadıkları itibariyle yönetmenin hakkı. Ama dağarcığımızda aynı meselede daha önce dolaşmış ‘O da Bir Ana’ (Some Mother’s Son), ‘Babam İçin’ (In the Name of the Father), ‘Özgürlüğün Bedeli’ (Michael Collins), ‘Kanlı Pazar’ (Bloody Sunday) gibi filmler varken Kenneth Branagh’ınki fazla naif bir çaba gibi geldi bana. İngiliz bir eleştirmen filmle ilgili şöyle bir yargıda bulunmuş: “Belfast siyasi bir eleştiriden ziyade bir anı filmi.” Belki de doğru saptama budur...'

 

 

EIFFEL

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Eiffel’de Romain Duris, Adrienne’de (muhteşem güzelliğiyle) Emma Mackey filmi sürüklüyor ama ikili arasında, geçmişe dönük sahnelerde hissedilmeyen yaş farkı, öykü şimdiki zamana atlayınca fazlaca sırıtıyor. Sonuçta ‘Eiffel’ biyografik yanlarıyla değil ama Paris’in silüetini değiştiren, milyonlarca turisti şehre çeken, 300 metrelik tarihsel bir yapının inşa sürecini aktarmasıyla kayda değer bir çalışma...'

 

 

KAYIP ŞEHİR

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Doğrusu ben filmde yeterince eğlendim. O açıdan, olumsuz eleştirilerde bulunmak istemiyorum. Sinemadaki yeni 'kardeş yönetmen' ikilisi Aaron Nee ve Adam Nee işin altından gayet iyi kalkmışlar. Müzik de hoş, ama bir Türk bestecisinin adını görünce daha da mutlu olduk: Pınar Toprak. Ellerine sağlık, Toprak... Ve de oyuncular... Sandra Bullock-Channing Tatum ikilisi gayet uyumlu. Brad Pitt şöyle bir gelip geçiyor. Ama jeneriklerin sonuna dek kalın; onunla ilgili bir sürpriz var. Daniel Radcliffe, yine özlediğimiz bir oyuncuydu. Daha yeni isimlerden Da'Vine Joy Randolph, Oscar Nunez, Pati Harrison da iyiler. Koşulsuz eğlenmek için görün...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Eğlenceli bir şekilde de amacına uygun film akıp giderken ikinci yarıda film amacını unutuyor ve birden ciddileşip bir macera filmine dönüşüyor. Bu noktada da seyirlik keyfi azalıyor. Yani Kayıp Şehir amacından şaşmasa eğlenceli bir film olabilirmiş. Ama amacından şaşınca büyüsünü yitiriyor. Geriye de konuk oyuncu olan Brad Pitt'in kendi personasıyla dalga geçtiği performansı kalıyor...'

 

 

PARALEL ANNELER

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... İspanyol usta melodrama ne kadar hâkim olduğunu, eski Yeşilçam filmlerinde rastlayabileceğimiz ve fazlasıyla mantıkdışı gelecek gelişmeleri o denli inandırıcı kılarak gösteriyor... Zaten filmin etkileyiciliğini Almodóvar’ın yaşına rağmen kaybetmediği mahareti, akıcı anlatımı ve derinlikli çizilmiş karakterleri sağlıyor. Sürekli oyuncusu Penélope Cruz, Janis’te her zamanki kalitesini ortaya koyarken Ana’da Milena Smit muhteşem bir performans sergiliyor. Ana’nın annesi Teresa’da Aitana Sánchez-Gijón da çok iyi. Almodóvar’ın kadrosunda sürekli yer alan Rossy de Palma da Janis’in patronu Elena’yı canlandırıyor.
‘Paralel Anneler’ bana göre Franco faşizminin vahşetini hatırlatırken bir yanıyla da ‘Plaza de Mayo Anneleri’yle birlikte ‘Cumartesi Anneleri’ne de selam gönderiyor. Öykü iki farklı kuşaktan kadının hayat karşısındaki sağlam duruşlarının yanı sıra zamanaşımına uğramamış ve hiçbir zaman da uğramaması gereken insanlık suçları etrafında geziniyor. ‘Paralel Anneler’ bu yıl şu ana kadar izlediğim en iyi film, kesinlikle kaçırmayın. Finaldeki geçmişe yönelik göndermeler içeren sahnenin de çok çarpıcı ve yürek sızlatan bir yanı olduğunu belirtmeliyim...'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '...  Almodovar, sinemasının alametifarikası pastel renkleri, genel ahlakı zorlayan tercih ve karakterleriyle arzıendam ediyor bir kez daha. Bu bakımdan yönetmenin sinemasıyla estetik olarak uyumlu bir durum söz konusu. Bir karmaşa ve bu karmaşadan çıkan tuhaf düzen Almodovar sinemasının önemli unsurları arasında yer alıyor. Burada da izlemeyenlerin ağız tadını kaçırmak için yazamayacağımız bir nedenden ortaya çıkan karmaşa, beraberinde gelen acı ve sonrasındaki olgunluk filmin ana iskeletlerinden birisi. Ama öte yandan kuşaklar arası devamlılığa vurgu yapıyor Almodovar. Geçmişin yaraları kapanmadıkça, evlatlarını bir daha göremeyen, sevdiklerine huzur bulacakları bir mekan yaratamayan kadınların savaşı bitmedikçe annelerin acılarının devam edeceğini anlatmak istiyor gibi. Janis’in aileden birisi olduğu için gündeminde tuttuğu bu ‘unutulan’ geçmişin, yeni neslin temsilcisi Ana’nın pek de umurunda olmaması da dikkatlerden kaçmıyor. Bu yönetmenin ülkesine dair bir gözlemi mi, muhtemelen öyle. Almodovar’ın ana karakteri Janis’e meslek olarak fotoğrafçılığı ataması da manidar kanımca. Nihayetinde fotoğraf da bellekle ilişkilendirilmesi en kolay araçlardan birisi. Görsel hafızanın biriktiği önemli araçlardan. Haliyle hafızaya ve unutmamaya dair bir anlatıda fotoğrafın yer alması filmi güçlü kılan unsurlar arasında yer alıyor...'

 

 

AMBULANS

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Doğrusu 2 saat 15 dakikalık filmin ilk yarım saati, o inanılmaz hareketliliği içinde beni neredeyse uyuttu!.. Devamlı hareket halinde bir/birkaç kamera, ona eşlik eden yine yerinde duramaz, fıkır fıkır bir müzik... Los Angeles'i lüks gökdelenlerden kıyı köşedeki gecekondu benzeri yapılara komple bir ziyaret... İnsanı yoran, ancak göz ucuyla izlenebilir bir aksiyon. Ama sonrasında film gelişiyor. Birçok açıdan... Öncelikle entrika katmanlaşıyor, kıvrımlara kavuşuyor; bitmeyen ama giderek aşamaları daha da zorlanan bir tempoya geçiyor. Ve bu arada karakterler beliriyor; hikâyenin içerdiği insanlık ögeleri değer kazanıyor. Seyirci kendi kendine yanıtlayamadığı sorular sormaya başlıyor. Ve evet, L.A.'in içinde ve çevresinde yaşanan o takip, sinemada görülmemiş bir görselliğe kavuşuyor. Entrika ilerledikçe 10 yılda 38 banka soymuş (ve yakalanamamış!) azılı bir suçlu olduğu ortaya çıkan Danny'yle onulmaz bir naifliği, bir tür çocuksuluğu olan Will, film boyunca kavgayı sürdürüyorlar. Peşlerindeki sayısız arabadan kaçan dev Ambulans, o amansız takibe karşın, içinde yaşanan büyük insan dramına mekan oluşturuyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Ambulans’ın (Ambulance) yönetmeni Michael Bay, günümüz sinemasında aksiyonun belki de en usta ismi. ‘Armageddon’, ‘Pearl Harbor’, ‘Çılgın İkili’ (Bad Boys) ve ‘Transformers’ serileri derken çoğunlukla hikâyenin geri çekildiği, son derece tempolu sahnelerle sürekli adrenaline seslenen bölümlerin öne çıktığı yapıtlarıyla döneme damgasını vurdu. ‘Ambulans’ta bütün bu maharetini bir kez daha konuşturuyor. Öte yandan 2005 tarihli bir Danimarka filminin (yönetmeni Laurits Munch-Petersen de Chris Fedak’la birlikte yeni versiyonun senaryosuna imza atmış) yeniden çevrimi olan aksiyonda nispeten derinlikli karakterler de var. Aksiyonseverler için kaçırılmayacak bir randevu...'

 

 

MEMORIA

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Tilda Swinton’ın; endişelerini derinlemesine yansıtan ve merakının peşinde sürüklenen Jessica’da çok başarılı bir performans sergilediği filmin bence iki can alıcı bölümü var; biri ses stüdyosunda patlamayı yeniden yaratma çabası, diğeri de yaşlı Hernán’la söyleştiği kısım. Yörenin yerlisi konumundaki bu ‘halk bilgesi’, gündelik akışın gürültücü yanına dikkat çekerken hayatın kendi içinde birçok hikâye barındırdığını ve bu yüzden TV ve film izlemediğini, ömrü boyunca da doğup büyüdüğü yerden ayrılmadığını çünkü bu yolla hafızasına sahip çıktığını söylüyor. Sonuç itibariyle geçen yıl Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü İsrailli yönetmen Nadav Lapid’in ‘Ha’berech’iyle paylaşan ‘Memoria’ bence muhteşem bir ruhsal yolculuk. Uhrevi dertlerin bu denli ustalıkla anlatıldığı filmlere hasretseniz ya da bu tür konular ilginizi çekiyorsa kesinlikle kaçırmayın derim.'

 

 

İLK SEANS: MNMS:

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Senaryosunu, projenin aynı zamanda yapımcısı olan Onur Aşa’nın kaleme aldığı, yönetmenliğini de Gökhan Murat Toktamışoğlu’nun üstlendiği yapım, adeta ‘kurgu belgesel’ (!) tadında. Ana karakter metro istasyonunun içinde korkularıyla yüzleşirken önce travmasının adı yazılıyor, sonra da Aslı bu travmayı bizatihi yaşıyor. Ama asıl mesele bu değil elbet; senaryo kendi içinde birçok mantık hatası barındırıyor; öte yandan travmalar kıyıya vurdukça devreye efektler giriyor ve izlerken “Ne alaka” diyorsunuz. Batı sinemasındaki korku figürleri alınmış ve öyküye  yapıştırılmış gibi: ‘Alien’ tadı taşıyan bir form, uzaylıyı andıran hayalet adamcıklar vs. “Bizde de iyi efektçiler var” mantığıyla süslenmiş sahneler... Aslı karakteri deseniz psikiyatrların arayıp da bulamayacağı biri (bu arada öyküdeki psikiyatr çok karikatürizeydi); her korkuyu bünyesinde barındırıyor. Freud’un eline düşse en özel hastası olurdu!'

 

 

KIRMIZI  

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film biraz Netflix'in geçen yıl gösterdiği The Mitchells vs the Machines filmini hatırlatıyor: ana temalarıyla... Filmde birkaç şarkı da var: Billie Eilish veya Finneas gurubu imzalı... Ama karşımıza dublajlı olarak gelen filmde, bu şarkılar orijinal olarak korunmuş; elbette iyi de edilmiş. Yer yer, dediğim gibi o genç Uzak Doğu şarkı gruplarının varlığı, bir çok kültürlülük havası yaratıyor. Bu da filmin bir başka özelliği. Sonuç olarak film kuşku yok ki bu alanda düzeyin ne kadar yükseldiğini gösteriyor. Jeneriklerde veya imdb bilgilerinde film için yüzlerce teknik görevlinin yer aldığı görülüyor: çizer-animatör, görsel efekt, ses ve müzik bölümleri için... Bence en iyisi küçüklerinize (8-14 yaş arası) izlettirmek bahanesiyle gidin. Memnun kalmanız bence çok olası!..'

 

 

KAÇIŞ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... En başta "Ev nedir? İnsan için en güvenli yer" diyerek açılan film, böylece 'güvenli bir yer' arayıp bulmanın zorluklarını da sergiler. Amin ve kalp yoldaşı Kasper, sonunda Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da buluşurlar. Ve bu filmi çekmeye başlarlar... Aslında filmin leit-motivi olan ve belli bir yaşa gelmiş Amin'le yapılan uzun ve sabırlı söyleşi de Kasper tarafından yapılır. Bu eşcinsel aşkın o eksantrik ve özgün teknolojilerle verilmesiyse, olaya sanki daha zengin bir boyut katar: tüm yaratıcı çizerlerin büyük yeteneği sayesinde... Filmde konuşulan diller de çok özeldir: İran dili olan Farsi ve Afgan dili olan Dari. Bir not daha... Senaryo ve yönetimin başındaki Danimarkalı Jonas Poher Rasmussen'in benzer bir macerayı bizzat yaşadığı ve hayatında gerçekten adı yine Amin olan birinin bulunduğuna dair bilgi de var. Hatta o adıyla senaryoya da katılmış. Belki de filmin böylesine başarılı olması, bu yaşanmışlıktan geliyor... Kim bilir?'

 

 

THE BATMAN

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Film görüldüğü gibi oldukça karmaşık ve yüklü entrikalara dayanıyor. Ama hayli uzun (2 saat 50 dakika) olması filmin işine yarıyor ve tüm düğümler ikna edici biçimde çözümleniyor. Matt Reeves - Peter Craig ikilisinin senaryosu, Reeves'in yönetimi son derece olgun. Greig Fraser'in çokluk karanlığa dayanan görüntüleri gayet estetik dururken, Michael Giacchino'nun müziği filme sanki Godfather serisini hatırlatan bir tür Latin (ya da Mafya) duyarlılığı getiriyor. En önemlisi bence şu: Film aynı zamanda birçok farklı türe birden el atmayı ve her birini kendi içinde başarılı ve ilginç kılmayı becermiş. Karşımızdaki film aynı zamanda bir Mafya hikâyesi, bir seri cinayetler entrikası, bir korku filmi (özellikle ilk bölümde), dev bir puzzle... Bir büyük aile hesaplaşması, romantik bir aşk -finalde aşk ya da görev ikilemine dönüşen... Ve de bir büyük kentin yönetimi üzerine gerçeğe çok yaklaşan gözlemler içeren... Enrikayla ilgili sürprizler kadar, görsel sürprizler de içeriyor film...Ve yer yer unutulmayacak bölümler... Örneğin Bruce Wayne'in halk nezdindeki popülerliğini gösteren bölüm... O alabildiğine kederli cenaze töreni... Ya da Bruce'la filmin en ilginç karakterlerinden biri olan Riddle'in uzun diyalogu... Ki örneğin şöyle bir cümle içeriyor: "Bir gün zirvede olmak, öbür günse palyaçoya dönüşmek de var!"...

 

BURAK GÖRAL (gazeteoksijen.com): '...  The Dark Knight’ın çok sevilmesinin nedeni, gerçek hayatta bunalmış seyircinin çözümü anarşide arayan kötü karakteri olan Joker’i ‘anlıyor’ olmasıydı. Bu filmdeki seri katili de anlıyorsunuz. Politikacıların, savcısından polisine tüm kamu görevlilerinin yalana ve inşaat rantları üzerinden yozlaşmaya batmış, suç çeteleriyle kol kola girmiş olmalarına karşı bir isyanın tetikleyicisi kendisi. Zaten cinayetlerine de en tepeden başlıyor, yani Gotham Belediye Başkanı’ndan... Seçimlere gidilirken değişim ve dürüstlük vaadeden siyahi bir kadın başkan adayı Bella Real (‘Güzel Gerçek’!) yeni bir umut gibi görünmektedir. Bütün filmin, çıkarcı yetişkinlerin karşısında yetimlerin hakkını arayan bir metafor film haline dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Schubert’in ölümsüz ilahisi Ave Maria’dan yola çıkılarak oluşturulmuş müzikler de bir dua gibi bütün filme eşlik ediyor. Bu anlamda artık defalarca kez izlediğimiz bir kahramanlık hikayesini sanki daha önce hiç anlatılmamış gibi sunabilmeyi başarıyor. Yönetmen Reeves bazı sahnelerde karanlığı öyle kullanıyor ki sakladığı detaylarla bile seyircisini doyuma ulaştırıyorken, hikayenin erotizmini de Zoe Kravitz’in bol yakın plan çekimli yüzüyle inşa ediyor. 

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...  Bu ‘Batman’ bildiğimiz süper kahraman filmlerinden değil. Daha doğrusu öyküsü, ritmi, dertleri ve tarzı itibariyle eski model bir yapının yansıması. Bu filmi 70’lerde izleseydiniz şaşırmazdınız. Görsel atmosferi kimi klasikleri hatırlatıyor. Sürekli yağan yağmur ve şehrin genel görüntüsü ‘Blade Runner’ (Ridley Scott’ınki tabii) tadında. Ama karanlık gökyüzü ve The Riddler portresi bizi David Fincher’ın iki yapıtına; ‘Zodiac’ ve de ‘Se7en’a götürüyor. Antikahraman adeta ‘yedi ölümcül günah’ın izlerini sürüyor. Batman ve Komiser Gordon ‘Se7en’daki ‘Mills-Somerset’ (Brad Pitt-Morgan Freeman) ikilisini andırıyor. Batman de varoluşunu, ailesinin kendisine bıraktığı mirası sorguluyor. Senaryo, iyi-kötü çatışmasını ‘Wayne hanedanının vârisi’ sıfatı üzerinden “Her şey sınıfsaldır” düzleminde okuyor. Ama çizgi romanın temel doğrusu ‘zengin ve iyi’ (!) üzerine kurulu olduğu için ‘kötü’yü önceki filmlerdeki Joker gibi bir portrede işlemiyor. Robert Pattinson’ın en iyi ‘Batman’lerden biri olacağına kuşku yok; maske, kostüm ve genel hava itibariyle yeni kimliği kendisine çok yakışmış. Keza Zoe Kravitz de çok iyi bir ‘Catwoman’. Pattinson’la aralarındaki kimya üst düzeyde...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Kurulan karanlık atmosferde resmedilen Gotham City'ye, orada yaşananlara, işleyişe aslında yabancı değiliz. Yaşadığımız dünyanın ta kendisi orası. Her alanda güçlünün güçsüzü ezdiği bu düzende, Batman intikam almak için yola çıksa da düzenin değişmesi için bunun yeterli olmadığını görüyor. İntikamın tek başına yeterli gelmediğini ve bunun sorunlara da çare olmadığını anlıyor. O da değişim ve dönüşümün umudu olmayı seçiyor. Böylece Batman adaleti kişisel olarak sağlamak yerine sistemin adil olması için topluma öncü olmayı tercih ediyor. Yönetmen Matt Reeves, son yıllarda süper kahramanlara biçilen kurtarıcı rolünü revize ediyor aslında. Öyle bir revize ki bu Reeves önce süper kahraman tanımından süperi atıyor. Sonra da kahramanların aslında topluma değişim için umut olduğu sürece var olabileceklerini, adaletli bir dünyayı sıradan insanların bir araya gelerek kurabileceğini anlamamızı sağlıyor.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Batman ve The Riddler’ı bir yana bırakırsak, Kedi Kız / Selina (Zoë Kravitz) dahil yan karakterlerin iyi yazıldığını pek düşünmüyorum. Batman ve The Riddler dışında iki karakter arasında geçen şöyle sağlam bir sahne hatırlamıyorum. Entrikanın kilit ismi Carmine Falcono’da John Turturro ve Oz /Penguende tanınmaz halde olan Colin Farrell filme renk getiriyorlar ama onların da bütün içinde çok etkili oldukları söylenemez. Her şey bir yana, filmin gereksiz yere uzatıldığına ve hikâyede 2 saat 55 dakikalık öyle destansı bir boyut olmadığına inanıyorum.

‘The Batman’in en güçlü yanı, görselliği… Karanlığın estetiğini yakalama konusunda ‘Se7en’ kadar ileride adı anılacak, profesyonellerin dikkate alacağı bir film. Sinema işletmecilerinin böyle bir filme yazık etmemeleri için özen göstermeleri, projeksiyon lambalarını ful performansta çalıştırmaları veya kötü durumda olan lambaları değiştirmeleri gerekiyor. Cinemaximum Kanyon’da gerçekleşen basın gösterisinde benim seyrettiğim kopyada hiçbir sorun yoktu ama Türkiye genelindeki projeksiyon kalitesi sorunlarını düşündüğümde, işletmecilerin bu filme ve seyircilere yazık etmemesini diliyorum.

 

 

BERGEN

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmi ortaklaşa yöneten Caner Alper-Mehmet Binay ikilisi daha önce de böyle yapmıştı: Zenne ve Çekmeceler filmlerinde... İkisi de özelikle ayrıksı (istisnai) kadın kişiliklerini canlandırmada ustalaşmış gözüküyor. Daha önce de sinemamızda çalışmış olan Boşnak Mirsad Herovic'in görüntüleri, Mazlum ve Saki Çimen'in müziği de filme çok şey katıyor. Oyunculara gelince... Doğrusu gerçek bir takım oyunculuğu filmi alıp götürüyor. Başroldeki Farah Zeynep Abdullah onca duraksamadan sonra, iyi bir seçim olmuş. Gerçi kendi sesiyle söylediği şarkılarda Bergen'in düzeyine ulaşamıyor ve sık sık detone oluyor. (Gerçek Bergen sesi, anlaşılan finaldeki konser başta sadece bir iki yerde var). Ama bu hazin kişiliğin anısına birçok açıdan büyük katkıda bulunuyor. Artık 'ölümsüz' Behzat Ç'miz olan Erdal Beşikçioğlu beklendiği gibi dört başı mamur bir psikopat olmuş. Emektar Tilbe Saran ise bence yeniden zirveye çıkmış. Anne rolü uzun zaman hatırlanacak bir roldür ve her türlü ödülü hak eder. Nadire'de Nergis Öztürk de öyle... Hepsine şapka çıkarılır!..'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '...  Bergen’in katiline aşık olmasını yargılamadığı gibi, onu affetme anlarında da benzer bir tutum takınıyor film. Film boyunca adı anılmayan adamı koyuyor merkeze yaratıcılar ve bundan şaşmıyor anlatı. Farah Zeynep Abdullah ve Erdal Beşikçioğlu’nun oyunculuğunun da payı yüksek bu başarıda. Hazır oyunculuktan girmişken, Bergen’in annesi rolünde Tilbe Saran ve arkadaşı Nadire rolünde Nergis Öztürk’ü de not edelim. “Zenne” ve “Çekmeceler” filmleriyle tanıdığımız yönetmen ikilisi Caner Alper- Mehmet Binay özellikle zaman akışlarını ve sahneleri birbirine bağlamada oldukça mahir. Çünkü yukarıda da değindiğim gibi çok geniş bir zamana yayılan bu anlatılarda zamanı hızlı akıtmak meseleye hızlıca gelebilmek önemli ve bunu ustaca başarıyorlar. Öte yandan film, memleket düzleminden yalıtılmış bir evrende geçtiği için ikilinin önceki filmlerinden alışık olduğumuz estetik dünyası, bu laboratuvar atmosferiyle uyumu yakalıyor. “Bergen”, yalnızca hayatının trajik boyutlarıyla değil, müziğinin duraklarıyla da memleket hakkında çok şey söyleyen bir figür. Film, memleketi dışarıda bırakarak onu bir figür olarak ele alıyor. Bunu da fena yapmıyor açıkçası.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bu hayat hikâyesine daha önce Canan Gerede, 1995 tarihli ‘Aşk Ölümden Soğuktur’la uğramıştı. Keza Bergen de kendi serüveninden parçalar taşıyan, 1986 yapımı ‘Acıların Kadını’ (Yön: Ülkü Erakalın) adlı yapımda bizatihi kendi dramını sinemaya taşımıştı. Binay-Alper ortaklığının ürünü filmse genel hatlarıyla derli toplu bir biyografi olmuş. Yıldız Bayazıt-Sema Kaygusuz ikilisinin kaleminden çıkan senaryo da serinkanlı bir duruşu tercih etmiş. Önceki biyografik adımlarda sanatçıların serüvenlerindeki acı boyutunun altı fazlaca çizilmiş ve seyircinin gözyaşlarını akıtmak için sanki özel olarak çaba harcanmıştı. ‘Bergen’deyse acı dozajı belli noktalarda tutulmuş, daha sakin bir anlatım ön plana çıkmış... Son olarak dayaktı, kezzaptı; ruhsal ve bedensel travmalarla örülü bu acılı öykünün kapıldığı girdapta ‘kadın cinayetleri’ meselesi var. Bu topraklarda Bergen ya da Dilberay gibi sanatçı kimliğine de sahip olsanız erkek şiddetinin ve vahşetinin hayatınıza kastetme olasılığı yüksek. Mehmet Binay-M. Caner Alper imzalı yapım, konunun bu yönüne dikkat çekiyor ve İstanbul Sözleşmesi’nin önemine ilişkin hatırlatmada bulunuyor; ‘Bergen’ bu yanıyla da kayda değer bir çalışma...'

 

 

BENİ SEVENLER LİSTESİ

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Emre Erdoğdu, Yılmaz karakteri üzerinden bir bağımlılık hikayesi anlatmaya soyunuyor. Dizi sektöründen olduğunu anladığımız Cihangir ahalisinin uyuşturucuya, Yılmaz’ın ise şöhretli insanlara (ve tabii Tutku’ya) olan karşılıklı bağımlılığına dair hoş bir buluştan söz edilebilir aslında. Erdoğdu, tıpkı “Kar”da olduğu gibi burada da ritmi yüksek, kameranın çoğunlukla hareketli olduğu, olay örgüsü hızlı gelişen bir anlatı tutturuyor. Filmin neredeyse her sahnesinde yer alan Halil Babür’ün muhteşem oyunculuğu da bu anlatıyı destekliyor. Ne var ki, Emre Erdoğdu’nun diğer karakterleri fazlasıyla klişe ve sıkıcı. Ve üstelik neden umurumuzda olsun diyeceğimiz türden. Şöhret budalası bir erkek oyuncu, oynadığı diziden sıkılmış bir kadın oyuncu, yüzlerce bölüm dizi yazdıktan sonra sanat filmi yazmaya çalışan senarist hiç de orijinal karakterler değil açıkçası. Daha vahimi bu karakterlerin işlenişinin de benzer klişe özelliklere sahip olması. Yılmaz bile böyle bir karakter için akla gelebilecek ilk semte, Bağcılar’a ait. Erdoğdu’nun yüksek ritmi filmi izlenilir kılsa da bu vasatlığı yukarı taşıyamıyor maalesef...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Çok beğendiğimiz ‘Kar’la uzun metraj serüvenine atılan Emre Erdoğdu’nun ikinci adımı ‘Beni Sevenler Listesi’, Bağcılar’dan çıkıp Cihangir’e kapağı atmış Yılmaz odağında sevgi arsızı bir karakteri anlatıyor. Karşımıza çıkan bu profil işlevselliğiyle aradaki sınıfsal farkların kırılabileceğine ve kurulan dostlukların derin olabileceğine inanıyor. Uyuşturucu operasyonlarıysa bir turnusol kâğıdı görevi görüyor ve Yılmaz’ın ‘kast sistemi’nin gerçekleriyle yüzleşmesini sağlıyor. Erdoğdu’nun yapıtı arka planında da gerçekçi tonda çizgilere sahip senarist, dizi oyuncusu, TV yıldızı portreleri ve o dünyanın işleyişine dair veriler sunuyor. Siyah-beyaz çekilen yapıma Yılmaz rolündeki Halil Babür, etkileyici performansıyla damgasını vuruyor. Filme yönelik tek itirazım ismine vurgu yapmak gayesiyle çekildiği izlenimi veren finali; onun dışında başarılı bir dönem panoraması var karşımızda.'

 

 

KASA: BÜYÜK SOYGUN

OKAN ÖZYURT (SABAH): '... Kasa: Büyük Soygun işte meşhur kasanın içinden çok özel tarihi eserlerin çalınmasını konu alan bir film... Konu biraz çetrefilli... Çünkü kasada bulunan tarihi eserler İngiliz ve İspanyollar arasında kriz çıkartacak türden. Yani işin bir tarihselliği var. Ama her soygun filmi gibi filmin asıl gerilimi bu soygunun gerçekleşip gerçeklemeyeceği üzerine... İspanyol yönetmen Jaume Balaguero da bu gerilimden ziyadesiyle yararlanarak filmi kotarıyor. İşinin ehli soyguncuların karşısında, her türlü olasılığı değerlendiren bir güvenlik şefi koyarak bu gerilimi filmin sonuna kadar diri tutuyor. Soygunun 2010 yılındaki İspanya- Hollanda arasındaki Dünya Kupası finalinin oynandığı gün yapılıyor olması ise filme ayrı bir tat katıyor. Netice itibariyle soygun filmlerinden hoşlananları tatmin edecek bir film Kasa: Büyük Soygun.'

 

CYRANO

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Şaşırtıcı değil mi? Böylesine 'ciddi' temaları bir müzikale yerleştirmek... Kolay iş olabilir mi? / Ama Aaaron ve Bryce Dessner'in şarkıları bir müzikal harikası değilse de, hikâyeye çok iyi yerleştirilmelerinin de katkısıyla göze de kulağa da çok hoş gelir. Seamus MacGarvey'in görüntüleri filme özellikle başlardaki kalabalık sahnelerde filme baş döndüren bir görsellik sağlar. Ve de elbette oyuncular... Perdenin (şimdilik) tek cüce starı olan Peter Dinklage, tek sözcükle iç burucudur. Bu rolüyle sanırım sinemada da gerçekten yükseklere çıkmayı bilmiştir. Haley Bennett'in masumiyet timsali yüzü kadar şarkılardaki kendi sesi de çekicidir. Bunu demişken, aslında tüm oyuncuların kendi sesleriyle şarkı söylediklerini de hatırlatmalı. Christian'da Kelvin Harrison Jr., Dük'te Ben Mendelsohn da görevlerini yerine getirirler. Ve film, yönetmeni Joe Wright için yeni başarı olur çıkar. Kariyerinde Pride and Prejudice - Aşk ve Gurur, Atonement - Kefaret, Hana, Anna Karenina, The Darkest Hour - En Karanlık Saat, Woman on the Window- Penceredeki Kadın gibi daha çok edebi uyarlamalar olan İngiliz yönetmen, bu filmde de klasik düzeyini korumuş ve çok farklı, ama yine çok ilginç bir film sunmuştur.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  Wright, biçimci bir yönetmendir. Dönem filmlerine çağdaş film gramerinin enerjisini, dinamizmini getirmeyi sever. Bir anlamda, İngiliz usulü dönem filmleriyle MTV estetiği arasında bağ kurduğu söylenebilir. ‘Cyrano’da da biçim öne çıkıyor. Daha önce beş filmde birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Seamus McGarvey ile hareketli kameraya dayalı çok özenli bir anlatım yakalıyor. Ama deniz kenarında tarihi bir mekânda geçen, muhafız alayındaki ironik danslı sahne dışında, seyirciyi hikâyenin duygusal boyutundan koparan gösterişli bir müzikal estetiğine sapmıyor. Bu arada, ‘Cyrano’da bizi direkt olarak 21. Yüzyıl’a bağlayan en önemli unsur, aslında müzik. Hatta elektro gitarların öne çıktığı bazı şarkıların, bize 17. Yüzyıl’da olmadığımızı sezdiren bir yabancılaştırma efekti işlevi gördüğünü dahi söyleyebilirim...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '...Yönetmen Joe Wright da bu destansı aşk öyküsünü tiyatrovari bir anlatımla ve yer yer müzikalle flört ederek yorumlamış. Tabii sinemasal ustalığını kullanmayı da ihmal etmeden. Hal böyle olunca özellikle oyuncu performansları ve sanat yönetimi önem kazanmış filmde. Ki Cyrano de Bergerac ve Roxane'ı oynayan Peter Dinklage ile Haley Bennett rollerinin hakkını ziyadesiyle veriyor. Sanat yönetimi de gayet başarılı. Dolayısıyla Cyrano 'iyi film' kategorisinde değerlendirelecek bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Ama naçizane her şeye rağmen metnin gücü hâlâ baki... Aşkınız uğruna sevdanızı nasıl feda edersiniz? Bu sorunun cevabını güçlü bir şekilde bize tekrar hatırlatıyor Cyrano... Ki yeni nesle de bu klasiği tanıtarak yapıyor bunu... Peki, şimdiye kadar yapılar uyarlamalar arasında nasıl bir yeri var bu filmin derseniz. Galiba her kuşağın Cyrano de Bergerac uyarlaması kendine özel. Bizim kuşak için 1990 yapımı, Jean-Paul Rappeneau'nun yönettiği Cyrano de Bergerac filmi önemliydi. Bizden önceki kuşakların gözdesi Michael Gordon'ın yönettiği Cyrano de Bergerac'tı. Belki yeni kuşaklar için de Joe Wright'ın uyarlaması gözde olacak. Bunu da zaman gösterecek....'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Wright’ın yapıtında ana karakterin kompleks duyduğu özelliği burnu değil, ayrıca Christian siyah bir askere dönüştürülmüş. Bildiğim kadarıyla bu dokunuşlar ‘Cyrano de Bergerac’ külliyatı açısından bir ilk. Öte yandan müzikal uyarlamalar cephesinde de Rostand’ın eserinin 1973’teki uyarlamasında başroldeki Christopher Plummer performansıyla ‘Tony’ ödülü almıştı. Zamanımızın ‘Cyrano’sunda yönetmen Wright, şarkıların da etkisini arttıran oldukça çarpıcı, bol figürasyonlu sahneler kullanmayı tercih etmiş. Evet, bu noktalarda film ‘klip estetiği’ne biraz da olsa göz kırpıyor ama ruhumuzu, gözümüzü ve kulağımızı okşamayı da başarıyor. Ben filmde en çok cephedeki sahneleri ve bu bölümlerde seslendirilen şarkıdaki “Cennet / Öldüğüm yerdir benim” sözlerini beğendim. ‘Kefaret’ filminde izlediğimiz muhteşem tek plan savaş sahnesinin yaratıcısının, son adımında da etkileyici savaş kesitleri sunması elbette kimseyi şaşırtmamalı...'

 

 

SAMSAM

BURAK GÖRAL (cocuklasinema.com): ‘… Genelde çok korkutucu durumlar yaşanmıyor ama bazı hassas çocuklar Mega’nın kral babasının dev gri canavarından biraz ürkebilirler. Aslında hiç korkunç görünmüyor ama hortumuyla her yeri griye boyayıp bütün renkleri soldurduğu sahnede biraz endişelenebilir bazı küçük çocuklar. Tabi ki Samsam ve arkadaşları bu sorunu çözmek için birlik oluyorlar. Kalıcı değil ama sevimli sayılabilecek bir film olan “Samsam”, birçok ülkede benzer yaş sınıfları almış. Türkiye’de de 6A verilmiş. Elbette bizce de en az bir aile büyüğüyle birlikte izlemeli çocuklar.’

 

 

ÖLÜMCÜL SNOWBOARD

OLKAN ÖZYURT (SABAH): ‘… Senaryosu belki kağıt üzerinde cazip görünse de tek düze bir hikayesi olan filmin beklentileri karşıladığını söylemek çok zor. Sürprizini çok erken açık etmesi de cabası... Galiba yönetmen uzun süre karda kalınca yaşanan halüsinasyona kapıldı ki, böylesi bir işin içine girdi. Bu filmi ne çekmek ne de izlemek kolay!

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Ana çatısı fena olmayan ama günümüz için inandırıcılığı (sosyal medya çağını kastediyorum) tartışmalı bir öyküye (çok sayıda turist ölmüş ve hiçbir önlem alınmamış!) sahip yapım, aksiyona yüklenmiş ama onu da pek başardığı söylenemez. Amerikalı çiftten Mia’yı canlandıran Ivanna Sakhno’nun performansı ve kar manzaraları dışında, Gürcistan’daki Gudauri kayak beldesinde çekilen film için zorlama bir çaba diyebiliriz.’

 

 

6 NUMARALI KOMPARTIMAN

MEHMET AÇAR (haberturk.com): ‘… Hayatının bir döneminde Moskova’da üniversite eğitimi alan Finlandiyalı yazar Rosa Liksom’un 2011’de yayımlanan aynı adlı romanını Andris Feldmanis ve Livia Ulman ile birlikte filme uyarlayan Juho Kuosmanen, orijinal eseri bir çıkış noktası olarak kullandığını belirtiyor. Yolculuğun güzergahını ve geçtiği dönemi değiştiren Kuosmanen, yapımcılar ve teknik ekibin yoğun itirazlarına rağmen filmi hareket eden gerçek bir trende çekme fikrinde ısrar etmiş. Dolayısıyla, tren çekimleri çok zorlu geçmiş; uzun zaman almış. Birçok tecrübeli sinemacının ‘Ne gerek var ki?’ diyeceğinden emin bile olsam, filmi seyrederken Kuosmanen ve ekibinin verdikleri emeğin karşılığını aldıklarını düşünüyorum. Çünkü hareket halindeki trenin içinde yapılan çekimlerin filme hiper gerçekçilik ve doğallık getirdiği kesin. Yeri gelmişken görüntü yönetmeni Jani-Petteri Passi’nin nispeten küçük bir kamera olan Arricam LT ile çalıştığını ve 35 mm pelikül film kullandığını belirtelim…’

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): ‘… 6 Numaralı Kompartıman yurt dışında sıklıkla 90'ların fenomen filmlerinden Before Sunrise'a benzetilmiş. 90'larda geçen 6 Numaralı Kompartıman'ın konusu, teması, zamanı düşünüldüğünde ilk elden bu filmi akla getirmesi normal. Ama iki film, ilişkilere yüklenen anlam, bir başkasıyla kurulan iletişim biçimi bağlamında ayrı sularda yüzmüyor. Before Sunrise daha romantik ve sıcak bir anlatıma sahipken 6 Numaralı Kompartıman daha gerçekçi ve soğuk bir atmosferde derdini anlatma peşinde. Hatta eşitlikçi ilişki kurma anlamında yeni şeyler de söylüyor bize.
6 Numaralı Kompartıman için ilişkilerdeki iktidar olgusunun tuzakları üzerine bir film bile diyebiliriz…’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Öykü zaman zaman tren dışına taşıyor ve belli bir bölümünde Laura ve Ljoha’nın yanı sıra ara karakterlere (Finli yolcu ve ziyaret edilen yaşlı kadın gibi) uğruyor. Bu noktalarda da ana refleksinden taviz vermiyor: Kimse göründüğü gibi değildir. Zaten yolculuk esnasında yaşanan dönüşüm de benzer hamlelerin eseri; burjuva zevklerine sahip entelektüel kadın, çok geçmeden önyargılarını kırıyor, dürtüleriyle hareket eden, emekçi genç adam sert görünümünün ardındaki hüznü ve karamsarlığı geride bırakıp umuda koşmak için çabalıyor. Laura’da Seidi Haarla’nın, Ljoha’da da Yuriy Borisov’un canlandırdıkları karakterleri basit ama etkili dokunuşlarla son derece gerçekçi portrelere dönüştürdüğü ‘6 Numaralı Kompartıman’, geçen yıl Cannes’da Büyük Ödül’ü Asghar Farhadi’nin ‘Kahraman’ıyla paylaşmıştı. Sonuç olarak ilgiye değer bir yapım’

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): ‘… İnsanoğlu, anlık ya da dönemsel krizler, kayboluşlar, sıkıntılar sürecinde geçmişle bağ kurma ve oradan kendisini yeniden inşa etmeye meylediyor kimi zaman. Laura’nın geçmişi on bin yıl öncesine dayanan bu petroglifleri görme arzusu da böyle bir yeniden inşa niyetine dayanıyor kanımca. Kendisine bir sıfır noktası bulmak, bir dayanak inşa etmek, dönüşmek ve gelişmek için güç ve motivasyon veriyor insanoğluna böylesi inatlar. Yolculuğun bir noktasından sonra Irina ile olan mesafesi duygusal olarak da artan Laura için bu tarihi mekan yeniden inşanın da metaforuna dönüşüyor sanki. Ama bunun gerçekleşmesi için Laura’nın isteği kadar Ljoha’nın da inadı gerekiyor. En nihayetinde bambaşka insanlar olup hayatın anlamını bulmuyor bu iki genç ama hayatlarında başka bir hikayenin olasılığını yokluyorlar. 6 numaralı kompartımanda yan yana gelemeseler de bir hikayede bir arada durabilmeyi denemek istiyorlar sanki…’

 

 

EVLEN BENİMLE

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Tam bir fantezi, bir absürd komedi, yer yer görkemli ve gösterişli bir müzikal. Ama duygusal yanları da eksik değil. Üstelik feminist bir film... Bir yerinde kadının ağzından şöyle diyen: "Artık erkeği biz seçelim, teklif sırası gelince de biz yapalım!" Ayrıca unutulmaz birkaç bölümü var. Örneğin bir çocuk sınıfının tam bir şova dönüştüğü sahne... Ya da sonlara doğru Jennifer Lopez'in o enfes On My Way şarkısını söylemesi. 1969 doğumlu olduğuna göre bugün 53 yaşında olan Lopez yaşını göstermiyor, enerjisini koruyor. Charlie'de Owen Wilson, Bastian'da Maluma da yeterince iyiler. Matrak menejer Collin'de John Bradley, yakın dost Parker Debbs'te Sarah Silverman da... Bir başka 'celebrity', günümüzün en ünlü TV sunucusu Jimmy Fallon ise bence yeterince kullanılmamış. Ayrıca Florian Bellhaus'un görüntülerini ve Jon Debney'in müziğini de anmak gerekir. Kısacası, kesinlikle iyi vakit geçirtecek bir yapım...

 

 

NİL’DE ÖLÜM

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Ve bu uzun macerada, bir yandan görkemli bir Mısır yolculuğuna içindeymiş gibi tanık olurken (burada görüntü yönetmeni, Kenneth Branag'ın devamlı iş arkadaşlarından Haris Zambarloukos'a teşekkür gerekiyor), öte yandan gerçek bir gerilimin heyecanını yaşıyoruz. Gemide gizemli ölümler başlıyor, bir kişi derken üçe çıkıyor. Herkes dehşet içindedir; ama Poirot ayrıca üzgün ve kızgındır; çünkü mesleğinin gereğini yerine getirememiştir. Ve sonunda hemen her Agatha Christie romanında olduğu gibi oluyor. Hafiyemiz hâlâ hayatta olanları etrafına oturtup uzun tahkikatının aşamalarını anlatıyor; sonunda da katili açıklıyor. Ama merak etmeyin, spoiler verecek değilim!.. Böylece film klasik polisiye türünün hoş ve doyurucu bir örneği olup çıkıyor. Kenneth Branagh, Annette Bening gibi ustaları ve güzel Gal Gadot'yu bulmak, siyahi Sophie Okonedo'yu oyunu ve sesiyle tanımak da güzel bir deneyim…’

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): ‘… Belçika ve Londra’da geçen, savaş ile eğlenceyi, ölüm ile libidoyu peş peşe karşımıza getiren ilk iki sekans dahil olmak üzere Branagh’ın biçimciliğini, lens tercihlerini, sürekli değişen açılarını ve kamera kullanımını sevdim. Branagh gibi yönetmenlerin ana akım estetiğinin içinde, hikâyenin önüne geçmeden giriştikleri bu tür aşırılıklar öteden beri ilgimi çeker.

Tüm bu şıklığı, gösterişi, biçimciliği itici bulanlara çok sözüm yok ama kendi adıma Branagh’ın yönetmenliğini ve Green’in romanı uyarlarken gösterdiği cesareti sevdim. Çoğu eleştirmenin aksine Guy Ritchie’nin biçimci ‘Sherlock Holmes’ serisini de sevmiştim. Burada da ‘aynı kafa’ var. İngilizler Sir Arthur Conan Doyle ve Agatha Christie gibi ‘popüler kültürün ulusal hazine’lerini bizzat kendi yönetmenleri ile çağdaş anaakım sinemanın bir parçası haline getirmek istiyorlar. Bence hedeflerine ulaşıyorlar.

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): ‘… Birçok önemli oyuncunun rol aldığı, Kenneth Branagh'ın Doğu Ekspresi'nde Cinayet de olduğu gibi iyi bir atmosfer kurduğu film, hikayeyi bilenler için bir sürpriz barındırmıyor. Ama zaten bu bir saygı duruşu filmi. Amaç bilinen hikayeyi bugünün teknolojisiyle tekrar beyazperdeye getirmek. Bu açıdan bakıldığında Nil'de Ölüm amacına ulaşıyor. İyi bir yönetim, iyi oyunculuklar, görkemli bir atmosfer eşliğinde bir Agatha Christie'nin macerasını sinemada izlemiş oluyorsunuz. Ama salt bu amaç için yapılmış bir film sinemaseverleri ne kadar tatmin eder derseniz, orası şüpheli işte. Çünkü 'katil kim?' sorusu üzerine kurulu bir polisiyede katilin kim olduğunu bilince filmin gizemi kaçıyor... Yani Agatha Christie polisiyelerini sevenler için biraz sürprizsiz bir film haline geliyor…’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Albert Finney, Peter Ustinov, David Suchet, Tony Randall, Ian Holm, John Malkovich, Alfred Molino gibi isimlerden sonra Hercule Poirot’yu canlandıran Branagh, ‘yaramaz, hınzır, sarkastik ve romantik’ bir karakter olarak çizdiği modele bu adımda da devam ediyor. Bu arada filmin en güzel yanlarından biri dedektifin o ünlü bıyıklarına ilişkin Birinci Dünya Savaşı üzerinden yapılan mantıki (!) açıklamaydı. Sonuç olarak Branagh, Gal Gadot, Tom Bateman, Annette Bening, Russell Brand, Emma Mackey, Sophie Okonedo, Letitia Wright, Jennifer Saunders gibi isimlerden oluşan kayda değer kadroya karşın etkileyici bir yapıta imza atamamış. Örneğin Rian Johnson imzalı modern bir çaba olan ‘Bıçaklar Çekildi’ (Knives Out) seviyesinde değil. Neyse, belki de polisiyede kaybeden tarihsel dramada (Belfast) kazanır ve Oscar heykelciğine bir ya da birkaç dalda uzanır...’

 

 

BERGMAN ADASI

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Bu ilgi çekici film bizlere Bergman ve sanatı, yaşamı ve hayatının temel sorunları üzerine çok şey söylüyor. Ama bu bir belgesel değil, hiç değil. Tersine onun filmlerine yönelik kimi olumsuz sözler bile ediliyor. Örneğin bir film için biri "katarsis olmaya çalışan bir korku filmi" diyor!.. Bir başkası (aslında bizzat Tony) "Asıl cehennem onun tüm filmlerini tekrar tekrar izlemek olurdu" diyebiliyor... Evet, burada amaç koşulsuz bir Bergman övgüsü ortaya koymak değil. Tersine, film kendi yapısını kurmuş, kendi soluğunu alıyor. Ve bir noktada klasik ve tipik bir Bergman filmine dönüşüyor. Bir yerden sonra (yaklaşık ikinci yarıda) ortaya çıkan hayal edilmiş öykü, giderek gerçek öyküyle karışıyor, kimi kişilikler ikisinde de boy göstermeye başlıyor. Ve ortaya bence son derece ilginç bir film çıkıyor. Bence sinemada bir büyük yönetmene adanmış en kişilikli, en özgün film!..’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın hayat arkadaşı Olivier Assayas’la olan ilişkisinden de izler taşıyan ‘Bergman Adası’ (Bergman Island) İsveçli efsanevi sinemacının bıraktığı izler kadar tartışmalı insani yanlarını da hatırlatıyor. Kendini fazlasıyla önemseyen sanatçı kimliğiyle Tony, Woody Allen karakterlerini anımsatırken öykü Angelina Jolie imzalı ‘Hayatın Kıyısında’ (By the Sea) ve yer yer de Paul Schrader’ın Ian McEwan uyarlaması ‘Yabancı Kucak’ı (The Comfort of Strangers) akla getiriyor. Tim Roth, Tony’de iyi ama asıl etkileyici performanslar Chris’te izlediğimiz Vicky Krieps’ten ve Mia Wasikowska’dan geliyor. Sonuç olarak haftanın ve yılın en iyi filmlerinden biri, kaçırmayın derim...’

 

 

KÜRTAJ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Baştan söyledim: Bu özellikle kadınlara göre bir film. Onların kaçırmaması gerekir; görmemeleri ayıp bile sayılabilir!.. Ama bunun ötesinde gerçekten birçok açıdan ilgiye değer bir filmle karşı karşıyayız. Öncelikle Fransa gibi bir ülkede, oldukça yakın bir tarihte yaşanan olay, içerdiği tüm sevgisizlikle, cinslerarası ihanet ve eziyetle, toplumsal güvensizlik vb. duygularla (daha doğrusu duygusuzluklarla) gerçekten çok yürek paralayıcı. Ayrıca film estetik açıdan da ilgiye değer. Kadın bedenini çok özel durumlarda tekil ya da örneğin duş alırken guruplar halinde gösteren sahneler ustaca çekilmiş. Gerektiğinde biraz 'flu' kılınarak... Ve sonuçta kadın bedeninin tüm gizlerine vakıf olma duygusuna, yerli-yerinde bir estetik sos katılabilmiş. Özellikle iki oyuncuya dikkat çekmek isterim. İlki elbette baş roldeki Anamaria Vartolemei. Sinemaya 2011 yılında ayak basan oyuncu, sanırım bu rolden sonra çok iyi işler çıkarabilir. Bir de annesini oynayan Sandrine Bonnaire. 1967 doğumlu, demek ki günümüzde 55 yaşında olan oyuncu, bilenler bilir, bir dönemde Fransız sineması içinde çok saygın bir yer edinmişti...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Geçtiğimiz Antalya Film Festivali sırasında ‘Kürtaj’ın (L'événement) Türkiye’deki ilk gösteriminde iki seyircinin fenalık geçirdiğini, sağlık görevlilerinin müdahale ettiğini hatırlıyorum. Hafta başında Beyoğlu sinemasındaki basın gösterisinde kimseye bir şey olmadı ama kendi adıma bazı sahnelere dayanmakta zorluk çektiğimi söyleyebilirim. ‘Kürtaj’ gerçekçi bir dram. Dolayısıyla, korku gerilimle ilgisi yok gibi görünebilir. Buna karşılık, içerdiği gerilim duygusu ve bazı sahneleri itibarıyla korku filmlerinden eksik kalır yanı yok. Öte yandan, duygusal ve düşünsel etki açısından baktığımızda, farklı bir durum var. Korku – gerilim filmleri içgüdülerimize hitap eder. Olup biten her şeyi güvenli bir koltukta seyretmenin verdiği rahatlık vardır. Genellikle öfkelenmeyiz; ama ‘Kürtaj’ı seyrederken ana karakteri o duruma düşüren yasal uygulamalara öfkeleniyoruz. Oturduğunuz güvenli koltuk, korku filmlerinin aksine rahatsızlık veriyor.

 

 

DİLBERAY

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bu iddialı film, az ama hep değişik olmaya çalışmış bir avuç film yönetmiş olan Hakan Kırvavaç - Ketche'nin elinde, hemen başta dediğim gibi aşırı melodramatik bir öyküye dönüşmüş. Bu kadar kötülüğü, çirkinliği, zulmü ve şiddeti (hele bir küçük kadına karşı olursa) akıl ve izan kolay kolay kabul etmiyor. Böylece filmin rahat ve akıcı anlatımı, genel oyun düzeyi ve başka şeyler biraz güme gidiyor. Özellikle de o güzelim şarkılar, türküler... Çünkü bunlar bize gerçek Dilber Ay'ın sesiyle değil, bizzat Büşra Pekin'in sesiyle veriliyor. Evet, iyi bir oyunculuk geçmişi olan ve en çok BKM'deki performanslarıyla tanınan Pekin, filme hem oyunculuğunu, hem de sesini katmış. İkisinin de muazzam katkılar olduğunu belirtmek şart. Türkülerden sadece ikisini çok gençliğini oynayan Zeliha Kendirci okumuş. O da iyi ve seslerde bir sıçrama yok. Özelikle Büşra'yı bu çok özel gösteri için kutlayalım. Dilber Ay 1956'da doğup 2019'da, demek ki 63 yaşında ölmüş. Soyadını kendisi seçmiş ve finalde ölümüne yakın çektiği bir klipin yeniden canlandırılması var. Tüm bunlar bu acılı yaşam öyküsünü temelde bize iyi veriyor. Kadının erkek eliyle ölümünün gitgide çoğaldığı toplumumuzda, filmin belki asıl bu açılardan ilgiyle izlenmesi de olası...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Dilber Ay'ın gençliğini oynayan Büşra Pekin elinden geleni yapsa ve özellikle şarkı sahnelerinde iyi performans sergilese de bu filmin yıldızı küçük Dilber'i oynayan Zeliha Kendirci... (Ki hatırlatayım Müslüm Baba filminde de Müslüm Gürses'in çocukluğunu abisi Şahin Kendirci çok iyi oynamıştı). Ayberk Pekcan'ı son kez beyazperdede izlemek hüzünlü... Nursel Köse ve Selen Uçar ise olgun performanslarıyla filmin önemli kolonları... Önce Müslüm Baba'nın şimdi de Dilber Ay'ın çileli hayatları ve filmleri düşünülünce bu memlekette şarkı, türkü söylemenin, aile içinde başlayan ve hayatın her alanına sirayet eden bir mücadele olduğunu anlıyor insan. Ki, bu mücadele ile yoğrulan sesleri onları efsaneleştiriyor galiba... Bu tür sanatçıları unutulmaz kılan da bu diye düşünüyorum.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Hayatındaki ‘iyi insan’ sayısı sınırlı olan Dilber Ay’ın ancak sanatıyla kendisini saran çemberi (zinciri) kırma öyküsü de sayılabilecek film, ‘kadına şiddet’ meselesini de popüler bir toplumsal figür eşliğinde perdeye taşıyor. Küçükken ailesinden gizli olarak katıldığı bir TRT seçmesinde ‘ustalar’ın gözüne giren ve yıllar sonra bu çocukluk başarısıyla şöhrete ulaşan sanatçının kariyer serüveni sayesinde, gazino ve pavyon hayatına, o tür ortamların kendine özgü koşullarına, raconlarına dair veriler de izliyoruz perdede. Büşra Pekin’in Dilber Ay’ın yetişkinliğine hayat verirken şarkılarını seslendirdiği ve inandırıcı bir portre çizdiği filmde ben en çok zalim babası rolündeki, yakın zamanda aramızdan ayrılan Ayberk Pekcan’ın ve küçüklüğünde izlediğimiz Zeliha Kendirci’nin performanslarını beğendim. Finali sanki pat diye kesilmiş gibi duran, kimi dönemeçleri çok çabuk geçen ‘Dilberay’, sinematografik açıdan çok etkili bir yapım olmasa da ele aldığı karakteri ve karakterin travmalarını yansıtmada başarılı. Görüntü yönetmeni Jean Paul Seresine’in kadrajlarının da kayda değer olduğunu söylemeliyim...'

 

 

KABUS SOKAĞI

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Tüm hikâye boyunca, bir görüntü filme leit-motiv gibi girer: Bir kavanoz içindeki ürkünç 'ölü bebek' görüntüsü... Bir başka leit-motiv de dönem gereği sürekli içilen sigaralardır!.. Ve film hayli trajik bir finale doğru yaklaşır. Bu arada ilk baştaki olayla birlikte hikâyeye eklenen yeni olaylar da, o ezeli ve ebedi 'baba-oğul ilişkisi tema'sına yeni bir bakış getirecektir. Film sonuç olarak değişik, çarpıcı, ürkünç ve şaşırtıcı nitelikler içeriyor. Oyunculukların üst düzeyde olduğunu zaten söylemiştim. Özellikle de Bradley Cooper, Cate Blanchett, Rooney Mara, Toni Collette, David Strathairn ve Richard Jenkins son derece sağlam kompozisyonlar çizmişler. Willem Dafoe, Ron Perlman, Mary Steenburgen gibi geçmişten çıkıp gelen oyuncular da, küçük rollerine karşın filme katkıda bulunuyorlar. Del Toro'yla birçok filmde işbirliği yapmış olan görüntü yönetmeni Dan Laustsen ise olağanüstü bir görsellik yaratıyor. Sonuç olarak, artı ve eksilerini kendimce belirtmeye çabaladığım bu filmi görüp görmeme kararı sizin!..'

 

ŞENAY AYDEMİR (medyaport.net): '... Filmin hikayesi 2. Dünya Savaşı atmosferinde geçse de bugüne dair de çok şeyler söylüyor kanımca. Guillermo del Toro’nun bir Trump dönemi alegorisi yaptığını söylersek abartmış olmayız. Stanton’un kişiliğinde, toplumu manipüle eden bir şarlatanın düşüşü resmediliyor bir bakıma. Üstelik ilk filmde “el elden üstündür misali” bir dolandırıcı olarak resmedilen Lilith’in buradaki motivasyonu çok daha politik. O para pul hırsında olduğu için değil, bir kadın olarak görmezden gelindiği, küçük görüldüğü için kuruyor küçük oyunlarını…Cate Blanchett’ten bahsetmiştik. Onun yanına Bradley Cooper (Stanton), Toni Collette (Zeena) ve Willem Dafoe (Clem Hoatley) gibi isimler eklenince film daha da güçleniyor. Oyunculuk açısından Molly’yi canlandıran Rooney Mara’nın çok silik kaldığını not düşelim buraya. “Kabus Sokağı” yılın dikkat çekici yapımlarından birisi olarak salonlarda izlenilmeyi bekliyor.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Guillermo del Toro, son filmi ‘Kâbus Sokağı’nda (Nightmare Alley) William Lindsay Gresham’ın 1946 tarihli romanını sinemaya taşıyor. 1947’de Tyrone Power’ın sürüklediği bir yapımla daha önce de uyarlanan bu metin, İkinci Dünya Savaşı döneminde karnavallarda çalışırken yaşlı bir ustadan öğrendiği zihin okuma numaralarıyla giderek yükselen hırslı bir adamın (ya da ‘şarlatan’ın) hikâyesini anlatıyor. Başrolünde Bradley Cooper’ı izlediğimiz yapım sihirbazlar, gösteriler, şovlar, karnavallar, panayırlar vs. arasında sevgiye muhtaç insanları tasvir ederken genel bir çizgide de ‘Amerikan rüyası’nın kirli yüzünü gösteriyor. Cate Blanchett, Rooney Mara (‘Carol’dan sonra tekrar bir araya geliyorlar), Willem Dafoe ve Richard Jenkins’in performanslarıyla dikkat çektiği yapım, ‘kara film’ tadı arayanlara da sesleniyor.'

 

 

DRIVE MY CAR 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... En önemli şeylerden biri filmin gerçek anlamda tiyatro kültürüne ve Vanya Dayı aracılığıyla Çehov'a şapka çıkarması. O oyundan o kadar çok diyalog var ki filmde: sahnede, provalarda, okumalarda, trende veya arabada... Bu oyunu bunca yıl sonra yeniden görme isteği veriyor insana... Özetle şehvetle şiirin, Japon kültürüyle Rus kültürünün, gerçek yaşanmışlıklarla hayat derslerinin iç içe geçtiği, son derece zengin ve doyurucu bir film. Ki bunlardan biri şöyle: "Ne olursa olsun, hayat bir şekilde devam eder." Basit, ama ne kadar doğru!.. Oyunculara hayranlığımı da belirteyim. Kafuku'da Hidetoshi Nishijima, Misaki'de Toko Muira, Koji'de Masaki Okada... Hele bu genç oyuncunun tek başına bir monolog yaptığı ve beş dakika kadar süren bir sahne var. Tek bir çekimle kaydedilmiş... Ancak bravo denebilir.'

 

ŞENAY AYDEMİR (medyaport.net): ' Ryûsuke Hamaguchi, “Vanya Dayı”nın metniyle filmin hikayesini ustaca bir buluşla geçiriyor birbirinin içine. Oto’nun Yusuko kolayca ezberlesin diye kasete kaydettiği tiyatro metni, arabanın içindeki sahnelerde bir ses bandı olarak sürekli akıyor. Bir yanda Yusuko ezberini yaparken, diğer yandan karakterlerin içinde bulunduğu duruma dair metin akıyor. Bu, film dünyasında yıkılan dilin gücünün bir kez daha teslim edilmesi anlamına geliyor bir bakıma. Dile gelen metin, yaralardan akan kan için akacak yatak görevi görüyor bir süre. Ayrıca arabanın içindeki iki insanı da yakınlaştırıyor birbirine bu metin. Kafuku, yaşasa o yaşta olacak kızı yerine koyduğu Misaki’nin acısına ortak oluyor; Misaki belki de hiç tanımadığı babası gibi gördüğü bu adamın Oto’ya dair hikayesini tamamlıyor... “Drive My Car”, izlerken çok şey düşündürtüp, hissettiren ama yazarken toparlaması kolay olmayan yapımlardan. Bu hafta itibariyle salonlardaki yerini alan filmi izleyip herkesin kendi kararını vermesi en iyisi. Unutmadan Oscar’da adından hayli söz ettirecek gibi görünüyor.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... İsmini The Beatles’ın ‘Drive My Car’ından alan bu öyküyü Takamasa Oe’yle birlikte senaryolaştıran Hamaguchi, son derece katmanlı, parça parça açılan bir yapıta dönüştürmüş. Film, orijinal metinden farklı olarak ‘Vanya Dayı’nın sahnelenme sürecine, ekipteki tiyatro oyuncularının karakterlerine, Kafuku’nun o sırada gelişmeleri ‘sessiz bir tanık’ kimliğiyle izleyen şoför Misaki’yle derinleşen ilişkilerine de uzanıyor. Ve tabii ki Takatsuki’yle yönetmen arasındaki kişisel hesaplaşma da kıyıya vuruyor... Öte yandan filmin aktardığı öykü özetle bize zaman zaman kendi serüvenlerimizde, aşk ilişkilerimizde, ayrılıklarımızda, yaşanmışlıklarımızda karşımıza çıkan “Bende ne bulmuştu, ben onda ne bulmuştum; şununla neden beraber oldu, ben de olmayan ve şunda bulduğu neydi” türünden soruları hatırlatıyor. Ben filmde en çok Kafuku’nun Oto’yu anlatırken kurduğu “Hayatla başa çıkmak için birbirimize ihtiyacımız vardı” cümlesini beğendim...'

 

 

KAOS YÜRÜYÜŞÜ

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Filmin kamera arkasında Doug Liman; başrollerinde de son ‘Örümcek Adam’ Tom Holland, yeni kuşak ‘Star Wars’ ailesinden Daisy Ridley ve en son ‘Körkütük’te döktüren Mads Mikkelsen var. Sırf erkeklerden oluşan bir toplumun ne kadar sıkıcı olduğunu gösteren öykü fena değil ama bu denli zengin oluşuma karşın ortaya çıkan film bizi “Daha iyi olabilirdi” yargısına götürüyor. Sonuçta ‘Drive My Car’ın ilham kaynağı olan Murakami kitabı ‘Kadınsız Erkekler’in distopik versiyonu niteliğindeki ‘Kaos Yürüyüşü’, kadrosu ve öyküsündeki yer yer ilginç görünen fikirleri itibariyle ilgi gösterilecek bir yapım.'

 

 

ŞARKINI SÖYLE 2

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Şarkını Söyle 2’nin kuşkusuz en eğlenceli yanlarından biri, insansı özellikler taşıyan farklı hayvanları bildiğimiz, sevdiğimiz popüler şarkıları söylerken ve dans ederken görmek… İlk filmde olduğu gibi özgün şarkıların sayısı kısıtlı; Amerikalıların ‘jukebox’ dedikleri bir müzikal türü bu… Dolayısıyla, film boyunca birçok hit şarkı dinliyoruz. Hatta arada fon müziği olarak Billie Eilish’in ‘Bad Guy’ gibi kayıtlarına da yer veriliyor ama şarkıların çoğunu hayvanlar sahnede gösterişli mizansenler ve koreografiler eşliğinde seslendiriyor. Yönetmen Garth Jennings’in özellikle bu filmde Broadway müzikal estetiğini, bilgisayar animasyon tekniklerinin verdiği sınırsız olanaklarla uç noktalara götürdüğünü görüyoruz. Sözgelimi, bilimkurgu müzikalindeki o sahne tasarımlarını gerçek dünyada kurmak açıkçası olası değil...'

 

BURAK GÖRAL (cocuklasinema.com): '... İlk filmde de ilgi çeken hayvan kahramanlarımız yine dans ve şarkı söyleme yeteneklerini sergiliyorlar. Hikayenin kötü karakteri Bay Crystal en başta komik bir karakter ama giderek tehlikeli bir hale bürünerek kahramanlarımızı tehdit ediyor. Hatta bir sahnede Moon’u öldürmeye çok yaklaşıyor. Ama ilk filmdeki gibi eli silahlı bir çete yok neyse ki. Çizgi film şiddeti var ama ilk filme göre daha az. Moon ve ekibi olmayan bir şeyi varmış gibi göstererek iyi bir amaç için olsa da en başta yalan söylüyorlar! Aslında hikayenin fitilini ateşleyen şey de böyle yanlış bir tavır malesef. Çekingen fil Meena, başroldeki kibirli erkek oyuncuyla anlaşamıyor ve emekçi bir fil olan Alfonso’dan hoşlanıyor ve çekingen bir kurlaşma yaşıyorlar. Müzikle arası iyi olan çocuklar Billie Eilish’ten The Weeknd’e, U2’dan Elton John’a kadar pek çok tanıdık isimlerin şarkılarını duyabilirler. (Aslında orijinal versiyonun finalinde Calloway’i seslendiren Bono ile Scarlett Johansson’un ‘düet’i gerçekten harika). “Şarkını Söyle 2” tabi ki dayanışma, ekip çalışması, kibirli olmak/mütevazı olmak, kendini doğru tanımak gibi temalarda pozitif mesajlar veriyor...'

 

 

KOLONİ

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bilimkurgu filmlerini merakın dışında ayrıca ne türden yeni fikirlerle karşımıza çıkıyor diye izleriz. ‘Koloni’, distopik yapısını insanlığın en eski ve sorunlu reflekslerinden biri olan ‘sömürge düzeni’ etrafında kuruyor. Sonrasıysa aksiyonel bir isyan… Sonuçta yöneldiği aksiyon ekseni yeni olmasa da özellikle sunduğu görsel dünya (görüntü yönetmeni Markus Förderer’in etkili kadrajları), suyla kaplı bir gezegen profili ve ekosisteme ilişkin uyarılarıyla ilgiyi hak eden bir çaba karşımızdaki.'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Öncelikle, Tim Fehlbaum’un görsel olarak çarpıcı bir atmosfer kurmayı başardığını söylemeden geçmeyelim. Görüntü ve sanat yönetimiyle, müzikleriyle tam bir atmosfer filmi “Koloni”. Ki benzer bir durumun “Hell” için de geçerli olduğunu ve her iki filminde Almanya’da birçok teknik ödüle değer bulunduğunu belirtelim. Bu arada film her ne kadar Almanya yapımı olsa da dili İngilizce. Bunun özel bir anlamı olmalı. Yani dünya yıkılıp başka gezegenlerde yaşanılmaya başlansa bile sömürge dilinin devamlılığı baki. Bu yorumu yapmamın nedeni, filmin adından da anlaşılacağı üzere kolonileştirme üzerine de söylediği sözler var. En nihayetinde dünyayı sonunu getirecek kadar sömürüp soluğu başka gezegenlerde alan egemen bir zihniyetin aradan on yıllar (belki yüz) geçtikten sonra bile doğaya ve insan emeğine yaklaşımı değişmiyor. ‘Uzaydan gelenler’ için bu dünya hâlâ insan ve doğa kaynakları sömürülecek bir yer. Filmin bu öngörüsünü anlamlı kılan gelişmeler bugün yaşanıyor öte yandan...'

 

 

AYRI DÜNYALAR

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmde Marianne'in düşüncelerinin iç monologlar biçiminde verilmesi ilginç  bir yöntem olmuş. Ayrıca kadınların yalnızca emek sahnelerinde değil, örneğin Amerikan barda içerken, bowling oynarken veya bir süpermarkette dolaşırken gösterilmesi de çok hoş. Ya da gemide hapis kalma bölümü... Efsanevi oyuncu Juliette Binoche 1964 doğumlu olduğuna göre, bugün 58 yaşında. Biraz yaşlanmış, ama yüzündeki o kişisel anlam ve çekicilik yerli yerinde duruyor. Diğer oyuncular ise tümüyle amatörlerden seçilmiş: Böylesine iddialı bir film için pek görülmemiş şey!.. Ama bu kazanılmış bir seçim. Özelikle Christie'de Helene Lambert ve Marilou'da Lea Carne müthiş!.. Erkek rolleriyse söz etmeye değmeyecek kadar küçük... Sorry, gentlemen!..'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Emmanuel Carrère’in yapıtı iki ana eksende ele alınabilir. Görünürdeki kaygı, emekçilerin kötü koşullarını, sistem karşısındaki çaresizliklerini göstermek... Bu yanıyla ‘Ayrı Dünyalar’ fazlasıyla Ken Loach filmlerinin tadını veriyor. Öte yandan ikinci eksende bizi şu soruyla karşı karşıya bırakıyor: Tüm iyi niyetine rağmen gazetecinin, kendisini böylesine sıcak karşılayıp ‘aile üyesi’ gibi gören emekçilere durumu dürüstçe açıklamaması ne kadar etiktir? Marienne kitabı için yeterli malzemeyi topladıktan sonra kendi konforlu hayatına kaldığı yerden devam edecektir. Peki ya Christèle, Marilou ve diğerleri? Onlar yine karanlıkta yollara düşecek, nevresimleri değiştirecek, ‘en alttaki’ hayatlarına devam edeceklerdir. Bu çelişkiyi bir Fransız sinema yazarı enfes bir biçimde tanımlamış: ''İlhamını başkalarının sıkıntılarından alanlar...''

 

 

 

BENDEN NE OLUR?

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmin alabildiğine hınzır, cesur ve güncel bir mizahı var. Çılgın bir müziğin de katkısıyla filme oldukça büyük bir coşku duygusu ve gülmece havası katan... Bir başka bir özelliği de kadın/erkek ilişkilerine bakışı. Bir erkeğin elinden çıkmış olsa da metnin asıl yazarı olan Aslı Kızmaz'ın katkısıyla, erkeklere bakışı son derece keskin ve aynı ölçüde çekici ögeler içeriyor. Kadınlarda komedi ögesi, erkeklerde çekicilik ön planda gibi. Elbette Sertap rolündeki eşsiz Hazel Kaya'yı ayrı tutuyorum. Filme katkısı öylesine büyük ki... Ama erkeklerin hemen hepsi çok yakışıklı, çok albenili. Bu açıdan, filmin özelikle kadınlara ayrı bir biçimde seslenmesi şaşırtıcı olmaz!.. Komedi türünde bence son dönemin en iyi yerli filmi olmaya aday bu film... Ekmelettin Lounge'ın sahibinde deneyimli oyuncu Tarık Pabuççuoğlu'nu, görüntü çalışmasında Olcay Oğuz'u ve de müziğiyle Tolga Çebi'yi de ayrıca kutlamak isterim...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Büyümemiş erkek hikayelerinden farklı olarak karakterimiz Sertab büyümediğinin farkında. Hayatın inişli çıkışlı seyrinde büyüyerek yol alabileceğini idrak edebiliyor. Bu amaçla da hamleler yapabiliyor... Hazal Kaya ve Enis Arıkan'ın performanslarıyla sürüklediği yapım, sinemamızdaki erkek egemen kaba komedi furyası içinde alternatif bir seyirlik.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Aslı T. Kızmaz’ın kitabından yazarla birlikte Müge Öztürk’ün kaleme aldığı senaryodan çekilen ‘Benden Ne Olur?’, orta sınıf zevklerine ve hayallerine seslenen şehirli bir aşk hikâyesi anlatıyor. Bir yanıyla ‘Issız Adam’ meselesini de tekrar hatırlatan Murat Şenöy imzalı yapımda Hazal Kaya (etkileyici bir performans sergiliyor) ve Onur Tuna başrollerde. Ana karakterler arasında çatışma yaratma konusunda yer yer inandırıcılık sorunları yaşasa da reklam estetiğine göz kırpan görsel anlatımıyla beklentileri karşılayacak türden bir romantik komedi olmuş ‘Benden Ne Olur?’. 

 

 

KOD 355

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Beyazperdede sıkça karşılaşmayacağımız şekilde bir Çin-ABD ortak yapımı olan Kod 355'in, hem ajan dünyasındaki erkek egemen temsile kafa tutması hem de yeni küresel düşman tanımlamasıyla dikkat çeken yönleri var. Bu iki nokta bize değişen dünya düzenine ilişkin bir fikir veriyor aslında. Kendi janrında ortalama olan bir senaryo aslında usta bir yönetmenin elinde daha iyi bir yapıma dönüşebilirmiş. Lakin Kinberg'in yönetmenliği filmi iyi noktalara taşımaya yetmiyor. Neyse ki perde cazibesi olan oyuncular var karşımızda. Ki özellikle Diane Kruger ve Penelope Cruz'un performansı dikkat çekici. Nihayetinde Kod 355, Batı'da olduğu gibi öyle yerden yere vurulacak bir yapım değil. Aksiyon ve casusluk filmlerini sevenler için de keyifli bir seyirlik...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  ‘Kod 355’te komik olsun diye yazılmış sahneler var ama Penelope Cruz’un kulaklıktan gelen direktiflerle zorunlu olarak flört ettiği sahne hariç mizah duygusunun iyi işlediğini söylemek zor. Filmin yapımcıları arasında yer alan Jessica Chastain, oyunculuk gücüne laf ettirmeyecek bir iş koyuyor ortaya. Oyunculuk, ‘Kod 355’in sağlam yanlarından biri; ama filmi kurtardığını söylemek zor. Bu arada, Mace’in kırmızının baskın olduğu desenli ‘romantik’ elbisesiyle, aksiyona daha uygun giyinerek evden çıktığı belli olan Marie’yi Paris metrosuna kadar kovalaması, bence en iyi sahne. Junkie XL imzalı müzikler de filmin galiba en iyi yanlarından biri… Son olarak, filmin adını, 18. Yüzyıl’da Amerika’daki bağımsızlık yanlılarının İngiliz yönetimine isyan ettiği dönemdeki 355 kodlu bir kadın ajandan aldığını belirtelim.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Malum, günümüz sinemasında kadın ajanlar uzun bir süredir Mata Hari türü istihbarat toplama görevlerinin ötesinde bizzat sahada boy gösteriyorlar. Dövüş tekniklerine hâkimler, çok iyi silah kullanıyorlar, zekiler ve arada bir de aşk meşk konularına girebiliyorlar. Luc Besson’un ‘Nikita’sından Charlize Theron’lu ‘Atomic Blondie’ye ve Jennifer Lawrence’lı ‘Red Sparrow’a uzanan yol bahsettiğimiz. Simon Kinberg’in yapıtı ‘Kod 355’ (The 355) ise öyküsünü dünyayı felaketlerden korumak üzere ‘kadın dayanışması’yla hareket eden ajan karakterlerini çoğaltarak anlatıyor. Günümüz siyasi dengeleri, Çin’in dahli, Mace’in ‘Jason Bourne’vari şekilde ‘örgüt dışı’ kalması gibi unsurların dışında ‘Kod 355’, ‘modern ajan filmleri’nin temel düsturu, dünyanın çeşitli merkezlerine uğrama (Washington, Paris, Londra, Berlin, Marakeş, Şanghay) gerekliliğinin de üstesinden geliyor...'

 

 

ÇIĞLIK

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Şimdiki zaman gerilim sineması Wes Craven’ın bir tür vasiyeti sayılabilecek ‘Çığlık’ (Scream) serisine 2022’den bir ek yapıyor. Bu yeni adımda, Woodsboro adlı kasabada, Munch’un ünlü tablosundan mülhem ‘maske’yi takan yeni bir seri katil ortaya çıkıyor. Genç kuşak kurbanlar ve olayı çözmeye çalışanlar derken belli bir noktadan sonra serinin ‘demirbaşları’ Dewey, Gale ve Sidney de meseleye dahil oluyor. Yeni ‘Çığlık’ yer yer zekice anlar, gerilim sinemasına ve Hollywood’un reflekslerine dair göndermeler içerse de bazı noktalarda yapmak istediklerinin altını defalarca ve gözümüzün içine sokarak çiziyor ve bu yüzden ortalamayı aşamıyor. Bir de film fazla ‘kanlı’.

 

 

THE KING'S MAN: BAŞLANGIÇ 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film sonuç olarak bizim tarihimize de yaklaşan ilginç bir öykü anlatıyor. Ama öylesine naif bir uslupla, öylesine klasik bir biçimde ki... En klasik tarzda sunulmuş bir kahramanlık destanı bu. Gerçek kişiler de olsalar, ortada karakter yaratma çabası yok... Daha çok klişelere ve kalıplara uygun bir sonuç alınıyor. Aslında çok iyi oyunlar veren özellikle Oxford Dükü'nde Ralph Fiennes ve dadı Polly'de Gemma Arterton olmak üzere... Rasputin'de Rhys İfan, genç Oxford'da Harris Dickinson, siyahi Shola'da Djimon Hounsou, general Kitchener'de emektar Charles Dance, Hanussen'de Daniel Brühl yeterince iyiler. Ve de aksiyon sahneleri de cabası. Hele İngiltere'nin Manş denizine bakan ve inen bölümlerinde olup bitenler. Kahramanlarımızın -ve hele o yaşında onca atlayıp zıplayan Ralph Finnes'in- kurtulmasını sağlayan keçiler sahnesi örneğin... Belki bu bölüm için bile görülmeye değer desem... Acaba abartmış olur muyum? Yine de siz bence "keçileri kaçırmayın!"... Bir de son jenerikler bitmeden kalkmayın. Çünkü hayli hoş bir sürpriz sahne var!..

 

 

KAHRAMAN

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Kahraman’ iyiliğin gerçek anlamının değil, iyiliğin faydalarının öne çıktığı bir çağdan etkileyici manzaralar sunuyor. Farhadi’nin önceki filmlerine oranla sosyal eleştirinin daha fazla öne çıktığını düşünüyorum. Alacaklının Rahim’e ‘Sistem seni kullanıyor’ dediği sahneyi unutmamak gerek. Rahim’in süreçten hiç rahatsız olmadığını, sadece kendi hedefine kilitlendiğini görüyoruz orada. Ama finale doğru, o da rahatsız olmaya başlıyor. Önceki Farhadi filmlerindeki genel eğilimin aksine ego ve gurur burada karakterin ruhunu kurtarıyor. Anlatıma odaklanırsak, Farhadi’nin önceki filmlerine göre daha geniş çerçeve formatında çalıştığını görmek mümkün. Belki de bu yüzden Farhadi hikâyenin geçtiği çevreyi daha özenli betimliyor. Kamerası birçok sahnede hareketli ve bazı çekimleri uzun. Ama biçimciliğe sapmıyor, kamera ve kurgunun varlığını pek hissettirmiyor. Son olarak, özellikle açılış bölümünde daha sakin bir tempo benimsediğini ve hikâyeye girmek için acele etmediğini söyleyebilirim...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Çemberin içine daha çok karakter ve yaşadıkları ikilemler dahil oldukça dağınık bir hal alan ‘Kahraman’ın, yönetmeninin maharetli elleriyle gayet güzel toparlandığını belirtmek isterim. Geçen yıl Cannes’da ‘Jüri Özel Ödülü’yle taçlandırılan Farhadi’nin yapıtının Oscar’larda da ‘Yabancı Dilde En İyi Film’in ‘beş aday’ından biri olması yüksek ihtimal... Konuşma engelli Siyavuş’un, hapishane görevlisinin cep telefonuna görüntü yoluyla, babasına ilişkin görüşlerini aktarmaya çalıştığı sahnede zirvesine ulaşan, öyküsüne ‘sosyal medya refleksleri’ de yediren film, Brecht’in ünlü deyişi “İhtiyacımız kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyacı olmayan bir toplumdur”u da hatırlatıyor.'

 

 

LICORICE PIZZA

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Ve filmde birçok unutulmaz bölüm var... Örneğin o "her şeye evet demeyi" öğreten sahne... Ya da Alana'nın yüreğini vermeyi tasarladığı yakışıklı bir belediye sorumlusu gencin bir başka erkekle büyük aşk yaşadığının ortaya çıkması... Bunlar filmin biraz gevşek yapısına yer yer gelip derin bir duyarlılık ya da keskin bir mizah katıyorlar. Ama belki en önemlisi şu: Film sonunda hiç çaktırmadan, büyük ve gerçek bir aşk hikâyesine dönüşüyor. Tüm o klasik 'love story'leri aşarak, kendine özgü, ama yine kolay unutulmayacak bir romans... Daha ne istenir? Ve de oyuncular... İki başroldeki oyuncu, perdeye ilk adımlarını atıyorlar. Gary'yi oynayan Cooper Hoffman, unutulmaz ve 'müteveffa' oyuncu Philip Seymour Hoffman'ın oğlu. Onu tam beş filminde oynatmış olan yönetmen, bu filmde de başrolü oğluna vermiş. Etkilenmez misiniz? Gerek o, gerekse Alana'yı oynayan Alana Haim son derece iyiler. Ve sanırım ikisi de bundan sonra sinemada kalıcı olurlar...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  Anderson sinemasını çok sevdiğim ve beklentilerim yüksek olduğu için ‘Licorice Pizza’da biraz hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf edebilirim. Ayrıntılar, yan karakterler gerçekten hoş ama Alana’nın yaşadığı iç çatışma dışında ilgimi çeken bir dramatik derinlik bulamadım filmde. ‘Licorice Pizza’ Anderson’un en sıcak ve duygusal filmi. Hatta kendi tarzında bir ‘kendini iyi hisset filmi’ olduğu dahi söylenebilir. Anderson’un, film boyunca ‘kavuşma’, ‘birbirinin peşinde koşma’, ‘hayran hayran birbirini süzme’ gibi eski usul romantik sahnelerden uzak durmadığını belirtelim. Oscar ödüllerinin en önemli adayları arasında gösterilen, ABD’de çok beğenilen ve daha şimdiden önemli ödüller kazanan ‘Licorice Pizza’yı ileride seyrettiğimde fikirlerim değişir mi bilmiyorum. Anderson deyince aklıma insan ruhunu anlamaya çalışan, derin sulara tüpsüz dalışlar yapan bir sinemacı geliyor. ‘Licorice Pizza’da ise sanki bu yoğunluğa ara verip hem kendini hem de bizi mutlu etmek istediğini düşünüyorum...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Philip Seymour Hoffman’ın oğlu Cooper Hoffman’la ‘Haim’ adlı pop rock grubunun üyesi Alana Haim’in başarılı performanslarıyla sürükledikleri film, San Fernando Vadisi’nin Hollywood eksenli renkli hayatını da görüntüleri arasına katıyor. Dışarıda çok beğenilen ve büyük övgülere mazhar olan ‘Licorice Pizza’, belli bir kuşağa sesleniyor. Lakin film bu aşk üzerine odaklanıyor ama sanki eldeki malzeme, sürenin dolmasına yetmemiş ve Gary’nin yakın çevresinin oluşturduğu ‘ergen grubu’nun yaşadığı talihsizlikler, ilginç olaylar, eski Hollywood şöhretlerine yapılan göndermeler, Barbra Streisand’ın ‘arıza’ erkek arkadaşı Jon Peters karakteri vs. ile öykü şişirilmiş gibi. Bu durum da eldeki en önemli veri olan ‘aşk hikâyesi’nin belli bir noktadan sonra etkileyiciliğini kaybetmesine neden olmuş.'

 

 

 

LOUIS WAIN'IN RENKLİ DÜNYASI

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Wain'in hayatı her ne kadar trajik olsa da yönetmen Will Sharpe sıcak, duygusal, umutlu bir anlatımla Wain'in hayatına bakıyor. Wain'i bize hatırlatırken ya da tanıtırken onun zorlukların üstesinden gelme azmini, hayatla başa çıkma halini öne çıkarıyor. Elbet bir biyografi filmi olması nedeniyle filmin bütün yükü Wain'i canlandıran Benedict Cumberbatch'in omuzları üzerinde. Son yılların en gözde aktörlerinden olan Cumberbatch de bu yükü ziyadesiyle film boyunca taşıyor. 20'li yaşlarından 60'lı yaşlarına kadar Wain'i olağanüstü bir perforsmans sergileyerek beyazperdeye taşırken, yönetmenin Wain'in hayatına yaklaşımıyla paralel bir anlayışla hareket ediyor. Hani kedi resim ve videolarının bu kadar prim yaptığı şimdiki zamanlarda, kedilerin sevimli ve hınzır dünyasını ilk keşfeden, onu da çizen, 20. yüzyılın başında insanların kediler hakkındaki algılarını değiştiren ressam Wain'e, bir vefa borcumuzu ödemek için bile izlenir bu film. O zaman tüm kediseverler sinemaya...'

 

 

 

MATRIX: RESURRECTION

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Yıllar sonra gelen bu yeni film, ilerleyen yaşıma ve bunun getirdiği (getirmesi gereken) ciddileşme eğilimine rağmen, beni en çok etkileyeni oldu. Bunda elbette çok özel şeyler rol oynadı. Sizlere anlatmaya çalışacağım... Bu film için ne demeli? Bir yerinde dendiği gibi "bir zihin pornosu" olabilir mi acaba? Ama aslında birçok öge gelir ve filmi yüksek bir düzeye çıkarır. Öncelikle ana temaları... Gerçi dinsel ve felsefi ögeler biraz ikinci plana itilmiş olsalar da geride hep vardır. Belli ölçüde bir kapitalizm ve aşırı teknolojiye teslim olma eleştirisi de... Aynı biçimde, aksiyon ögeleri... Görkemli düelllolar, uçma sahneleri, gökyüzünü gündelik bir mekan haline getirme başarısı... Sonra kimi sahnelerdeki slow-motion (yavaşlatma) çabasına eklenen flow-motion olayı. Yani bir silahtan çıkmış bir kurşunu (bile) yönetme, hızını kesme ya da tam yerinde durdurma yetisi. Hayal, ama ne güzel bir hayal!.. Ve bunun sinemada böylesine iyi verilmesi. Başka şeyler de var. Bunlardan önemlilerinden biri, hikâyenin sonuç olarak görkemli bir aşk hikâyesine dönüşmesi...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  "Çok fazla yeni fikrin olmadığı bir Matrix filmi neden çekildi" diye sormak bana çok anlamlı gelmiyor aslında. Seyirciyi salonlara çektiği sürece Matrix’in devam edeceğini öngörmek mümkün. Ama garantili formüller yerine biraz daha yeni ve cesur fikirler gerekiyor sanki. Filmin bir noktasında insanları kontrol etmenin en kolay yolunun arzu ve korkularla ilgili olduğu söyleniyor. Keşke film bu konuda derinleşebilseydi, diye düşünmeden edemiyorum. Özetle, serinin dördüncü halkası, ilk yarısında verdiği umutların ardını getiremiyor; ‘yeni’ bir film olamıyor. Filmin ilk bölümünde şirkette ‘Matrix’ üzerine yaptıkları beyin fırtınası toplantısı sırasında hikâyeye dair gerçekten çok umutlanmış, Lana Wachowski’nin bizi Matrix evreninde yeni bir faza taşıyacağını düşünmüştüm. Ama niyeti belli ki yeni görünümlü eski usul bir Matrix filmi yapmakmış. Hedefine ulaştığı kesin.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Büyük beklentileri olan Matrix hayranları ne düşünür bilemiyorum ama Lara Wachowski, zamanın ruhuna uygun bir Matrix evreni kurmayı başarıyor naçizane. Eski dostlarımızdan bazıları yok, bazıları farklı şekilde karşımıza çıkıyor. Ama bu evrende özgür irade adına insana, makineler karşısında ikinci bir şans veriyor Lara Wachowski. Neo ve Trinity'nin işi kolay değil. Karşılarında "insanın hayallerini bile insana karşı silaha çeviren" bir sistem var. Bakalım bu mücadele nereye evrilecek? Lakin dijital çağın imkanlarının doyumsuzca solunduğu bir dünyanın gidişatıyla ilgili bir derdi var Lara Wachowski'nin. Yeni Matrix evreninde, bu dijital dünyada insan emeğini ve unsurunu görmezden gelen, sürekli error verse de zekasıyla krizleri fırsatçılığa dönüştüren, bizim sistem dediğimiz bir anlayışla, her şeyin insan odaklı olması gerektiğini düşünen, gerçeğin, değerlerin önemli olduğunu ortaya koyan iki farklı yaklaşımın mücadelesini izliyoruz...'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Yeni Matrix hakkında söylenebilecek en naif şey: “İzlerken sorun yok ama bitince ne gerek vardı dedirtiyor” olabilir. Halbuki Matrix evreni içinde bulunduğumuz çağda genişlemeye o kadar müsait ki! Dönemin kendisinin ‘hakikat sonrası’ (post truth) olarak adlandırıldığı bir zamandayız. İnsanların sosyal medya personaları ve gerçek kimlikleri arasındaki uçurumun giderek açıldığı bir ‘matrix evreni’ söz konusu. Yani 20 küsur yıl yaklaşmakta olanı öngörüp, bugün olanı anlatmamayı tercih etmek ele gelen fırsat tepmek gibi olmuş kanımca. Tabii bunda, bu işe kafa yoranların sıkça dikkat çektikleri Hollywood’un geldiği durumu da eklemek gerekiyor. Bugün olsa Matrix gibi bir proje çekilebilir miydi? Bu soru, ’90’lı yıllar boyunca Hollywood’da çekilebilmiş birçok ‘ana akım’ için de sorulabilir. Sadece bu filmin vizyona girdiği 1999 yılına bakmak bile yeterli. “Dövüş Kulübü”, “Gözleri Tamamen Kapalı”, “Hayalet Süvari”, “Amerikan Güzeli”. Bu filmlerin çoğunu gündeme almak bugün için imkansız görünüyor. O yüzden Matrix gibi bir Matrix filmi yerine, Marvel estetiği ile bezenmiş bir yapım reva görülüyor bizlere. Yani serinin ruhuna uygun felsefi bir tanımla söylersek, büyük yapımcılar “Aynı nehirde iki kez yıkanmıyor” belli ki!...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Wachowski’ler tüm ısrarlara karşın “Üç filmde dediğimizi dedik, söyleyecek yeni fikirlerimiz yok” türünden gerekçelerle dördüncü bir ‘Matrix’ projesinden kaçınmışlardı. Peki ‘Resurrections’ nerden çıktı? Lana Wachowski’nin açıklamalarından öğreniyoruz ki şöyle bir motivasyonla doğmuş bu proje: “Annemle babam hastalanmıştı, eşimle yanlarına taşındık ve hayatlarının son birkaç ayında onlara baktık. Bir gece uyandım; onlar ölüyor ve ben acı ve keder içindeydim. Beynim yatıştırıcı olacak bir hikâye hayal etmek istedi. Ve böylece ölmüş iki karakter -Neo ve Trinity- dirildi ve canlandı.” Yani son derece insani bir refleksle, karşı durdukları fikre sarılmış Lana Wachowski... Fakat izlediğimiz 2 saat 28 dakikalık bu son adım ne yazık ki zorlama bir çaba... Bu türden devam hamleleri genellikle sorunludur ve belki gişede değil ama sinematografik anlamda beklentileri karşılamaz. ‘The Resurrections’ da bütün gücünü bence çok da etkileyici olmayan bir aşk hikâyesi etrafında kurmaya çalışırken ‘üçleme’nin genel meselelerinin üzerinden tekrardan geçmiş ve daha çok aksiyona yüklenmiş... Sürekli çatışma sahneleri, serinin alameti farikası olan ‘bullet time’ (kurşun zamanı) gösterileriyle filmin süresi adeta doldurulmuş...'

 

MÜJDE IŞIL (MİLLİYET): '...  “The Matrix Resurrections”ın seriye özgünlük getirme gibi bir derdi yok. 20 küsur yıla uzanan nostaljinin peşine takılıyor, hatta onu alabildiğine sömürüyor. Özellikle ilk filmle benzeşen pek çok sahne var ama o da yetmiyor, “anlamayan kalmasın” diye serinin bazı bölümlerini karşımıza getiriyor da getiriyor. Nostaljinin nasıl kucaklanabildiğini, geçen hafta “Spider-Man: No Way Home/ Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok”ta izlemiştik. Nostaljiyi kucaklamak ile sömürmek arasındaki fark açısından iki film, iki zıt örnek. “The Matrix Resurrections” serinin efsaneleşmesini ti’ye almaya ve karikatürize etmeye çalışıyor ama senaryoda mizahi bir zekâdan söz etmek zor. Filmin kendisiyle, devam fikriyle ve günümüz sanal âlemiyle dalga geçme hâli, ortada mizah duygusunu hissettiren bir senaryo olmadığı için güldürmeyen espri yumağına dönüşüyor. “The Matrix Resurrections” hem kendine hayran kalmak hem de kendisiyle dalga geçmek arasında savrulup duruyor. Senaryo zafiyeti o kadar belli ki, yeni fikirler üzerinden gitmek yerine her şey Neo-Trinity aşkına bağlanıp orada tıkanıyor.'

 

 

ÖRÜMCEK-ADAM: EVE DÖNÜŞ YOK

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmin ortaya koyduğu önemli temalardan biri de şu: Bizde 'adı çıkmış' denen bir kişi için en güzel çözüm nedir? Onu tümüyle unutmak/unutturmak ve köşesinde sakin yaşamasına izin vermek mi? Yoksa her şeye karşın geldiği yeri, eriştiği ünü koruması mı? Hele bir ara 'dünyanın en ünlü insanı' titrini almış biri için... Öyle bir kişi için, filmde dendiği gibi 'unutulmak en acı kader' olabilir mi? Evet, bu çılgın tempolu, akıcı ve sürükleyici, üstün teknolojili masalın özünde böylesine ciddi temalar da var!.. Ama bizim gibi yaşlılar daha çok bunlardan etkilense de, filmin asıl müşterisi gençler olacak. Aslında 'her yaştan gençler' desem daha doğru. Çünkü basın gösterimindeki ilk kez gördüğüm ve yer yer filmi alkışlayan o genç kuşağın (artık X kuşağı mı, Y kuşağı mı, yoksa Z kuşağı mı, bilmiyorum!) o alkışları çok farklı şeylere yönelttiği kesindi. Ve bizler artık bir filmi alkışlamayı çoktan unuttuğumuza göre, en doğrusu onların yaptığıydı...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Stan Lee-Steve Ditko ikilisinin 1962’de yarattıkları ‘Örümcek-Adam’ın sinemadaki bu son yansımasında senaryoya imza atan Chris McKenna ve Erik Sommers, parlak sayılabilecek bir fikir bulmuşlar ve öyküyü bu sarmal üzerine kurmuşlar: Yani kapıyı açık gören geliyor! ‘Bilimsel teori literatürü’nde bu durum örneğin ‘başka zaman dilimi’ olarak da mı adlandırılır bilemem ama onlar ‘çoklu evren’ tanımını uygun görmüşler ve bütün mantığı bu temel üzerine inşa etmişler. Ben bütün külliyat içinde Sam Raimi’ninkileri beğenirim, ayrıca 2018 tarihli ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde’ adlı animasyon da seriye aradan dahil olup yepyeni bir soluk getirmişti. ‘Eve Dönüş Yok’ ise bütün külliyatı toparlama konusunda başarılı. Öte yandan senaryo, genç kuşak üzerindeki etkileri yadsınamaz bir ‘süper kahraman’ kimliğine sahip ‘Örümcek-Adam’ üzerinden kötüleri, eski hallerine, yani iyi oldukları kişiliklerine döndürme çabasının altını çizerek bir tür ahlak ve hayat dersine de soyunuyor. Bu da Christopher Nolan ve Todd Phillips’in ‘Joker’ vasıtasıyla bir tür ‘Kötülüğe övgü’yü neredeyse idolleştirmeye yeltendikleri bir sinema coğrafyası içinde hem ters akıntı gibi duruyor hem de bence naif kalıyor...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Filmin tüm kırılma noktalarında bu tolerans ortaya çıktığı gibi son seride iyice belirginleşen mizahın çerçevesini de bu tolerans belirliyor. Anladığım Peter Parker'a yetişkinlerin değil de ergenlerin gözünden bakılması yeni neslin bu süper kahramanı daha iyi sahiplenmesinin de temel nedeni. Açıkçası Jon Watts da filmlerle kime seslendiğinin çok farkında. İyiliğin bulaşıcı olduğu fikri, okulun ve okumanın, sorumluluk almanın önemi, hatalardan ders çıkarma meselesi, insanlara önyargıyla yaklaşmanın tehlikesi gibi önemli meselelerde Jon Watts açıktan tavır alıyor. Bu anlamda süper kahraman mitinde, insanların güçle kurduğu ilişkiyi farklı bir noktaya taşımayı başarıyor. İşin bu yönü takdir edilesi bir durum açıkçası. Öte yandan Jon Watts'ın bu filmde büyük sürprizleri var. Üstelik üç seriyi de kapsayan sürprizler bunlar. Filmin seyir zevkini bozmamak için bu sürprizleri açık etmeye gerek yok. Ama ince düşünülmüş, Örümcek Adam evrenini iyi bilenleri heyecandan mest edecek sürprizler bunlar.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Karanlık ve derin bir film değil ‘Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok’. Kuşkusuz, ilk iki filme oranla, daha hüzünlü, duygusal anlar var ama yine de o ‘hafif ve eğlenceli gençlik filmi’ havasından hiç vazgeçilmiyor. Özellikle mizah duygusunun iyi çalıştığını düşünüyorum. Bir de karakterler arası ilişkilerin…. Önceki filmler, yönetmen Jon Watts’ın CGI ile gerçek mekânları birleştirdiği çok iyi aksiyon sahneleriyle öne çıkıyordu. Aksiyon bu filmde de gayet iyi. Sözgelimi, gün ışığında New York’ta geçen ilk bölümdeki aksiyon sahneleri... Doctor Strange’ın ‘ayna boyutu’ dediği yerde geçen sahneler de çarpışma ve kavgalardan daha etkileyici ve güzel. Bu arada, ‘Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok’un Doctor Strange’in yeni solo filmi için bir hazırlık niteliği taşıdığını da söyleyelim. ‘Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok’un asıl olarak karakterler arasındaki diyaloglarla kalite kazandığını düşünüyorum. Özellikle, paralel evrenlerden gelen karakterlerin olduğu sahneler, duygusal ve hüzünlü anlar içerdiği kadar kahkahalar attırmasını da biliyor.

 

 

KARANLIK KIZ

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Karanlık Kız’ çok katmanlı bir yapım ve Maggie Gyllenhaal’ın ilk yönetmenlik hamlesinde bu romanın üstesinden başarıyla geldiğini görüyoruz. Film, yalnızlığı (adadaki diğer karakterler de buna dahil), hüznü, gelgitler arasında ayakta kalmaya çalışan ve “Ben anormal bir anneyim” diyen bir kadının psikolojisini son derece etkili bir rejiyle aktarıyor. Oyunculuk açısından da Leda’da Olivia Colman, Nina’da Dakota Johnson muhteşemler. Keza Leda’nın gençliğini oynayan Jessie Buckley de çok iyi.  Maggie Gyllenhaal bundan sonra yönetmenlik yolunda devam eder mi bilemem ama ‘Karanlık Kız’ın yeni kariyeri açısından son derece parlak bir adım olduğunu söyleyebilirim.'

 

 

DAYI: BİR ADAMIN HİKAYESİ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film birçok şeyle ön plana geçiyor. Örneğin o çok canlı pavyon sahneleriyle... Eski Türk filmlerinde bu sahneler çok yapay olurdu, fonda hiç hayat olmazdı. Bu filmde her şey vızır vızır işliyor: Bol müşteri, tempo tutan erkekler ve kadınlar, ikna edici bir dekor. İstanbul görüntüleriyse az, ama çok iyi çekilip filme katılmış... Son tahlilde bunun o ünlü Yeşilçam duyarlılığına yaslanmış bir film olduğu söylenebilir. Biraz modernleştirilmiş olarak... Örneğin Cevahir'in ağır cezaevi koşullarında ve çok saygınlık kazandığı bir süreçte ettiği şu söz gibi: "Ben burada ne köle olurum, ne de kimseyi köle ederim!"

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Dayı: Bir Adamın Hikayesi'nin, öyküsüyle o tür filmleri bize hatırlatması bu yüzden normal. Çünkü kaynak aynı. Lakin kağıt üzerinde iyi duran bir hikayeyi, perdede de hakkıyla anlatmak kolay değil. Açıkçası Dayı: Bir Adamın Hikayesi, 'Türk işi Scarface' potansiyeli taşıyan bir yapım. Fakat bu tür yapımlarda olay örgüsü içinde karakter ve aksiyon dengesinin iyi kurulması gerekiyor. Dayı: Bir Adamın Hikayesi, karaktere daha fazla önem veriyor. Hal böyle olunca da bu denge pek de tutturulamıyor. Dolayısıyla Dayı: Bir Adamın Hikayesi, izleyenleri görece memnun edecek olsa da o Türk işi Scarface potansiyelini değerlendiremiyor.
Öte yandan Dayı: Bir Adamın Hikayesi'nin, bir zamanlar Türkiye'de yeraltı dünyasında işlerin nasıl döndüğüne dair bize fikir vermesi açısından önemsenebilecek bir yanı da var. Mesela bir zamanlar Robin Hood tavırlı kabadayıların varlığını hatırlatıyor bize.
Lakin yönetmen Uğur Bayraktar'ın ilk filmi olduğu düşünülürse derdini tasasını anlatabilen seyirlik bir yapım var karşımızda...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Yönetmeninin ifadesiyle babalarının hikâyesinden yola çıkarak çekilen filmde bir dönem ruhu, geçmişin Yeşilçam tadı ve sinema duygusu var. Lakin sonlara doğru senaryonun kendi içindeki inandırıcılık problemleri genel gidişatı zedeliyor. Ufuk Bayraktar kendi yönettiği ‘Kümes’te Yılmaz Güney havası sunmuştu, bu filmin kimi sahnelerinde Fikret Hakan’ı hatırlatıyor. Gizem Karaca’nın geçmişten ziyade günümüz kadın prototipine yakın bir portre çizdiği yapımda ben en çok Seyfi rolündeki Turgut Tunçalp’i beğendim. ‘Dayı: Bir Adamın Hikâyesi’, ‘Scarface’ türü bir yükselme serüveni gibi başlayıp ‘iyi kalpli, merhametli, adaletli, ezileni koruyan’ bir kabadayının öyküsüne soyunurken “Nerde o eski mafyalar” dedirtiyor!'

 

 

BATI YAKASI'NIN HİKAYESİ

ATİLLA DORSAY (t23.com.tr): '... Bir müzikal için bir diğer temel olan... O da müziği elbette... Ben o eski yazımda şöyle demişim: "Sinema tarihinde belki My Fair Lady'nin dışında tüm şarkıları akılda kalan ve unutulmazlaşan bir müzikal daha yoktur." Ve de Leonard Bernstein'in besteleriyle Stephen Sondheim'ın sözlerinin filmle nasıl organik biçimde birleştiğini anlatmış "Öyle ki hiçbir yerde 'şimdi şarkı bitti, konuya devam edelim' esprisi yok" demiştim. Bu yeni filmde de öyle. Cool Boy'dan I Feel Pretty'ye, Maria'dan Tonight'a, A Boy Like That'den finaldeki alabildiğine romantik Somewhere'e dek böyle oluyor. Ve bu modern Romeo-Jülyet hikayesi bir kez daha yüreklerimize oturuyor. Filmin önemli bir yanı da ırkçılığa getirdiği bakış. Gerçekten de Amerikan toplumunun bilinen Kızılderili veya Yahudi düşmanlığı yanı sıra yakın tarihte nasıl başka ırklara da nefretle yaklaştığı, bir müzikal havası içinde etkileyici biçimde veriliyor. Ve bu 'dünyanın en büyük devleti'ne yeni bir utanç aynası tutuyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '.. lk olarak filmin giriş bölümü muhteşem diyebiliriz. Enfes koreografiler, görüntü yönetmeni Janusz Kaminski’nin büyüleyici açılarıyla birleşmiş ve ortaya soluksuz izlenen sahneler çıkmış. Bu tür sekanslarla film boyunca karşılaşıyoruz ama galiba en etkileyici olanı, bir şantiye alanı havasındaki 1950’ler New York’undan kesitler sunan bu bölümdü. Senaryonun en önemli rötuşuysa orijinal filmde olmayan Valentina karakteri. Kushner’in metni, 1961’deki versiyonda Bernardo’nun sevgilisi Anita’yı canlandıran Rita Moreno’ya yeni filmde yer vermek için olsa gerek, böylesi bir karakter yaratmış. Ana rollere gelince... Maria’da Rachel Zegler’i, Tony’de -Val Kilmer’ın gençliğini hatırlatır yüzüyle- Ansel Elgort’u izliyoruz (orijinal filmde bu iki karaktere Natalie Wood ve Richard Beymer hayat veriyordu). Bernardo’da David Alvarez, Anita’da Ariana DeBose, Riff’te Mike Faist, ırkçı polis şefi Schrank’ta da Corey Stoll karşımıza geliyor...'

 

 

TITANE

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Julia Ducournau, gittikçe şizoikleşen bir dünyanın resmini ortaya koyuyor Alexia'nın yaşadıkları üzerinden. Tutarsızlık, sevgisizlik, acımasızlık, kötücüllük bir yana gerçeğin sürekli perdelenmesi filmin hem hikayesine hem de sinematografisine sirayet ediyor. Gelinen noktada Ducournau, bu dünyada kimsenin gerçekle, hakikatle ilgilenmediğini ortaya koyuyor. Beklentiler, algılar, kavrayışlar önemli. İşin aslı, bizde gerçek sonrası olarak çevrilen 'post truth' dönemini, en net ve sert bir şekilde anlatan filmlerinden biri Titane.'

 

 

RESIDENT EVIL: RACCOON ŞEHRİ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Eskimiş gözüken ögelerin yanı sıra, elbette yine ünlü bir tema var: Amerikan taşrasının o vazgeçemediği uğursuzluk. Kim bilir kaç filmde sanki oradaymışız gibi hissettiğimiz... Ama birkaç yeni, çağdaş motif de yok değil. Örneğin kadın kahramanlar... Filmin özellikle boylu-boslu, sırım gibi, yakışıklı üç erkek kahramanının, yani Chris'te Robbie Amel, Leon Kennedy'de Avan Jogia ve Wesker'de Tom Hopper'in yanı sıra, iki kadın kahraman, yani Claire'de Kaya Scodelario ve Jill Valentine'da Hannah John-Kamen öylesine cesur, yürekli ve becerikli gözüküyor ve kötülere karşı savaşıyorlar ki... Hatta gerçek şeytanın ta kendisi olan William Birkin rolündeki deneyimli oyuncu Neal McDonough'u bile al-aşağı ediyorlar!... Onlar olmasa finaldeki resmi bültende dendiği gibi: "Kent boşaltıldı ve kimse sağ çıkmadı" olacaktı. Oysa bizim bir avuç kahramanımızın sağ-salim çıktığını bizler biliyoruz!... Ki aralarında özenle korudukları bir kız çocuğu da var. Bu da elbette çocukları hep koruyup gözetme gereğinin bir somutlaşması oluyor. "Me-too" mesajından sonra o mesajı tamamlayan ve cuk oturan...'

 

 

BAĞLILIK HASAN

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '...  Oyunculuklara gelince: Hasan’da Umut Karadağ’ın, Emine’de Filiz Bozok’un çok çok iyi performanslar ortaya koyduğu yapımda çoban rolündeki Mehmet Avdan’la Turgut’ta Bedir Bedir ve de ağabey Muzaffer’de Mahir Günşiray, kısa ama derin iz bırakmayı başarmışlar. İçinden geçtiğimiz siyasal iklimde CHP’nin ortaya attığı ‘helalleşme’ mesajı gündemdeyken ‘Bağlılık Hasan’ın da aynı tezler etrafında dolaşan bir meseleye sahip olması zamanlama bakımından ilginç... Bu arada Kaplanoğlu külliyatı içinde çokları için ‘Bal’ en üst sıradadır, benim gönlümse ‘Süt’ten yanadır. Ama şunu söyleyebilirim, dünya prömiyeri Cannes Film Festivali’nde, ülkemizdeki ilk gösterimi Antalya Altın Portakal’da yapılan ve Oscar’larda Türkiye’yi temsil edecek bu yapım Semih Kaplanoğlu’nun filmografisinin en iyi yapıtı olabilir diye düşünüyorum.

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Film, temel olarak Çanakkale'de çiftçilik yapan Hasan (Umut Karadağ) ve eşi Emine'nin (Filiz Bozok) hikayesini anlatıyor. Yoksulluktan gelen çiftle tanıştığımızda görüyoruz ki hali vakti yerinde. Hayata tutunma fırsatlarını değerlendirme konusunda ikisi de pek mahir. İnsanlarla ve toprakla, doğayla hep fayda temelli bir ilişki kuran bu çiftin olağan hayatı, üç yıl önce hacca gitmek için yaptıkları başvuruya olumlu cevap gelmesiyle değişiyor. Çünkü hac yolculuğu öncesi herkesle helalleşmeleri gerekiyor. İşte bu süreç özellikle Hasan için sancılı geçmeye başlıyor. Kaplanoğlu bu helalleşme süreci üzerinden aslında zamane insanının, köksüzleşme sürecinde nasıl savrulduğunu tane tane anlatıyor. Bu köksüzleşmenin ahlaki yıkımlarını, vicdani sancılarını ele alırken işin temelini de gözden kaçırmıyor. Kapitalist sistemin dayattığı değerlerle biçimlenen insanın nasıl şekilden şekle girdiğini, özünden kopup kendine, kadim değerlerine hatta inancına yabancılaştığını hikayenin arka planında çok güzel bir şekilde ele alıyor. Dünyanın çivisinin çıktığı bir dönemde, bizden bir sinemacının bu durumla ilgili değerli bir durum tespiti Bağlılık: Hasan. Kaçırmayın derim.'

 

 

CLIFFORD: BÜYÜK KIRMIZI KÖPEK

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Bu sempatik film alanında bir devrim yapıyor sayılmaz. Örneğin geçen haftaların Walt Disney filmi Encanto kadar önemli değil. Ama öylesine sevimli ki... Gerçek oyuncular da buna katkıda bulunuyor. Özelikle hayvanımızın sadık küçük sahibesi Emily'de Darby Camp, şaşkın yakışıklı ağabeyi Casey'de Jack Whitehall, gizemli hayvan koruyucusu Bridwell'de emektar ve emekli John Cleese, küçük Çinli çocuk Owen'de İzaac Wang çok iyiler. Neredeyse kırmızı köpeğimiz kadar!... Ve öyle bir film çıkıyor ki ortaya... Örnekse bana hafta sonu meşguliyetlerime rağmen (ki arada tutkunu olduğum briç oyunu da var!) "bırak her şeyi, al torunlarını bu filme götür" dedirtiyor. Anlayın artık!...'

 

 

FRANSIZ POSTASI

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Usta yönetmen dört makale ve yazar üzerinden Fransa'da yayımlanan bir derginin öyküsünü anlatıyor bize. Büyük Budapeşte Oteli'nde olduğu gibi türler arasında dolaşıyor yine. Yine birbirinden ünlü oyuncularla (Frances McDormand, Tilda Swinton, Bill Murray, Timothee Chalamet, Lea Seydoux, Adrien Brody, Benicio Del Toro... ) çalışıyor. Ama film öyle yarattığı beklenti gibi gazeteci filmi değil. Daha çok yazarlık üzerine bir film Fransız Postası. Sanat endüstrisinin bir sanatçıyı nasıl göklere çıkabildiğini anlattığı bölüm ile 68 Kuşağı'na dair bölüm ilgi çekici olsa da Anderson nostaljik bir duyguyla bakıyor geçmişe. Filme hikayesi konu edilen bir yazarın, anlattığı hikayenin en iyi bölümünü çöpe attığı yerde gizli filmin de cümlesi biraz. Ama o giz filmi taşıyor mu emin değilim. Yine de karar seyircinin!'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  Anderson filmlerinin en sevdiğim yanlarından biri serinkanlı, incelikli mizah duygusudur. Filmleri belki kahkahalarla güldürmez ama Anderson’un anlatıcı olarak getirdiği muzip yaklaşımı ve ironi duygusunu hep hissedersiniz. Gerçi hızlı ritmi nedeniyle ilk seyredişte belki pek tadını çıkaramayabilirsiniz ama ‘Fransız Postası’ eğlenceli bir film. Filmlerinde kısa süreli rollerde yıldız oyuncu görmeye alışkınız ama bu kez filmin nerdeyse her yanından yıldız taşıyor. Bu kadar çok ünlü ismi yardımcı rollerde bir araya getirmek galiba Anderson’un Hollywood’da ne kadar çok sevildiğinin bir kanıtı…'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '...  Her filmde birbirini tekrar eden estetik uzmanlık, yönetmenin imzası olabileceği gibi giderek vasatına da dönüşebilir. Üstelik Wes Anderson gibi çok yetenekli isimlerden hep daha iyisinin beklendiği düşünüldüğünde vasata meyil daha akla yatkın hale gelebiliyor. Burada zaman zaman içeriğe galebe çalan bir biçim ve bu biçimi desteklemek için karikatürize bir hale bürünmüş karakterlerle karşılaşıyoruz maalesef.  “Büyük Budapeşte Oteli”nin yıldızları Bill Murray, Edward Norton, Owen Wilson, Willem Dafoe, Adrien Brdoy, Tilda Swinton, Saoirse Ronan, Jason Schwartzman  (Sayamadıklarım vardır) gibi isimlerin bu filmdeki varlığı bile bir tekrarın işareti sayılabilir. Bu isimlere Liev Schreiber,  Benicio Del Toro, Frances McDormand, Timothée Chalamet, Jeffrey Wright ve Christoph Waltz gibi isimler de eklendiğinde yıldızlar karmasına dönüşüyor film. Toparlarsak. “Fransız Postası”, Wes Anderson filmi gibi bir film. Yani kusursuza yakın bir görsel tasarımın içinde tanıdık karakterlerin başka bir hikaye anlattığı “Bir Wes Anderson filmi” daha. Bu toplamın seyirciyi tatmin edeceği kesin. Ama artık bir heyecan yaratmayacağı, “Biz bu filmi görmüştük” hissi vereceği gerçeğinin altını da çizelim kalınca.'

 

 

GUCCI AİLESİ

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Birkaç hafta önce ‘Son Düello’sunu izlediğimiz emektar Ridley Scott bu kez de gerçek bir hikâyeden esinlenerek çektiği ‘Gucci Ailesi’yle (House of Gucci) huzurlarımızda. 84 yaşında hâlâ üst düzeyde yapıtlar ortaya koymaya devam eden İngiliz usta bu son filminde hem yakın tarihten trajik bir öykü naklediyor hem de insanlık hallerine dair hatırlatmalarda bulunuyor... Lady Gaga’nın Patrizia Reggiani’yi bütün hasetleriyle başarılı bir şekilde canlandırdığı filmde Adam Driver da Maurizio Gucci’ye hayat veriyor. Son dönemin yükselen yıldızı, fiziksel olarak yer yer Yves Saint Laurent’ı ama daha çok Orhan Pamuk’u andırıyor. Al Pacino, Aldo Gucci’de muhteşem, Jared Leto’yu da Paolo Gucci’de tanımak mümkün değil. Özetle kulak kabartılacak bir hanedan öyküsünü akıcı ve ilgiye değer bir yönetmenlik kumaşıyla anlatıyor ‘Gucci Ailesi’, kaçırmayın derim.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Bu filmi trajik bir aile hikayesi, insanın açgözlülükle imtihanı, bir erkeğin gücü hissettikçe ona teslim olması ve kendini kaybetmesi olarak okumak mümkün. Ama yönetmen koltuğunda Ridley Scott varsa durum farklıdır. Bir taşla birkaç kuş vurma hikayesi de burada devreye giriyor. Usta yönetmen bütün bunların yanında aslında bize arka planda, 90'lardaki küreselleşme çığlıklarının atıldığı bir dönemde büyük bir sermayenin ve markanın küresel anlamda nasıl el değiştirdiğini anlatıyor. İşte bu el değiştirmenin içinde her türlü ihanet, değerler yozlaşması, kıskançlık ve tabii cinayet de var. Özenle yaratılan bir marka ve o marka uluslararası alanda tekrar parlatılırken ailenin elinden alınıyor küresel sermaye tarafından. İlginç bir şekilde Ridley Scott kürselleşmenin farklı bir boyutunu görmemizi sağlıyor. Gucci'nin zarafetini, lüks algısını adeta filmin estetik unsuru haline getiren Scott, aynı zamanda bu estetik unsurları tüm o trajedinin üzerini örten bir örtü gibi de kullanıyor. Her karakterine eşit bir mesafede duran, seyirciye karşı dürüst olan Scott, bir aile trajedisinden Hollywood'un sevdiği türde ve klasik sinema anlatımıyla kotarılmış sıkı bir film ortaya kokuyor...'

 

MÜJDE IŞIL (MİLLİYET): '... Hikâyedeki saçmalıklar zinciri gerçekten de şaşırtıcı. Moda imparatorluğunu yönetmekten aciz bir veliaht, kendi çıkarı için babasını ihbar eden evlat, evliliği bitince kocasının hayatına göz diken ve bir büyücüden destek alan bir eş… “House of Gucci/Gucci Ailesi” tüm bunları alıp absürt komediye çevirmeyi hedefliyor. Sorun da burada ortaya çıkıyor. Tüm oyuncular karikatürize edilmiş karakterlerini olanca abartıyla oynuyor; film de yer yer televizyondaki gülünç yetenek şovları gibi bir hâl alıyor. Yapay olduğu özellikle vurgulanan İtalyan aksanları da cabası… Erkek karakterlerin zayıflığı, vizyonsuzluğu; buna karşın aileye dışarıdan gelmiş ve farklı sınıftan bir kadının insanları birbirine düşürmesi, aynı zamanda aile içindeki ve işteki zaafları da herkesten daha iyi görebilmesi, hikâyenin en ilginç noktasıyken film, ne absürtlüğüyle şaşırtabiliyor ne de bundan bir mizah çıkarabiliyor...'

 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film tümüyle tatmin etmiyor. 2 saat 35 dakikalık uzunluğu çok fazla. Özellikle ortalara doğru asıl hikâyesinden biraz uzaklaşıp ‘öteki oğul’ Paolo’ya ve onun dümenlerine yoğunlaşınca hikâyenin seyirci için ilginçliği azalıyor. Finalin etkileyici olduğu ise kesin... Bence oyunculuklar da tartışmalı. Patrizia rolü için daha önce düşünülen isimlere bakın: Angelina JolieAnne HathawayMarion CotillardPenélope CruzMargot Robbie ve Natalie Portman. Hangisini seçerdiniz? Bence şarkıcılıktan gelen, birkaç filminden birinde, A Star is Born- Bir Yıldız Doğuyor’un yeni çeşitlemesinde Oscar adayı olan, ama ödülü sadece şarkı dalında alan Lady Gaga, kendine özgü görünümüyle yine de iyi bir seçim. Çünkü fiziğinde çok hafif de olsa bir ‘bayağılık dozu’ var ve bu, karaktere yakışıyor. Ama başka oyunculuklar bence problemli. Elbette böylesine bir kadro içeren bir filmi o açıdan eleştirmek tuhaf kaçabilir. Ve de kuşkusuz Al Pacino, Jeremy İrons gibi efsanelere sözüm yok. Bir falcıyı oynayan ve film boyu bana sürekli Müjde Ar’ı hatırlatan Salma Hayek de yeterince iyi...'

 

 

İNTİKAM VAKTİ

(UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Guy Ritchie, son çalışması ‘İntikam Vakti’nde (Wrath of Man) kendisini şöhrete kavuşturan ‘Lock, Stock and Two Smoke Barrels’ ve ‘Snatch’te birlikte çalıştığı, son olarak da 2005 yapımı ‘Revolver’ın kadrosunda da yer alan Jason Statham’la bir kez daha yollarını birleştiriyor. Bir intikam teması etrafında gelişen filme, soygun sahneleri eşliğinde sunulan pür aksiyon hâkim. 2004 tarihli Fransız filmi ‘Le Convoyeur’un yeniden çevrimi olan ‘İntikam Vakti’ hafiften Michael Mann klasiği ‘Heat’ten de esintiler sunmaya çalışıyor ve anlatım olarak sıkça geri dönüşlere başvuruyor.. Son olarak Ritchie-Statham ikilisinin bir sonraki filmleri ‘Operation Fortune: Ruse de guerre’in Antalya’da çekildiğini ve seneye vizyona gireceğini belirteyim…'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Anlıyoruz ki dünyanın jandarmalığına soyunan ABD'nin jandarma erleri sivil hayatta dönünce rahat duramıyor. Ki o askerlerden biri de Clint Baba'nın oğlu Scott Eastwood'un canlandırdığı Jan. Şiddet düşkünü bir manyak! Yani ABD'nin yarattığı şiddet gelip kendini de vuruyor. Neticede iyi bir yeniden çevrim olarak, güzel bir seyirlik vaat ediyor İntikam Vakti.'

 

 

SEN BEN LENİN

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Tek bir mekânda geçen ama teatrallik hissinden kurtulmayı başaran çalışmada sorgunun gerçekleştirildiği salonun denize bakan penceresinde beliren ve ‘takıntılı’ polis memuruna görünen kâğıttan gemi, gelinlik, idam ipi, Lenin büstleri gibi nesneler de ‘toplumsal hafıza’nın yansımaları türünden metaforlar olarak karşımıza çıkıyor. Oyunculuk cephesinde asıl yükü Barış Falay ve Saygın Soysal’ın üstlendiği ‘Sen Ben Lenin’de yerel halktan portreler sunan isimler de sorgu sahnelerindeki ‘az ama öz’ performanslarıyla dikkat çekiyorlar.'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Taştan'ın yazar Barış Bıçakçı ile yazdığı senaryo aslında bir lidere yüklenen anlamla ilgileniyor. Her kesim için farklı bu anlam. Fakat olumlu ya da olumsuz bu anlam zaman içerisinde bağlamından kopartıldığında nasıl tuhaflaşabiliyor bunu göstermenin peşinde film. Tiyatrovari anlatımı biraz öne çıksa da Türkiye'de pek de üzerine düşünülmeyen (ki düşünsel olarak çok önemli bir yaradır bizim için) bağlam meselesini bir heykel üzerinden anlatması bakımından kıymetli bir çalışma.'

 

MÜJDE IŞIL (MİLLİYET): '... Tek mekânda geçen filmlerin başlıca dezavantajı, teatral anlatıma kayıp sinemasal etkisini kaybetmesidir. Bir sorgu odasında geçen “Sen Ben Lenin”, böyle bir sorun yaşamıyor. Sürekli değişen planlarla ve senaryonun kıvraklığıyla anlatısını sinemasal çerçevede tutmayı başarıyor. Sorgu boyunca polislerin karşısına gelen her bir karakter, toplumsal ve siyasi hafızamızdan süzülüp de o koltuğa oturuyor. Faili meçhuller, birbirine kuşkuyla bakan cenahlar, mucize bekleyenler, kendini kurtarmanın peşinde olanlar… Bu işin gerçekçi tarafı… Masal tarafına gelince… Taştan ve Bıçakçı ikilisi, filmde kasabanın ismini zikretmedikleri gibi belli bir zamanı da işaret etmiyor. Akıllı cep telefonu kullanılıyor ama 80 ve 90’lara daha yakın bir atmosfer var filmde. Ufuk Komiser’in camdan her baktığında gördüğü imgeler, görsel açıdan masalsı anlatıyı kuvvetlendiriyor...'

 

 

ENKANTO

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Doğrusu yaratıcılarının ‘magical realism- büyülü gerçekçilik’ diye adlandırdığı bu çaba gerçekten yerine tam oturmuş. Kişileri yaratırken (çizerken) gerçekle karikatür çok usta bir düzeyde harman edilmiş: hepsi üçgen yüzleri, koca burunları, iri gözleriyle dikkat çekiyorlar. Sanki Latin ve Anglo-sakson karışımı bambaşka bir ırk; onca çizerin oturup özenle yarattıkları... Filmin müzikleri de çok iyi. Lin-Manuel Miranda’nın özgün şarkılarıyla... Belki gerek konuşmalarda, gerek şarkılarda asıl sesleri duyamıyor olmamız bir eksiklik. Yine de öylesine güzel bir dublaj yapılmış ve şarkılar da öylesine ustalıkla bizim seslere emanet edilmiş ki… Sadece bir yerde bir şarkının özgün sesiyle (yanılmıyorsam) İspanyolca olarak söylendiğini duyar gibi oldum!...  Ama genelde bizimkiler de işi çok iyi halletmişler.'

 

BURAK GÖRAL (Çocukla Sinema): '...  Her bir karakter hem fiziksel hem de içerik olarak dopdolu tasarlanmış. Maribel, Disney’in ilk gözlüklü ana karakteri. Onun gücü kalbinin güzelliğinde, masum merakı ve özgür ruhunda. Teknik olarak da Disney’in geliştirdiği yeni bir teknoloji ilk kez bu filmde uygulanmış. Bu sayede karakterlerin tenleri her zamankinden daha gerçekçi. Maribel’in dans figürleri, saçları ve kıyafetinin hareketleri sırasındaki doğal görüntü hayranlık uyandırıcı. Seyircisini hemen kavrayan güzel şarkılarına eşlik eden birçok dans türünün karışımı ve başarılı koreografilerle süslü müzikal sahneler ise büyüleyici güzellikte. Küçük ve hassas çocuklar için, Madrigal’ların evinin yer ve duvarlarının çatırdadığı sahneler belki biraz ürkütebilir. Abuela’nın kocasının ölümü gösterilmiyor ama belli ediliyor. Maribel amcasını ararken yüksek bir uçurumdan düşme tehlikesi yaşıyor. Ailenin evli çiftlerinin minik sevgi öpücükleri de görünüyor bazen. Küçük bir köylü çocuk kahve içerken görülüyor...'

 

 

SPENCER

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film kendine özgü Şilili yönetmen Pablo Larrain’in damgasını taşıyor, büyük ölçüde... 2008’lerden itibaren üst üste çevirdiği Tony Manero, No, The Club, Jackie (Jacqueline Kennedy’nin biyografisi), Ema gibi filmlerde en çok kadın portrelerini incelik ve özgünlükle çizmeyi başaran Larrain, bu filmle de hayli ilgi topladı, alkış aldı. Ayrıca Claire  Mathon’un görüntüleri, Jonny Greenwood’un müziği de çok başarılı. Film elbette Kristin Stewart’ın üzerinde duruyor. Ve oyuncu çok inandırıcı bir oyun veriyor. Film boyunca onlarca giysiyi de en yakışan biçimde taşımayı başararak... Ayrıca Alistar Gregory’de Timothy Spall, hizmetkâr Maggie’de Sally Hawkins ve hemen hepsi İngiliz oyun geleneğinden gelen tüm yardımcı oyuncular da kusursuz.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Jonny Greenwood’un son derece gürültülü ve gerilimle dolu müziğinin yanı sıra ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ ve ‘Küçük Annem’ filmlerinin de görüntü yönetmeni olan Claire Maton’ın pastoral çerçevelerinin de altını çizmek gerek. Britanya monarşisi içinde yolunu arayan kadınlar, baskın ya da ezilen karakterleriyle her daim edebiyatın ve sinemanın konusu oldu. Pablo Larrian’in yapıtı, bu koridorun son üyesi. Film yer yer “Prenses Diana 1997’deki kazadan önce de bazı zamanlarda ölmüştü” demeye getiriyor. ‘Spencer’ atmosferi bakımından etkileyici elbette ama izledikten sonra yine de şu soru zihninizin bir yerinden kendisini hatırlatıyor: Gezegendeki onca kadın sorununun, cinayetlerle sonuçlanan öykülerin yanında bu modern zamanlar masal kahramanının derdi biraz fazla lüks mü acaba? Üstelik Diana’nın, Spencer ailesi üyesi olarak zaten yeterince ‘soylu’ bir kökeni vardı ve dahil olduğu okyanus, çok da bilmediği sular değildi. Neyse, sinematografik açıdan yılın en iyilerinden, kaçırmayın derim...'

 

 

KRAL RICHARD: YÜKSELEN ŞAMPİYONLAR

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Film bir yanıyla ABD’deki ezeli ve ebedi ırkçılığa ve geçmeyen siyahi düşmanlığına değiniyor. Hele bir dönemde California’da başlayan olaylar... Ve babanın deyişiyle kendilerini “bir başka aptal zenci” diye görmekten vazgeçmeyen beyazlar... Ama aradan üç yıl geçecek ve sonunda kızlar hem bu ortamı, hem de babalarının yenilemez bir inatçılığa ve görkemli bir ukalalığa dönüşen davranışlarını aşıp, gerçek birer şöhret olacaklardır. Ve evet, aslında tüm bu bunlar gerçektir!... O aile 90’lı yılların başında tüm bu serüveni yaşamışlar, ABD spor tarihine geçmişlerdir. Rekorlar da kırarak; kimi yarışmalarda kazanan ilk siyahiler, ilk kız kardeşler vs. olarak; sayısız ödüle erişerek... Filmin son jeneriklerinde gerçek aile de gözükür ve bize el sallarlar... Will Smith’in son dönemdeki en iyi rolünü bulduğu film, aynı zamanda onun en ‘ciddi’ rollerinden biri, belki de birincisi. Siyah veya beyaz tüm yan oyuncular da iyi. Özellikle anlattığım temalara ilgi duyanlar için...'

 

 

HAYALET AVCILARI: ÖTEKİ DÜNYA

ATİLLA DORSAY ( t24.com.tr): '...  Zamanında gerçek fan’lar edinmiş olan (ki ben onlardan değildim) seri 2016’da yeniden çekilmiş, ama başarı kazanamamıştı. Bu kez işi ilk iki filmi yöneten İvan Reitman’ın oğlu yönetmen Jason Reitman yüklenmiş. İyi de olmuş, çünkü o yepyeni ve çok başarılı oyuncular bulduğu gibi eskilere de etkileyici bir saygı duruşunda bulunmuş. Filmin akıcı bir temposu, kendine özgü bir mizahı ve güçlü bir fantastik yanı var. Annede Carrrie Coon, çocukları Trevor ve Phoebe’de Finn Wolfhard ve McKenna Grace, Podcast’ta Logan Kim gerçekten iyiler. Ayni şey öğretmen Grooberson’da  Paul Rudd için de söylenebilir. Ki kendisinin yakın zamanda ‘en yakışıklı erkek’ seçilmesi hayli magazin tartışması yaratmıştı!... Ama eskilere saygı da var. Onlardan Annie Potts zaten filmde karşımıza geliyor: Janine  Melnitz rolünde... Ama serinin gerçek starları olan Dan Aykroyd, Bill Murray ve Ernie Hudson sonlara doğru konuk oyuncu olarak çıkıyorlar. Sonrasında Jimmy Fallon’un TV programına bile çıktılar!..'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Hayalet Avcıları: Öteki Dünya’yı eğlenceli karakterleri, hikâyesi ve 1980’lerin korku komedi türündeki gençlik filmlerini hatırlatan yanlarıyla sevdim. 2016 yapımı filmin özellikle oyuncuların performansından kaynaklanan eğlenceli yanları vardı ama daha çok beğendiğim ‘Hayalet Avcıları: Öteki Dünya’nın seriye yeni ve taze bir ruh getirdiğini düşünüyorum. Daha önemlisi, özellikle finale doğru ilk iki filmle olan duygusal bağını güçlü tutarak nostaljik anlam da kazanıyor. Oyunculara gelirsek; tüm o kargaşanın ortasında flört etmeye çalışan Callie ve Gary’de Carrie Coon ve Paul Rudd gayet iyiler. Ama filmin gizli yıldızları genç oyuncular… Bu arada finalde oyuncu kadrosunun sürpriz isimlerle zenginleştiğini belirtelim. İlk filmin yönetmeni Ivan Reitman’ın oğlu Jason Reitman’ın da babasını aratmayan bir iş ortaya koyduğu kesin… Finali de hesaba kattığımızda ‘Hayalet Avcıları: Öteki Dünya’nın her şeyiyle aile boyu bir film olduğu söylenebilir.

 

 

DÜN GECE SOHO'DA

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Filmde elbette açık bir öge, konuya da yerleşmiş olan 60’lar tutkusu... Böylece o yılların ünlü İngiliz şarkıcılarından Cilla Black, Petula Clark, Sandie Shaw da şarkılarıyla filme giriyor. Özellikle Black’ın Anyone Who had A Heart, Clark’ın Downtown şarkıları gibi... 1975 doğumlu yönetmen bu konuda şöyle demiş: “Hep kaçırdığın o 10 yıl seni çeker. Bana da öyle oldu, hep 60’ları aradım”. Bu arada filme asıl damgasını vuran You’re My World şarkısının bunca yıl sonra Cilla Black’ı canlandıran Beth Singh aracılığıyla filme çok güzel bir konser sahnesi olarak girdiğini de ekleyeyim. Ama sonuç olarak bu bir gerilim filmi. Ve o yanıyla öne çıkıyor. Hele sonunda tam bir seri katil hikâyesine dönüştüğüne göre, bu doğal. Ama filmi bu açıdan eleştirenler var. Bu yanının biraz abartıldığı, dehşet ögelerinin fazlasıyla altının çizildiği söyleniyor. Yine de örneğin alanın ustası yazar Stephen King filme bayılmış. Ve şöyle demiş: “Filmi özel olarak gördüm, çok beğendim. Ve hayatımda ilk kez bir filmi ikinci kez izlemek istedim. Gösterime girince yeniden gideceğim. Bu çok özel bir film. Özetle ’Sürprizli bir zaman-içinde yolculuk”.  Ayrıca yabancı eleştirmenlerin filmi  The Shining, Repulsion, Don’t Look Now, Drag met o the Hell gibi korku klasiklerine benzettiğini de bilmek ilginç...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Övülmeyi hak eden birçok yanına (mesela hikâyenin “Geçmiş o kadar da matah değildi” fikri de kayda değer) rağmen “Dün Gece Soho’da” sanki yönetmeninin her çiçekten bal alma hevesine yenik düşmüş gibi. Başarılı bir şekilde kurulan görsel dünyaya öykünün gidişatı eşlik edemeyince ve Wright’ın sahaya sürdüğü ‘hayaletli geçmiş’ fazla yorucu olmaya başlayınca filmin gardı düşüyor. Hele hele o şaşırtma ya da seyirciyi ters köşeye yatırma ısrarına heba edilen final, bu güzelim nostaljik yolculuğu, çok daha fazla sevmemize engel oluyor. Ama yine dediğim gibi atmosferi, dönem ruhunu yansıtan detayları ve geçmişin enfes şarkılarıyla izlenmeyi hak eden bir yapım.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  Ayrıca, her şey bir yana, filmde erkekler tüm kötülüğün kaynağı olarak gösterilseler bile kadın karakterlerin güçlü değil, zayıf olarak çizildiğini düşünüyorum. Ama beğenmediğim tüm yanlarına rağmen Wright’ın görüntü yönetmeni Chung-hoon Chung ve prodüksiyon tasarımcısı Marcus Rowland ile çıkardığı mükemmel iş için dahi ‘Dün Gece Soho’da’nın seyredilmesini önerebilirim. Özellikle ilk 30-40 dakika ‘Güzel bir film seyrediyorum’ duygusunu yaşıyorsunuz. Edgar Wright’ın tutku dolu, özenli yönetmenliğine söyleyecek hiçbir şeyim yok. Özellikle Ellie’nin, annesi ve Sandie ile kurduğu ilişkileri, aynalardaki yansımalar üzerinden anlattığı sahnelerde akılda kalıcı imgeler yakaladığını düşünüyorum. Ayna, Ellie için sadece geçmişin değil; tekinsizliğin ve sorunların başladığı yer aslında… Aynaların, Ellie ile Sandie arasındaki sınırları temsil ettiği söylenebilir. Sonlara doğru, Ellie’nin gördüğü erkek hayaletlerin de görsel olarak iyi tasarlandığı kesin...'

 

 

TAM SANA GÖREYİM

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Bir robota âşık olabilir misiniz? Ya da size âşık olmasına katlanabilir misiniz? Oyuncu-yönetmen Maria Schrader’in son yapıtı ‘Tam Sana Göreyim’ (‘Ich bin dein Mensch’), bu tür fikir egzersizlerinin peşinde gezinen bir çalışma. Emma Braslavsky’nin kısa öyküsünden sinemaya Schrader’in yanı sıra Jan Schomburg’un da katkı verdiği senaryoyla uyarlanan filmde, Berlin’deki Bergama Müzesi’nde çalışan antropolog Alma’nın ilginç serüvenini izliyoruz... Spike Jonze’un ‘Her’ünü bir parça hatırlatan yapım, ilginç fikirlerle açılıyor ama sonrası rotasını pek bulamıyor. Alma rolündeki Maren Eggert’in performansıyla bu yıl Berlin’de En İyi Oyuncu ödülünü aldığını hatırlatalım…'

 

 

ETERNALS

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmi tümüyle yerin dibine batıranlardan olmadım. Çünkü iki saat 17 dakikalık uzunluğunu biryana bırakırsanız (ki biz eleştirmenler üstelik bunu ara vermeden izledik!) ve adına mantık denen şeyi tümüyle unutursanız, filmden belli bir keyif alabilirsiniz. Ayrıca bu ‘haftanın filmi’ni bizim gibi İstinye Park’taki IMAX sisteminde gözlüklerle izlerseniz, bu keyif artabilir. Filmin iki Oscar'lı ve bundan önce (benim henüz göremediğim) Nomadland filmiyle büyük sükse yapan Çinli kadın yazar-yönetmen Chloe Zhao’nun elinden çıkmış olması da çok ilginç. Çünkü önceki filmlerinden o kadar farklı ki bu... Görüldüğü gibi yetenek öyle bir şey ki, neye el uzatsanız belli bir düzeye çıkabiliyorsunuz. Demek ki, bu iki buçuk saati aşkın filmi oturup izleyecek sabrınız, bu tür filmlere karşı ilginiz ve bir has sinefil duygunuz varsa, lütfen buyurun…'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  Zhao’nun çağdaş aksiyon estetiği üzerine düşünen bir yönetmen olmadığı çok belli… Buna karşılık, karakterleri iyi işlediğini ve oyuncu yönetiminde başarılı olduğunu düşünüyorum. ‘Nomadland’ ile yazar ve yönetmen olarak son yılların en iyi filmlerinden birine imza atan Zhao’nun çağdaş aksiyon türüne kişisel bir yorum getirebildiğini söylemek çok zor. Öte yandan, başlangıçtaki hedefin bu olduğunu da pek düşünmüyorum. ‘Ant-Man’ ya da ‘Guardians of Galaxy’ gibi yönetmene geniş alan açan soygun filmi ya da uzay operası gibi bir proje değil ‘Eternals’. Marvel’ın, Zhao’dan beklentisi eski usul epik bir filmin içine inandırıcı karakterler yerleştirmesiydi bence. Aksi halde Deviant’lar, Babil’de dolaşan mitolojik tanrılar ve Göksel Varlıklar feci derecede demode ve sıkıcı olabilirdi… Özetle, Zhao’nun üstüne düşeni yaptığı söylenebilir...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Geçen yılın Oscar'lı filmi Nomadland ile En İyi Yönetmen Oscar'ı da alan Chloe Zhao'nun yönettiği Eternals bildik Marvel filmleri gibi hızlı ritimli aksiyon yapımlarından biri değil. Zhao daha sakin, belki de sofistike bir Marvel filmi yapmanın peşine düşmüş. Ama ortaya çıkan sonucun bekleneni verdiğini söylemek zor. Hani yönetmen Zack Snyder'in Watchmen'de ortaya koyduğu sofistike süper kahraman filmi anlatma becerisini Zhao'da göremiyoruz. Ayrıca yönetmenin elindeki oyuncu kadrosundan da yeterince faydalandığını söylemek de güç...' 

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... “Nomadland” ile büyük çıkış yakalayan ve Oscar kazanan Chloé Zhao’nun dokunuşlarını hissettirdiği, gerçek mekanlarda yapılan çekimlerin görsel gücü artırdığı, dijital bir oyuncak gibi görünmekten en uzak Marvel filmi “Eternals”. Ancak, bu kadar çok karakter ve olayın işin içine girmesi senaryo savrukluklarının, karakter motivasyonlarındaki eksikliklerin önüne geçemiyor. Bazı karakterler tam olarak inşa edilemezken, Diveant’ların yeniden dünyaya dönüşü ve evrim süreçleri de es geçiliyor. Belli ki yeni bölümlerini izleyeceğimiz bir serinin girişi bu film. Hal böyle olunca, tıpkı benzerleri gibi hikayede hep tamamlanmamış bir parça oluyor.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Zhao’nun filmine ilişkin altı çizilmesi gereken diğer notlara gelince: Sersi’de Gemma Chan, Ikaris’te Richard Madden performansları tatmin edici düzeyde olan iki genç isimdi. Salma Hayek, Ajak’ta fazla anaç bir profil çiziyordu, Thena’daki Angelina Jolie ise kadroda tecrübeli bir isim olarak yer alan ama teknik direktörünün gadrine uğrayarak oyuna pek sokulmayan eski şöhret bir futbolcu pozisyonundaydı sanki... Nihayetinde Chloé Zhao’nun ‘The Rider’ ya da ‘Nomadland’ gibi önceki yapıtlarındaki orijinal dokunuşları ‘Eternals’da bulmanız mümkün değil elbet. Belki öykünün kahramanlarının başka bir gezegenden gelmeleri itibariyle ‘göçmen’ olmaları, meseleye politik bir bakış katıyordur! Son olarak 2 saat 37 dakikalık süre çok çok uzundu...'

 

 

BOYNUZLAR

ATİLLA DORSAY  (t24.com.tr): ‘… Scott Cooper (1970 doğumlu) 2000’lerden itibaren bu türde bir avuç ilginç film imzaladı. Crazy Hear , Out of the Furnace, Black Mass; belki en çok da Hostiles- Vahşiler filmleri hayli ilgi çekti. Bu filmde de açık bir anlatım ustalığı, belli bir estetik ve türüne hakim olma tavrı var. Ayrıca başta Kerry Russell, Jesse Plemons gibi adların yanı sıra iki küçük kardeşte Jeremy T. Thomas ve Sawyer Jones da gayet iyi oynuyorlar. Yine de film tam olarak yürümüyor. Frank Weaver’in dönüştüğü canavarlar gerçi -verilen bilgiye göre- yapımcı olarak gözüken Guillermo del Toro‘nun elinden çıkma. Demek ki belli bir düzeyleri var. Ama yine de biraz aşırı kullanılmışlar ve insanı filmin çok daha ilginç yanlarından alıp götürüyorlar. Belki en kötüsü, en azından benim için, çocukların böyle bir filmde kullanılması. Bu tür filmlerde çocukların, hem de başrol düzeyinde kullanılmasını hiç sevmemişimdir. Burada olay sanki onların başarısı ölçüsünde beni rahatsız etti. Bilmem, fazla tutucu mu davranıyorum... Ama işte böyle!...’

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): ‘… Yönetmen Scott Cooper, kasabanın tüm tekinsizliğini, ürkütücü bir unsur olarak kullanıp bu ürkünçlüğü iliklerinizde hissedeceğiniz bir atmosfer kurarak Lucas'ın yaşadıklarını anlatıyor. Kasabada işlenen tuhaf cinayetlerle uğraşan öğretmen Julia'nın şerif kardeşi, bir zaman sonra Lucas'ın açık etmemeye çalıştığı sırrıyla bu cinayetler arasında bir bağ olduğunu düşünüyor… Nihayetinde Cooper tüm bunları muhteşem bir atmosfer içinde ve gerilim dozu yüksek bir öyküyle anlatıyor. Görüntü yönetmeni Florian Hoffmeister'ın harika kadrajları, Lucas'ı canlandıran küçük oyuncu Jeremy T. Thomas'ın hatırlanası performansı da filmin gücünü artırıyor. Son tahlilde türün meraklılarına kaçırmayın derim.’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… ‘Boynuzlar’ atmosfer kurmada ve seyircisini başta öyküsü olmak üzere tüm elementleriyle etkilemede mahir bir yapım. Yaratık motifiyse ister istemez yapımcıları arasında yer alan Guillermo del Toro’nun (Amerikalı bir eleştirmen ‘Filmin vaftiz babası’ tanımlamasında bulunmuş!) yapıtlarını, özellikle de ‘Pan’ın Labirenti’ni (Faun) akla getiriyor. Ama öykü daha çok yönetmenin ‘The Devil’s Backbone’unu çağrıştırıyor…Kimi suçları, ruhen yaralanmış karakterler eşliğinde, ‘yaratık’ formlu bir gerilimde yansıtmak gibi bir harmanın üstesinden başarıyla gelen ‘Boynuzlar’ı kaçırmayın. Görüntü yönetmeni Florian Hoffmeister’ın ‘usta’ işi kadrajları da cabası...’

 

 

YENİ DÜZEN

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Film baş döndürücü bir görsellikle ve çok iyi çözümlenmiş kalabalık şiddet sahneleriyle dikkat çekiyor. Bu öyle-böyle bir şiddet değil. Kimi sahneler bu alanda zirveye çıkıyor. Özellikle biri: yan yana oturtulmuş birçok kişinin ayni anda kurşuna dizildiği ve hemen sonrasında benzin dökülerek yakıldığı sahne... Doğrusu akıllarda kalacak bir sinema bölümü... İnsanların kadın-erkek ayırmadan birlikte çırılçıplak işkenceye uğradığı sahne de öyle... Film kuşkusuz büyük usta Luis Bunuel’in L’Ange Exterminateur- Mahvedici Melek, ama en çok Burjuvazinin Gizli Çekiciliği filmlerini hatırlatıyor. Daha yakın bir zamanda da Koreli Bong Joon Ho’nun Parazit başyapıtı anılabilir. Bu başyapıtlar kadar sağlam ve dört başı mamur değil; ama yine de görülmeyi hak eden bir yapım... Yönetmenin bundan sonra yaptığı Sundown- Günbatımı filmini de yakında görmeyi umarak...’

 

 

AŞK ENGEL TANIMAZ

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Daha çok yardımcı asistan olarak (ki çalıştığı projeler arasında Bond filmi ‘Spectre’ ve Dan Brown uyarlaması ‘Cehennem’ de var) sinemada boy gösteren Alice Filippi’nin ilk uzun metrajı ‘Aşk Engel Tanımaz’ (‘Sul piu bello’), klasik ‘love story’ formülünü (yani âşıklardan biri hastalıktan mustarip) kimi görsel atraksiyonlarla süslerken karakteri üzerinden de farklılıklar peşinde koşan bir yapım olmuş. Torino’da gondol sefası, Marta’nın hafif ‘Amelie’ tadındaki kişiliği ve kendine özgü renkli dünyası, iyi yazılmış diyaloglar derken film başlarda seyircisini kendisine çekmeyi başarıyor. Ama sonra hem sırtını klişelere dayıyor hem de ‘güzellik’ takıntısını ve fiziksel beğeni saplantısını eleştirirken sanki kendisini de aynı yaklaşımlara kaptırıyor gibi. Özetle şöyle söyleyelim: Romantik komedilerden hoşlananlar için...’

 

 

MINARI

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Film, farklı bir coğrafyada kurdukları denklemin içinde zorlanan çiftin kendi kültürlerini sürdürme ısrarlarının yanı sıra doğdukları toprakların havasını soluyan çocuklarının yaşadığı kafa karışıklığını da yansıtma derdinde. Öte yandan ‘memleket’ten gelen babaanne, sivri mizah anlayışı ve hınzır kişiliğiyle önce kendisine karşı mesafeli duran torunuyla arasındaki buzları eritiyor ve sonrasında da yeni bir dostluğun perdesi aralanıyor. Derken hesapta olmayan dertler su yüzüne çıkıyor…  Son Oscar’larda tam altı dalda aday olan ve babaanne Soonja rolündeki Yuh-Jung Youn’un filmde gösterdiği performansla En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında heykele uzandığı ‘Minari’yi, duygulara seslenen, mizaha da kapısını alabildiğine açmış bir aile dramı olarak nitelemek mümkün.'

 

 

DUNE: ÇÖL GEZEGENİ

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film görsel açıdan son derece başarılı olmayı bilmiş. Bitmez tükenmez çöl peyzajlarının yanında antik görünümlü kentler ve ultra-modern aygıtların çelişkisi insanı şaşırtıyor. Hele o devasa çekirgeleri andıran uçaklar... Doğrusu görüntü yönetmeni Greig Fraser’i kutlamak gerekiyor. Kimi sahnelerde –örneğin tüm o çöl dekorunda, ürkünç ‘dev çöl solucanları’nı pek göstermeden dehşet duygusu yaratmada ya da Gom Jabar testinde- harika bir iş çıkarmış. Evet, bu film uzunluğu, görsel ve temasal zenginliği ve başka şeyleriyle tam bir ‘blockbuster’, yani bir üstün-yapım. Ama bir eleştirmenin dediği gibi bu “kişisel bir üstün-yapım; bir uzay operası”. Bir başka eleştirmense şöyle yazmış: “David Lynch’in Dune filmini hep seveceğim -kendisi çok benimsemiş olmasa da... Ama gerçek Dune işte bu film”.  Gerçi o filmi görememişim, kitaplarımda yazısı yok. Ama yine de bu görüşe katılmamak mümkün gözükmüyor...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Villeneuve’ün bir başka başarısı, bilimkurgu - fantezi dengesini yakalaması… İlk uyarlamada Lynch, uzay operasının yeniden popüler olduğu, aksiyonun yükselişe geçtiği bir çağda kendine özgü hayal gücüyle şekillendirdiği masalsı bir fanteziye imza atmaktan hiç çekinmemişti. Eserin politik alt metinlerini çok önemsemediği belliydi. Villeneuve ise tam aksine, sömürgeci - sömürülen çatışmasını öne çıkarıyor ve masalsılıktan tümüyle uzak duruyor. Çünkü fantezi ya da bilimkurgu, ne olursa olsun bugünün seyircisinin üsluptan ziyade sahiciliğe değer verdiğini biliyor. ‘Dune: Çöl Gezegeni’ de her anında sahici olabilen bir film. Villeneuve, ne aksiyonu zorluyor ne de sahneleri köpürtmek için stilize numaralara başvuruyor. Stanley Kubrick gibi filmin her görsel detayını özenle kuruyor. Görüntü yönetmeni Greig Fraser’ın süslü, keskin kontrastlara dayalı, çok renkli, berrak ve canlı bir görsel dünyadan uzak durduğu belli...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Yönetmen, Dune'un hikayesini ağırkanlı bir anlatımla, seyirciye aktarmanın peşinde. Bu tercih, hızlı anlatımın geçer akçe olduğu bir dönemde seyirciye, özellikle de Dune dünyasına aşina olmayan seyirciye tuhaf gelebilir. Ama anladığım bu tercih yönetmenin romana sadık kalmasıyla ilgili. İşte bu tercih Villeneuve'ün, Dune uyarlaması sınavındaki hem başarısı hem de başarısızlığı olarak görülecek. Film, Dune'u okumamışlar için hikayenin içine girmeyi, karakterlerle ilişki kurmayı, nasıl bir evrenin içinde geçen bir hikayeye ortak olunduğunu anlamayı biraz zorlaştırıyor. Ama bu tercih aynı zamanda romanı okuyanları memnun edebilecek gibi de duruyor. Doğal olarak film, Dune'u okuyanlar ve okumayanlar arasında farklı değerlendirilecek. Dune serisinin tıpkı Yaşar Kemal'in İnce Memed gibi uyarlamasının yapılmasının çok çok zor olduğu düşünenlerdenim. Ki bu filmi çekmek için yıllarını harcayan Jodorowsky de yakın bir zamanda "Dune, tıpkı Proust gibi bir kitap...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Dune’ bir üçlemenin ilk ayağı. Devam filmleri henüz çekilmedi, muhtemelen ilk adımın göreceği ilgiye göre hareket edilecek. Öte yandan şunu söylemeliyim: Lynch’in zamanında pek beğenilmeyen uyarlaması belki bugünden bakıldığında demode ama Herbert’ın yazdıklarını derli toplu bir şekilde ifade etmiş. Villeneuve ise görsel yapıya yüklenmiş. Lynch’in uyarlamasında karakterleri eşit olarak tanıyorsunuz, bu filmse, kusursuzluğu takıntı haline getirmiş gibi görünen bir yönetmenin görsel haykırışı. Bu açıdan çok sayıda tanınmış oyuncudan oluşan kadro da kendini ifade edememiş gibi geldi bana. Mesela Paul’deki Timothée Chalamet’den çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Bir tek Leydi Jessica’daki Rebecca Ferguson biraz daha fazla öne çıkıyordu. Dev kum solucanları, abartılı tasarımlara sahip uzay gemileri, ‘Yusufçuk’ formunda helikopterler derken görselliğin dışında pek de etkileyici olmayan bu yapım bence ortalamayı aşamıyor. Son olarak evet, beğeniler sübjektiftir, “Dune başyapıttır” diyenlere saygımız sonsuz ama kendi adıma şunu da söylemek istiyorum: İlk defa uzaya çıkmıyoruz!

 

 

CADILAR BAYRAMI ÖLDÜRÜR

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... 2018’de, John Carpenter’ın ünlü klasiği ‘Halloween’e 40 yıl sonra el atan ve aradaki devam filmlerini devre dışı bırakarak orijinal öykünün izlerini süren David Gordon Green, ‘Cadılar Bayramı Öldürür’de (‘Halloween Kills’) bir tür ‘suyunun suyu’ bir yapıta imza atmış. Bu son adım, Michael Myers’ın yıllar sonra geldiği kasabada geçmişte kendisinden kurtulan kurbanlarının karşısına yeniden çıkması, tabii listesine yeni maktuller eklemesini anlatıyor. Film ‘linç kültürü’ne ve gözü kararmış toplulukların yol açabileceği zararlara dikkat çektiği noktalarda fena değil ama final çok zorlama ve bu kanlı öykü gereksizce yorucu…'

 

VENOM: ZEHİRLİ ÖFKE 2

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Bu filmin temel özelliği, öncekine kıyasla ve tüm o tarz filmlerin içinde eriştiği teknolojik düzey. Bu açıdan yönetmenliği devralan Andy Serkis’i, üç Oscarlı görüntü yönetmeni, Martin Scorsese’nin gözdesi Richard Richardson’u ve elbette tüm bir teknik ekibi kutlamak gerekiyor. Ayni biçimde başta Kasady’de emektar Woody Harrelson  ve Eddie Brock’ta Tom Hardy olmak üzere oyuncu kadrosunu.... Ama ne demiş anglo-saksonlar: “Too much is too much!”. Yani fazlası fazladır... Böylece film gerçekten de tüm bu ögeleri aşırı biçimde kullanıyor, tempo bu kez ‘insanı sersemletme’ düzeyini rahatça aşıyor; keyifli olmaktan yorucu olmaya kayıyor. Gerçi birçok yerde işler komediye dönüşmüyor değil!... Ki bu da seyirciye biraz nefes alma fırsatı getiriyor. Yine de artık galiba bizim kuşakların aradan çekilmesi ve bu tür filmleri asıl seyircisine bırakması gerekiyor. Elbette çocuklara değil –kesinlikle değil… Ama çok gençlere... Artık X mi, Y mi, Z mi, ne kuşağıysa...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘Marvel ailesi’nin salonlarımızı ziyaret eden yeni ürünü ‘Venom: Zehirli Öfke 2’, bence ilk adımdan bir tık daha iyi... Yaratık ve onunla bütünleşen Eddie’nin ilişkisi bir tür ‘alter ego’ savaşı ya da sürekli didişen, kavga eden ama birbirlerine muhtaç bir sevgili profili olarak da ele alınabilir. Filmde çok etkili olmayan ama ara ara karşımıza çıkan mizah yükünü bu çekişme üstleniyor. Cletus-Francis ya da diğer adlarıyla ‘Carnage’-‘Shriek’, filmin bir yerinde yeni ‘Bonnie-Clyde’ olarak anılıyorlar ama Cletus’u canlanlandıran Woody Harrelson dolayısıyla ben onları ‘Katil Doğanlar’ın uzantıları olarak adlandırmayı daha uygun gördüm...'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '...  Film bir hikaye değil de tema üzerine inşa edilmiş gibi duruyor. Marvel filminden beklenmeyecek derecede kısa (96 dakika) olmasını da buna yorabiliriz belki. Yani hikaye güçlü olmadığı için filmin kurguda daha kısa tutulması ihtiyacının hâsıl olması olasılık dâhilinde. Kendi adıma Marvel filmlerinin en zayıf halkalarından birisi olacağını düşünüyorum.

Bunların dışında finalde verdiği spoiler ile aslında bu yapımın bir ara film olduğu hissine kapılmamak da elde değil. Yeniden inşa edilen Marvel evrenine eklenecekmiş gibi duruyor Venom da. “Nefes” ile girdiği yönetmenlik yolunda olumlu eleştiriler alan ama “Mogli: Orman Çocuğu” ve bu filmle vasatı aşamayan Andy Serkis’i için üzülmekten başka bir şey gelmiyor elden. İlk filmin senaryo ekibinde de yer alan Kelly Marcel ve başrol oyuncusu Tom Hardy’nin kaleme aldığı senaryo pek olanak sağlamıyor çünkü...'

 

 

SON DÜELLO

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... 84 yaşındaki usta yönetmen Ridley Scott, 1977 yapımı ‘The Duellists’den bu yana imza attığı her filmde olduğu gibi görsel olarak yine etkileyici bir iş çıkarıyor. Görüntü yönetmenleriyle kurduğu görsel atmosferlerle 1980’lerin en ilham verici sinemacılarından olan Scott, görüntü yönetmeni Dariusz Wolski ile ‘Son Düello’da dış mekânlarda metalik gri ağırlıklı, kasvetli bir kış atmosferi kuruyor. İç mekânlarda ise şömine ve mum gibi ışık kaynaklarına bağlı gerçekçi bir karanlığı tercih ediyor. Her Scott filminde olduğu gibi özellikle geniş açılı genel planlarda alan derinliğini çok özenli kullanıyor ve arka fondaki ayrıntı zenginliğini ihmal etmiyor. Üç ayrı epizottaki nüansları incelikle yorumlayan Jodie Comer başta olmak üzere oyuncuların filme katkısı büyük. Adam Driver ve Ben Affleck üstlerine düşeni başarıyla yapıyorlar ama Matt Damon’ı biraz ayrı bir yere koymaktan yanayım...' 

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Film önce sıkı arkadaş olan ama sonradan araları açılan iki soyluyla (Jean de Carrouges ve Jacques Le Gris), bu rekabetin ortasında bir tecavüz vakasıyla dengeleri değişen bir kadının (Marguerite de Thibouville) öyküsünü, Kurosawa’nın ünlü klasiği ‘Rashamon’vari bir akışla (her bir karakter yaşananları kendi cephesinden aktarıyor) perdeye taşıyor. Matt Damon ve Adam Driver iki ana karakterde iyiler ama özellikle Marguerite’de Jodie Comer muhteşem. Keza Ben Affleck de Kont Pierre d’Alençon’da son dönemin en iyi performansını ortaya koyuyor. Kariyerinde ‘Thelma ve Louise’ gibi bir gurur anıtı olan bir yönetmenin son adımı, yılın en iyi filmlerinden; bu tarihsel #MeToo öyküsünü kaçırmayın.'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... Jodie Comer’ın Marguerite’ye ruh üflediği, Matt Damon’un fiziksel dönüşümünü karakterinin karanlığıyla birleştirdiği, Adam Driver’ın Le Gris’te döktürdüğü ve inanmazsınız ama kont Pierre rolünde Ben Affleck’in bile övgüye değer olduğu yılın en iyi yapımlarından birisi "Son Düello". Affleck ve Damon’un kalemlerine bir diyeceğimiz yok ama belli ki filmin son bölümünde gözümüzü açan kadınca dokunuş Nicole Holofcener’e ait. Ve tabii, 84 yaşında yaşayan en büyük yönetmenlerden birisisi olduğunu bir kez daha kanıtlayan Ridley Scott’a şapka çıkarmadan geçmeyelim. Onun kadar isyankâr değil bu film belki ama bir kez daha "Thelma ve Louise" ruhu üflüyor sinemaya büyük usta.'

 

 

HAKİKAT: ŞEYH BEDRETTİN

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Hakikat: Şeyh Bedreddin’, fikren anlatmak istediklerini seyircisine geçiriyor, senaryo geçmişten günümüze uzanan göndermelerde bulunarak (özellikle ‘dış güçler’) ve değişmeyen şeylere vurgu yaparak çağdaş bir okumaya da vesile oluyor. Görüntüler ve kadrajlar da tatminkâr. Tek problem, iki tarafın karşı karşıya geldiği savaşın sinematografik ifadesi. Hikâye bizi güçlü bir finale iterken seyirci olarak gözlerimiz, içine daha fazla gireceğimiz türden savaş sahneleri arıyor. Aman, buradan ‘savaş sevdalısı’ (!) olduğum çıkarılmasın, kastettiğim günümüz tarihi aksiyonlarında olan standartlar. Şeyh Bedreddin’e Suavi’nin hayat verdiği bu film izlenmeye değer bir çaba. Naçizane Nâzım’ın ‘Destan’ından, Tuncel Ağabey’in (Kurtiz) sesinden, Nevzat Çelik’in dizelerinden, Ahmet Kaya’nın şarkısından sonra bu filme de gönlünüzde yer açın derim…'

 

 

KURYE

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Kurye’ aslında kan bağı açısından daha çok Spielberg’ün ‘Casuslar Köprüsü’ne (‘Bridge of Spies’) yakın duruyor. İki cephede gelişen olaylar, Sovyet tarafı, hapishane bölümleri derken gerilim bürokratik hamlelerde kıyıya vuruyor. Benedict Cumberbatch’ı Wynne rolünde, son dönemlerdeki en etkileyici performansıyla karşımıza getiren filmde Penkovsky’yi canlandıran Gürcü oyuncu Merab Ninidze de çok başarılı. Dominic Cooke’un yapıtı, sinematografik yanından çok böylesi bir kişiliği hatırlatmasıyla önemli bence. Filmi izledikten sonra kaynaklara göz attım; Greville Wynne gerçekten ilginç bir karaktermiş ve ‘kuryelik’ kariyeri sonrası da ayrı bir filmi hak ediyormuş.'

 

 

SEVGİLİ YOLDAŞLAR

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Film bir döneme son derece ciddi, ama ayni zamanda dramatik ve yer yer de komik bir büyük ışık tutuyor. Konchalovsky’nin gerçek tarihle kaleminden çıkmış kişilikleri birleştirmesi olağanüstü. Ayrıca çok patetik başka kişiler de var: Lyudmilla’nın yaşlılığı içinde alaycılığını koruyan küskün babası; yakın arkadaşı bir KGB ajanı, dehşet içindeki bir yaşlı mezarcı. Ve olayların odak noktasındaki genç Sveta... Ki annenin onu umutsuzca arayışı, filmin en dramatik noktasını oluşturuyor. Ve görkemli kalabalık sahneler... Yönetmen özellikle siyah-beyazı ve de kareye yakın bir biçimi seçmiş. Bu da döneme belgesele yakın bir tat veriyor. Birbiri ardına düşen insan bedenleriyle birlikte yüreğimiz dağlanırken, beceriksiz yöneticilerin dışarıdan taş ve kurşun yağmuruna tutulan toplantılarına gülme hissiyle yaklaşıyor, her şeye karşın süregiden sokak eğlencelerine ve danslarına ise neredeyse hayret ediyoruz!.. Önemli bir ustadan yıllar sonra gelen ilk film olan Venedik 2021 ödüllü ve Oscar adayı olmuş bu film, sonuç olarak görülmeyi hak ediyor. Anlattıklarının önemi ve ona pek uygun estetiğiyle...

 

 

AV

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Filmin öncelikle görüntü çalışmasını beğendim. Yetenekli Barış Özbiçer harikalar yaratmış. O vahşi doğanın kayalık tepeleri, uçurumları, kesif ormanlarıyla... Ve örneğin yol hizasından yukarı doğru yükselen bir kameranın önünde açılan uzaklardaki deniz manzarası gibi çekimlerle... Aynı ölçüde capcanlı bir fon müziği. Değerli müzisyen Deniz Cuylan’ın eseri. Ve etkileyici bir oyunculuk... Yıllar sonra yeniden bulduğumuz Ahmet Fırat Şungar dışında, hiç tanımadığımız oyuncular da gayet iyi. Ayşe’yi oynayan Billur Melis Koç’a apayrı bir övgüyle birlikte... Ve o her dakika duyulan küfürler... Öylesine ağzı bozuk bir film ki... Türk kırsal kesim ve alt tabaka maçoluğunun tüm sözcükleri bıkıp usanmadan resmi geçit yapıyor. İngilizce alt yazıları da vardı; bu sayede İngilizce argomu iyice geliştirdim!... Bence kaçırmayın.’

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): ‘… “Av”, bir yanıyla senaryosundaki sıkıntılardan mustarip ve özellikle orta bölümde kendi kuyruğunun etrafında dolanan bir anlatıya sahip. Ama diğer yanıyla da Türkiye’de pek sık görmediğimiz nitelikli tür sineması yapma iddiası taşıyor. Bunu yaparken de toplumsal bir sorunu hikayenin ana omurgasına yerleştirmeye çalışıyor. Kanımca bunu başarıyor da. Başaramadığı, tür ile kurduğu ilişki, onun ritmini yakalamaktaki yetersizlik. Aslında işin zanaat kısmı. Ahmet Rıfat Şungar (Sedat) ve Yağız Can Konyalı’nın (Çetin) filmin atmosferiyle uyumsuz, kimi zaman karikatür gibi duran abartılı oyunlarının yanında Ayşe’yi canlandıran Billur Melis Koç sade bir görüntü çiziyor, rolünün altından kalkmayı başarıyor. “Av”, kendi adıma Türkiye’de eli yüzü düzgün tür sineması yapma girişimlerine eklenen yeni bir halka. Bütün eksik gediğine rağmen bu girişimlerin seyirci tarafından onore edilmesi ve yönetmenlerin cesaretlendirilmesi gerektiğini inanıyorum…’

 

 

NEFESİNİ TUT 2

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… İstediği etkiyi sağlayan kanlı bir gerilim olan 2016 tarihli ‘Nefesini Tut’ta ana karakter fiziksel eksikliğine rağmen sezgileriyle meseleleri hallediyordu. Uruguay kökenli Fede Alvarez’in imzasını taşıyan yapımda özellikle ‘Avatar’dan hatırladığımız emektar aktör Stephen Lang, kendi çapında döktürüyordu. Bu hafta vizyona giren ‘Nefesini Tut 2’ (Don’t Breathe 2) benzer bir atmosfer yaratıyor. Yangından kurtardığı küçük bir phoenix’i (anka kuşu) himayesine alan kahramanımızın evi bir kez daha kuşatılıyor. Kamera arkasına ilk filmin senaristlerinden Rodo Sayagues geçerken yine son derece ‘kanlı’ bir öykü anlatılmış. İkinci yarıda devreye bir organ nakli operasyonu girerken, atmosfer farklı bir gerilime de kapı aralıyor. Stephen Lang’in şiddet şovunu sürdürdüğü filmde ben en çok ‘kötü adamlar’dan Jim-Bob’u canlandıran Adam Young’ı beğendim.’

 

 

ÖLMEK İÇİN ZAMAN YOK

MEHMET AÇAR (haberturk.com): ‘… En sevdiğim Bond filmlerinden birine yapılan göndermelerden etkilenmediğimi söyleyemem ama ‘Ölmek İçin Zaman Yok’un hikâyesi duygusal anlamda beni pek yakalayamadı. Eleştirmenler arasında azınlıkta kaldığımın farkındayım. Ama ‘Ölmek İçin Zaman Yok’u, ‘Casino Royale’ ve ‘Skyfall’ kalibresinde bir film olarak görmek açıkçası bana çok zor geliyor. Onlar riskli yeni arayışlara giren filmlerdi. ‘Ölmek İçin Zaman Yok’ ise final hariç Bond formüllerinin güvenli limanından pek çıkmıyor. Ayrıca, ‘Finalden etkilendim’ dersem yalan olur. Tam o esnada, ‘aktör Daniel Craig ve James Bond karakteri’ arasında yıllardır süren çalkantılı sevgi – nefret ilişkisi geldi aklıma. O finalde kuşkusuz tüm bu geçmişin önemli payı var. Son olarak, pandemiden önce çekilip bitirilen ‘Ölmek İçin Zaman Yok’un entrikasının DNA temelli biyolojik silahlar etrafında döndüğünü belirtmek gerek. Covid-19 salgını ve peşinden gelen aşı tartışmalarını, hiç bitmeyen komplo teorilerini düşündüğümüzde, günümüz dünyasındaki biyolojik silah korkusunu damardan yakalayan bir hikâye olduğu kesin… ‘

 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Özellikle ilk yarısı ve son yarım saatinde son derece canlı ve akıcı bir film. Bireysel ve örgütsel kötülüklerden sonra, tüm insanlığa yönelik ve en son, hatta onun ötesinde bir teknolojiyle gerçekleştirilmeye çalışılan dev bir suikaste karşı neredeyse tek başına, en azından en önde savaşmaya çalışan bir James Bond. Yapımcı dediğim gibi yine Alberto Zuccoli. Bu kez efsane Hans Zimmer’in müziği. Şarkısı –ki çok güzel- bu kez Billie Ellish’den gelen son derece romantik bir parça. Ve açıkçası, belki bunca Bond serüveninin en iyi, en doyurucu filmi. Bakalım, Daniel Craig “bu son olsun” dediğine göre macera sürecek mi; sürerse hangi oyuncuyla sürecek?...

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): ‘… Kendi adıma bu filmin Craig’li yapımlar içinde “Casino Royale”den sonraki en iyisi olduğu söyleyebilirim. “Jane Eyre” ile tanıdığımız “True Detective” sınıf atlayan Cary Joji Fukunaga’nın yönettiği yapımın bu açıdan oldukça iyi olduğunun hakkını verelim. Aksiyon sahnelerindeki plan sekanslardaki zanaat, kovalamaca sahnelerindeki organizasyon takdire şayan. Fukunaga, yalnızca bu sahnelerde değil. Yakın plan sahnelerde de duyguları geçirmeyi başarıyor. Ki bu filmin emeklilik hayalleri kuran Bond’un en duygusal olduğu yapım olduğunu belirterek geçelim bu kısmı. Ama böylesine pür bir aksiyon filminde duygusal atmosfer yaratabilmek de maharet…’

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): ‘… Soğuk Savaş ortamında kahramanlaşan ve yine bir Soğuk Savaş'ın kalıntıları içinde Daniel Craig'li James Bond'a veda ettiğimiz Ölmek İçin Zaman Yok, 163 dakikalık dolu dizgin bir sinema macerası vaat ediyor. Sürprizleri bir yana filmin kötü adamı Lyutsifer Safin (Rami Malek) ile Bond arasındaki konuşma da naçizane dikkate değer. 'Söz konusu öldürmekse bunun hangi amaçla yapıldığı ne kadar önemli' minvalindeki konuşma aslında tüm Bond maceralarının motivasyonunu derinden sarsacak nitelikte.
Son tahlilde Sean Connery'den sonraki en başarılı James Bond olan Daniel Craig artık yok. Hatta bundan sonra beyazperdede erkek bir Bond görür müyüz, şüpheli. Son jenerikten anladığımız 007'nin maceraları devam edecek. Ama Ölmek İçin Zaman Yok görkemli bir vedayla o bildiğimiz James Bond külliyatına şimdilik noktayı koyuyor.’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Film uzun, tam 2 saat 43 dakika. Ama bu uzunluğu pek hissettirmeyen bir yapısı ve akışı var. Öte yandan senaryoda ‘Bond miti’yle bir hesaplaşma isteği seziliyor. Daniel Craig’i son kez James Bond olarak izlediğimiz bu yapım bence genel olarak ‘Skyfall’ ve ‘Spectre’nin yanında daha orta sıklet bir çizgide duruyor. Rami Malek’in canlandırdığı Lyutsifer Safin fazla karikatürize. Ailesi yok edildiği için intikam alma gayesiyle yola çıkarken bütün bir insanlığı hedefe koyması biraz zorlama olmuş. Ayrıca üs olarak kullandığı adayı yakınlardaki Japonlar’ın ya da Ruslar’ın neden kontrol etmedikleri de ‘gerçekçi’ olma çabasındaki bir ajan filminin mantık boşluklarından biri. Öte yandan Safin’e bağlı çalışan Valdo Obruchev adlı biliminsanının önderliğinde geliştirilen ‘Nanorobot projesi’ ve DNA’lara (genetik kodlar) yönelik kimi virütik hamleler, içinden geçtiğimiz pandemi döneminde aşı karşıtlarının öne sürdüğü komplo teorilerine göz kırpar nitelikte! Bir de ‘Bond filmleri’ esprili olur, ‘Ölmek İçin Zaman Yok’ bir-iki esprisi dışında genel olarak ağırbaşlı bir havaya sahip.’

 

 

LOUVRE MÜZESİ’NDE BİR GECE: LEONARDO DA VINCI

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ‘… Ve ne çok şey öğreniyoruz!... Örneğin tuale yumurta sürmek yerine ilk kez kullanılan yağlı boya tekniği... İki boyutlu resmi üç boyutlu kılmanın incelikleri... Asıl tablodan önce yapılan sayısız kara kalemle çizgi denemeleri... Işık ve gölgenin usta işi kullanımının resme kattığı ruh... Ve ortaya çıkan kimi tatsız gerçekler... Örneğin Son Yemek tablosunun aslı hala Milano’dakı kilisede. Louvre’daki onun öğrencilerinin yaptığı bir kopya... Ama ne kopya da denebilir!.. Ya sonunda uzun uzun anlatılan ünlü La Joconde ya da Mona Lisa tablosunun sayısız gizemi... Çünkü zaman içinde o kadar çok oynanmış, üzerinde o kadar çok onarım yapılmış ki, kimileri asıl tablodan ne kaldığını sorar olmuş!... Zaten oynansa da oynanmasa da, bu yağlı boya tablolar geçen zamandan kötü yönde etkileniyormuş. Ama elbette bu şarkılara geçen, filmlere ve romanlara konu olan kadın portresindeki o unutulmaz bakışın yüzyıllardır bitmemiş büyüsüne kapılmamak mümkün değil. Hep söylenir ya: salonun neresinde olursanız olun, onun gözleri hep size bakar diye!...’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): ‘… Bu belgeselin bence asıl güzelliği, bütün bu parçaların seyircinin zihninde oluşturduğu sorular ve imajlar... Sanatçının ait olduğu çağa, bizim izleyici olarak içinden geçtiğimiz çağda bıraktığı tortularına, izine, onun insanlığın genel serüvenindeki yerine ait meseleler filmin hatırlattıkları arasında yer alıyor. Bir resmin yüzyıllara direnmesi, zaman zaman yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması ve korunma çabaları da ‘Louvre Müzesi’nde Bir Gece: Leonardo da Vinci’nin izleyiciye hatırlattığı önemli notlar... Ayrıca ‘Mona Lisa’ya son derece zarif bir bağlantı yapıyor, bu da bence filmin takdir edilmesi gereken yanlarından biriydi. Sonuçta bu önemli sergiyi dünya üstünde kaç kişi gezmiş olabilir ki? Pierre-Hubert Martin imzalı bu belgesel, çok sayıda insanı Da Vinci gerçeğiyle ve eserleriyle buluşturacak. Üstelik hem şimdiki hem de gelecek kuşakları... Sanatla ilgilenen herkese naçizane şu tavsiyede bulunabilirim: Mutlaka ve mutlaka izleyin.’

 

 

GÖLGELER İÇİNDE

MEHMET AÇAR (haberturk.com): ‘… ‘Gölgeler İçinde’ kuşkusuz ‘Zerre’ gibi politik bir film. Ama kolaycı tespitlerden, sloganlardan tümüyle uzak bir yapısı var. Özellikle iktidarın görünmezliğine karşın hayatın her alanında varlığını hissettirmesi açısından bana Kafka’nın eserlerini hatırlattı. Sözgelimi, işçilerin kendi aralarındaki ilişkiler de iktidarın yapısını yansıtıyor. Buna karşılık, iktidarın gücünü mutlaklaştırmayan, tam tersine kırılganlığını, zayıflığını gösteren yaklaşımıyla Kafka’dan ayrışan bir yanı da var. Geçen yıl dünya prömiyerini yaptığı Moskova Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü aldıktan sonra Antalya Film Festivali’nde en iyi görüntü (Hayk Kirakosyan), en iyi prodüksiyon tasarımı (Armen Ghazaryan), en iyi müzik (Greg Dombrowski) ödüllerinin yanı sıra SİYAD ve Film-Yön ödüllerini kazandı ‘Gölgeler İçinde’… Boğaziçi Film Festivali’nde ise Tepegöz’e en iyi yönetmen ödülünü getirdi. Tüm bu ödüller bir yana, yıl sonu değerlendirmelerine de yılın en iyi yerli filmlerinden biri olarak ağırlığını koyacağına eminim. O yüzden sinemaseverlerin ‘Gölgeler İçinde’yi hak ettiği geniş perdede, yani sinema salonlarında seyretmesini öneririm.’

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): ‘… Finaldeki özgürleştirici ve biraz da ajitatif hamle iyi dursa da jenerik bitip perde siyaha düştükten sonra insan sormadan edemiyor: Peki, “Gölgeler İçinde” ne var? Erdem Tepegöz, bugüne referanslarla bezeli bu sömürü hikayesinde kapitalizmi açıkça işaret etmekten çekinmiyor ama kapitalistleri gölgelerin ardında tutmakta ısrar ediyor. Bu sömürü ağının, bu kıyımın sorumlularını muğlak bırakıyor. Bir makine ağı mı yönetiyor bu fabrika düzenini yoksa başka insanlar mı var, gölgelerin ardından kimseye malum olamıyor. Bu düzenin ancak sömürülenlerin sorular sorarak ve harekete geçerek değişeceğini gösteriyor göstermesine de, hesabın kime kesileceğini diyemiyor. Gizli/açık filmdeki her türlü görsel/işitsel/sözel olanak ile açıkça gösterilen kapitalist sömürü ne kadar somut ise, bunun sorumlusu kapitalistler de o kadar somut ve görünür oysaki. Üstelik gölgelerin ardında saklanma ihtiyacını da hissetmiyorlar.’

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Zaman değişse de işçi sınıfının makûs talihi değişmiyor. Öyküsü itibariyle zamansız bir gelecekten günümüze dair göndermeler içeren bu yapım (‘distopya’nın görevi budur zaten!), bireyin kendisine çizilen alanları sorgulama temasına dayanıyor. Gürcistan’daki eski bir tesiste çekilen film, atmosfer kurma ve görüntü yönetmenliği (Hayk Kirakosyan) açısından çok başarılı ama bu tür çabaları dünya sinemasında çok çok eski zamanlardan beri bolca gördüğümüzü söylemeliyim. ‘Gölgeler İçinde’nin farkıysa meseleler bazında değil ama bu dertlerin distopik bir öyküyle aktarılması konusunda sinemamız adına farklı sulara açılması... Filmi Numan Acar sürüklüyor, sistemin temsilcisi rolünde de Vedat Erincin’i izliyoruz.'

 

 

BİR NEFES DAHA

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): ‘… Kuşkusuz, özellikle gençlikte sınıflar arası ilişkilerin çok daha kolay inşa edildiği, farklı sınıf ve kültürlerden gençlerin kaynaşmakta sorun yaşamadığı bir gerçek. Film de bu gerçekten alıyor gücünü. Ama ‘zengin’ ve ‘yoksul’ gençlerin aynı sorunları, benzer bir biçimde yaşayıp yaşamadıkları sorusu bir yana; aradaki sınıf farkı yeterince çizilemiyor filmin içinde. Bu farkın iki grup arasında bir gerilim yaratması gerekmiyor ama belirli davranış kalıplarına indirgeniyor daha çok. Fehmi’nin kıskançlığı, Devin’in başka erkeklerle rahat ilişki kurması vb. Ezcümle, geleceksiz bir dünyanın içinde, çıkışsız bir memlekette ‘tıknefes’ bırakılan gençlere dair bir film “Bir Nefes Daha”. Filmin kendisi de arada sırada karakterleriyle uyumlu hale getiriyor, kendini o da tıknefes olmaktan kurtulamıyor!..’

 

 

PATRON BEBEK 2: AİLE ŞİRKETİ

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Kendi çocuklarımız için mükemmel ebeveyn olma çabasına o kadar kaptırmışız ki, genel olarak bir sonraki nesil için sorumluluklarımızı unutmuşuz. Bebekler işte buna isyan ediyor. Çareyi de devrimde arıyorlar.
Lakin bu kayda değer fikir, filmde yeterince hikayelendirilip işleniyor mu derseniz, hayır. Patron Bebek 2: Aile Şirketi'nin yumuşak karnı da bu işte. İlk filmdeki ana anlatım aksına bel bağlamayı tercih edip, bu devrim fikrini olgunlaştırıp bir mesele haline getirip önümüze koyamıyor. Hatta film ilerledikçe geri vites yapıp yetişkinler yanında saf tutmaya başlıyor. Her ne kadar aile içindeki kadın erkek rollerin değişmesinde politik doğrucu bir tavır sergilese de kritik noktalarda geleneksel bakış açısına sığınıyor. Bebekler de haklı isyanlarında yalnız kalıyorlar... Hal böyle olunca filmin perspektifini belirleyen bakışın yetişkin doğruları ya da önkabulleri olduğu gerçeğiyle baş başak kalıyorsunuz. Z'yi bilmem ama Alfa kuşağının bu durumu çok kabul edebileceğini sanmıyorum...'

 

 

ÖLÜMCÜL LABİRENT: ŞAMPİYONLAR TURNUVASI

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Kamera arkasında, ilkinde olduğu gibi Adam Robitel’in bulunduğu filmde seçilmiş ‘yarışmacılar’ şeytani Minos şirketinin düzenlediği bu ölümcül ‘etkinlik’te engelleri zekâlarıyla ve dayanışma ruhuyla aşmaya çalışıyor. Bir tür ‘Açlık Oyunları’ esintileri de taşıyan bütün bu çizgideki yapımların rutin reflekslerine sahip ‘zorlama’ serinin ikinci halkası, bana kalırsa ilkinden daha sürükleyici (Batılı eleştirmenlerse tersini düşünen yazılar kaleme almışlar). Özetle; gerilimin sinemasından hoşlananlar için şunu söyleyebiliriz; Zoey ve Ben’in yanı sıra Brianna, Rachel, Nathan ve Theo’nun katıldığı bu ‘Şampiyonlar Ligi’ grup aşaması (!) serüveni için buyurun salona...'

 

 

BABA

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Film, hemen söyleyelim, sinemada yaratılmış en etkileyici yaşlı insan portrelerinden biri, belki de birincisi. Bellek ve onun kaybı dediğimiz olayın etkilerini de en ilginç biçimde gösteriyor. Böylece artarda sürekli psikolojik sürprizler yaşıyoruz. Ama bunlardan fazla söz etmek filmi izlememiş seyirciye saygısızlık olabilir!.. Detaylara inersek, ara yerde kendisini dansçı zannederek step dansı yapan, klasik müzikten söz eden, kendince espriler yapan aslında sempatik bir yaşlı adam tanıyoruz. Ve yaşlanmanın tüm kederi üzerine tam bir gösteri izliyoruz. Belki filmin biraz aşırı hüznünü sevmeyenler olacaktır. Ama ben çok etkileyici buldum. Imdb’deki notu da çok yüksek zaten...(10 üzerinden 8.3). Florian Zeller’in 2012 de Fransızca olarak Le Pere adıyla yazdı oyun doğrusu dokunaklı bir filme dönüşmüş. Ve elbette usta oyuncu Anthony Hopkins, bizlere tam 84 yaşında görkemli bir kompozisyon sunuyor. Büyük yeteneğini bir kez daha kanıtlayarak...Ve böylece 1992 yılında unutulmaz Silence of the Lambs- Kuzuların Sessizliği adlı ünlü filmle aldığı Oscar’dan 30 yıl sonra bir ikincisini alıyor. Böylece ana oyuncu dallarında kazanan en yaşlı kişi olarak Oscar tarihine de geçiyor. Kızı Anne’da yine Oscar’lı Olivia Colman, diğer rollerde özellikle Imogen Poots ve Rufus Sewell da çok iyiler...'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Florian Zeller’in senaryo yazarı olarak tasarladığı hikâye kurgusu çok iyi işliyor. Yönetmenliğine baktığınızda bir ilk film olduğuna inanmak kolay değil. ‘Baba’ plan bağlantıları, mekân kullanımı, kadrajları ve her şeyiyle sağlam bir film. Görüntü yönetmeni Ben Smithard’ın iç mekânlarda çıkardığı iş de gayet iyi. Ne var ki, ‘Baba’ estetik olarak verdiği keyiften ziyade, demansın ne kadar ağır ve zor yaşandığını içimde hissetmemi sağlayan bir film olarak kalacak hafızamda. Film boyunca, en sevdiğiniz insanların hafıza kaybına yol açan hastalıkların pençesine düşmemesi için dua ediyorsunuz ister istemez... Öte yandan, demansın hasta yakınları için ne kadar ağır ve zor bir süreç olduğunu bir kez daha kavrıyor, onlara sabır diliyorsunuz. Tam da burada, Olivia Colman’ın duyarlı performansını anmak gerek. Ama hepimiz biliyoruz ki ‘Baba’ asıl olarak Anthony Hopkins’in mükemmel oyunculuğuyla anılacak… Hopkins, sadece öfkeyi, acıyı, şaşkınlığı değil, karakterin düştüğü her çıkmazda tutunacak bir dal arama duygusunu da çok iyi anlatıyor...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Zeller’ın yapıtı ilk elde ‘yaşlılık’ üzerine bir çalışma gibi görünse de aslında derdi ‘demans’ı anlatmak. Sinema elbette bu patikadan daha önce geçti ama bu hikâyenin özgünlüğü, yaşananları, gidip gelen zihni, bulanan dimağı, hafızanın (ya da aklın) kişiye dayattığı ‘oyun’ları karakterin cephesinden sunması. Biz seyirciyi bu girift denklemin bir parçası haline getirme yolunda gösterdiği sinematik güç de, filmin bir başka erdemi... Mesela Haneke’nin ‘Aşk’ı (Amour), demans bataklığında kaybolan eşinin ardından geride kalan bir adamın hem yaşlılıkla hem de yitip giden parçasının yokluğuyla başa çık(a)ma(ma) çabasını anlatıyordu. ‘Baba’ ise çizginin öte tarafından bakıyor meseleye ve bataklığın içinden manzaralar sunuyor seyircisine... Sonuç olarak Anthony Hopkins’in eskilerin deyimiyle ‘görmelere seza’ bir gösteriye soyunduğu, coşkuyla, özel bir enerjiyle oynadığı ve En İyi Uyarlama Senaryo dalında da Oscar alan bu çizgiüstü yapıtı kaçırmayın derim...'

 

 

ÇOK SATANLAR

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '...  Film konusu icabı bol edebiyat tadı içeriyor, birçok ünlü yazar anılıyor; arada Scott Fitzgerald’ın The Great Gatsby’sinden satırlar okunuyor. Bu arada yazarın yıllar önce ölmüş eşi Elizabeth’in vaktiyle ona ne kadar destek olduğu, hatta kitaplarına katıldığı anlatılıyor. Hele yazarın “onsuz ben bir hiçim” lafıyla kadının rolü de en duygusal biçimde beliriyor.  Bu edebi lezzette film biraz uzun olsa da keyifle izleniyor. Biçim açısından da sık sık başvurulan üstten çekimler çok ilginç. Ve de elbette iki baş oyuncusu. Ki tüm film onların üzerinde duruyor. Michael Caine bunca zaman sonra nasıl güçlü bir oyuncu olduğunu hatırlatıyor. Bir kez daha... Lucy’yi oynayan Aubrey Plaza’yı benim gibi dizi meraklıları Digiturk’teki çok şirin güldürü Parks and Recreation’dan hatırlar. O kendine özgü, masum ve hınzır karışımı yüzüyle harika bir oyun veriyor Aubrey... Yardımcı oyuncular da benzer bir düzeyi yakalıyorlar.'

 

 

DURGUN SU

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): '... Filmin birkaç dezavantajı var. Çok uzun olması (140 dakika), renklerinin çiğliği, yer yer temponun tümüyle durması... Ama birçok da üstün ve ilgiye değer yanı da yok değil. Öncelikle bize Marsilya denen kenti görkemli biçimde tanıtması. Bir süre önce Netflix’de izlediğimiz Marseilles- Marsilya dizisi gibi, hatta onu aşarak... Bu kendine özgü Akdeniz kentinde egemen olan yoksulluk ve sefalet; şaha kalkmış ve dört yandan bastıran ırkçılık;... Hele o ünlü OM futbol takımının da oynadığı bir  maç bölümü. Öylesine ustaca çekilmiş ve çok büyük bir kalabalık öylesine iyi kullanılmış ki... te yandan tümüyle iki dile, Fransızca ve İngilizce’ye dayanan filmde, bu iki dilin ve iki kültürün kimi zaman çakışsalar da kimi zaman da oluşan harika uyumu. Filmde ortaya çıkan baba-kız ilişkisiyse çok etkileyici. Babasını hiç sevmeyen ve belki bu yüzden uzaklara kaçmış bir genç kız, giderek ona nasıl  yaklaşabilir... “Ben beni bıraktım, sen de beni bırakma” lafını edecek kadar...Ya da aradaki kültür  uçurumuna rağmen, bir işçi bir modern tiyatro idolüyle nasıl ilişki kurabilir... Ve, en ilginci, yine o kaba-saba işçi sevgili kızının yerine ondan çok daha küçük ve dilini konuşamadığı bir  çocuğu koyabilir!...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Öte yandan birçok Amerikalı eleştirmen Allison karakterinin 2007’de İtalya-Perugia’da ev arkadaşını öldürme suçundan dört yıl hapis yatan Amanda Knox’u hatırlattığını yazmış (Knox da filmin kendi öyküsünü çarpıttığını ve itibarını zedelediğini belirtmiş). Sonuçta ‘Durgun Su’, ‘Spotlight’ düzeyinde bir yapım değil elbette ama Amerikalı babaların Liam Neeson türü (!) aksiyonlara girişemeden de farklı yollarla mücadele edebileceklerini gösteriyor. Öte yandan öykü Olympique Marsilya’nın sahası Veledrome’a uğradıktan (Burada takımı ve özellikle Dimitri Payet’i izliyoruz; tabii ki o zamanlar takımda Cengiz Ünder yok!) sonra yatağında köklü değişikliklere gidiyor ve Bill’le Akim arasındaki vahşi hesaplaşmaya dahil oluyoruz. Filmin bence en iyi yanlarından biri Allison’ın suçsuzluğuna inanan bir baba figürüne karşı, seyirciyi net fikirlerle buluşturmaması ve şüpheli bir gerilimin parçası haline getirmesi.'

 

 

İNSANLAR İKİYE AYRILIR

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Tunç Şahin'in filminin parıldayan kısmı senaryo. İyi bir senaryo var karşımızda. Akışkan, tıkır tıkır işleyen ve tabii sürprizli. Yönetmenlik maharetini de özellikle oyuncu yönetiminde hissettiriyor. Her oyuncu, çarkın bir dişlisi gibi hem tekil olarak hem de birlikte iyi performans sergiliyor. Burcu Biricik, Aras Aydın, Pınar Deniz, Erdem Akakçe gayet iyiler. Lakin Nezaket Erden ile Başak Dasman'ın da performanslarına özel dikkat çekme taraftarıyım.
Geçen yıl festivallerde açılış yapan ve çeşitli ödüller alan Tunç Şahin'in İnsanlar İkiye Ayrılır'ı, şimdilik yılın en iyi yerli filmlerinden biri.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Tunç Şahin, yazıp yönettiği ikinci uzun metrajlı filmi ‘İnsanlar İkiye Ayrılır’da temel olarak bir kapitalizm eleştirisine soyunuyor. Ezenler-ezilenler, borçlular-alacaklılar, avlar-avcılar derken filmin, düzenin dayatmalarına ancak ‘yasal’ görünen düzensiz yollarla karşı çıkılabilir türünden bir teması var. Bu da Şahin’in çalışmasını ‘modern suç filmleri’ kategorisine sokuyor. Oyunculuk performanslarının öyküyü inandırıcı kıldığı yapımda en çok Pınar Deniz ve Başak Daşman’ı beğendim.'

 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  Tunç Şahin, merak öğesini ayakta tutan, seyircinin dikkatini elinden kaçırmayan, sürprizlerle ilerleyen ve gerilim öğesini ihmal etmeyen bir hikâye kurgusuyla geliyor karşımıza. ‘İnsanlar İkiye Ayrılır’, Amerikan filmi temposunda tıkır tıkır ilerliyor. Ama bu sürükleyicilikte sadece akıcı montajın, plan bağlantılarının payı yok. Yalnızca merkezdeki üç karakterin değil, onların çevresindeki yan karakterlerin de çok iyi yazıldığını görüyoruz. Daha önemlisi, aralarındaki ilişkiler; çelişkileri, belirsizlikleri ve duygusal etkileşimleriyle sizi beyazperdeye adeta kilitliyor. Bir insana güvenmek veya güvenmemek de hikâyenin çevresinde döndüğü sorulardan biri. Herkesin kendi maddi hedeflerine odaklandığı bir dünyada yanıtı zor bir soru olduğu kesin. Alt metinlerde, özellikle finale doğru varlığını daha çok hissettiren dayanışma duygusu da önemli. Şahin, kâr etmeyi insani değerlerin üstüne koyan her tür sisteme karşı tek gücümüzün bu dayanışma olduğunu hissettiriyor. ‘İnsanlar İkiye Ayrılır’ bu yanıyla seyirciye iyi gelebilecek bir film…'

 

 

SHANG-CHI- ON HALKA EFSANESİ 

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Black Panther’, Afrika’nın gizli zenginliklerine vurgu yapıyor ve ileri seviyedeki Wakanda uygarlığını dünya düzenini koruyan bir kalkan olarak karşımıza getiriyordu. ABD’deki ırkçılığa, Afrika’nın Batı tarafından sömürülmesine ve geri bıraktırılmasına karşı duygusal bir tepkiydi. Bu film ise hem ABD’ye hem Çin’e yabancı kalan iki ana karakteri itibarıyla bir köklere dönüş öyküsü. Katy ve Shang-Chi’nin filmin başındaki amaçsızlığında biraz da bu köksüzlük var. Macera boyunca ikisinin de Doğu kültürüne yaklaştıkça hayatlarının anlam kazandığını görüyoruz. ABD’ye gelmek yerine yerinde yurdunda kalan, bir şekilde köklerinden hiç kopmadan Macau’da dövüş kulübü işleten kız kardeş Xialing’in konumunu unutmamak gerekiyor. Çünkü üçlünün köşeye sıkıştıkları anlarda Xialing genelde hep bir adım önde oluyor.

Marvel Sinematik Evreni’ni yakından tanıyanlar için eğlenceli sürprizler, tanıdık karakterler de içeren ‘Shang-Chi ve On Halka Efsanesi’ süper kahraman filmi geleneğiyle Uzakdoğu tarzı dövüş filmlerini fantastik zeminde birleştirmesini bilen seyre değer bir aksiyon. Aksiyon meraklıları, Marvel Sinematik Evreni’ni düzenli olarak takip edenler ve Uzakdoğu dövüş filmlerini sevenler kaçırmasın.'

 

ATİLLA DORSAY (t24.com.tr): ...  Filmin bir başka ilginç yanı o garip yaratıklara, birkaç türün karışımı olan havyanlara biçtiği rol. Öylesine ürkünç yaratıklar ortalıkta dolaşıp duruyor ki... Ama kimilerini sevimli bulmak da mümkün! Belki en ilginci bir domuzla tavuk karışımı olan Morris. Ki o elbette ‘ehli’ bir yaratık. Görmelere seza... Filmde bolca Çin müziği kullanılmış. Bir parçanın dışında: Hotel California... Eagles grubunun ünlü parçası. Ve filmde ona bir fonksiyon da verilmiş, göreceksiniz... Ama belki en önemlisi, tüm o görselliğin ardındaki temel duygu ve asıl öge. O en klasik tema, yani baba-oğul ilişkisi. Ama böylesi hiç görülmemişti. Özellikle babanın geçirdiği büyük bunalım içinde gitgide keskinleşen, hatta sonlarda ölümcül bir düelloya dönüşen bir ilişki. Bence filmin yoğun duygusal yükü içinde en etkileyici olan öge olan... Ve o ünlü 10 bileziğin de el değiştirdiği...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Destin Daniel Cretton’ın imzasını taşıyan film genel çizgileriyle vasatı aşıyor. Steve Englehart-Jim Starlin ikilisinin yarattığı kahramanı ve ait olduğu dünyayı günümüze taşırken modern dokunuşlarda bulunan senaryoda karakter derinlikleri ve yer yer karşımıza çıkan espriler gayet başarılı. Doğaüstü güçler eşliğinde gelişen hikâyede perdeye yansıyan yaratıkların da ‘efektif’ açıdan inandırıcı olduğunu söylemek mümkün... 

Sonuç olarak daha sonra Marvel’ın diğer kahramanlarıyla yolları kesişecek gibi görünen Shang-Chi’nin sinemadaki bu ilk solo yolculuğu oyunculuk performansları, iyi çizilmiş ana ve yan karakterleri, başarılı Uzakdoğu dövüş sahneleri (ki filmdeki bu koreografik bölümlerin koordinatörü Bradley J. Allen, ağustos başında hayatını kaybetmiş) ve göz alıcı bilgisayar efektleriyle gönül çelen bir aksiyon olmuş.

Tek falsosu, Amerikalı bir eleştirmenin de altını çizdiği gibi babadan geriye kalan 10 halkanın niye iki kardeş arasında eşit olarak pay edilmediği ve hepsinin kulanım hakkının Shang-Chi’de olduğu, kız kardeşinin devre dışı bırakıldığı meselesi (Oysa öyküdeki kadınlara yönelik ‘pozitif ayrımcı tavır’ yeterince güçlü). Bu konuya da ‘miras hukuku’ erbabı el atsın diyelim...'

 

 

İKİ AŞIĞIN ÖLÜMÜ

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... buhranı, görsel atmosferin yarattığı tekinsizlik ve ses kurgusunun olağanüstü katkılarıyla bir gerilim unsuru olarak kullanan Robert Machoian, David'i seyircinin gözünde büyük bir sınava sokuyor. Öfkesine yenilip bir çılgınlık mı yapacak yoksa içinde bulunduğu gerçeklikle yüzleşip hem kendi hem de ailesi için bir çıkış yolu mu bulacak merakla filmin finaline kadar bekliyoruz... İki Aşığın Ölümü, minör hikayesiyle, büyük laflar etmekten sakınan ama son yıllarda dünyada meydana gelen toplumsal rollerdeki, kadın erkek ilişkilerindeki değişime bir hikaye özelinde odaklanan ve erkeğin bu değişim sürecinde yaşadıklarını ele alan bir yapım olarak öne çıkıyor. Evlilik Hikayesi'nde olduğu gibi erkek perspektifinden mesele bakması biraz yadırganabilir. Ama senaryoyu da yazan yönetmen Machoian, Niki'yi doğal olarak kadını belli bildik kalıplar içinde değerlendirmekten uzak. Kadın karakterine mesafeli olsa da değişen dünyada kadının kendine açtığı alanı sorgulama ve yargılama yoluna gitmiyor. David'i canlandıran Clayne Crawford'un (yakın zamanda adını sıklıkla duyacağımıza şüphe yok) dar bir çizgide içe dönük de olsa çok iyi performans gösterip oyunculuğu ile filmi sırtladığı film, belki Evlilik Hikayesi kadar ses getirmedi. Lakin en az onun kadar dikkate değer bir yapım... İmkanınız varsa kaçırmayın!'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Robert Machoian’ın yazıp yönettiği film, kaybettiği cepheleri yeniden kazanmak isteyen bir babanın dramını duygu sömürüsüne kaçmadan, son derece hisli ve etkileyici bir atmosferle anlatıyor. Utah’a bağlı Kanosh kasabasında çekilen yapımda kurulan dünya, her bir karakterin kendi açısından haklılık payları, dağılan yuvayı kurtarmak için gösterilen yoğun çaba, çiftin ergenliğini yaşayan kızları Jess’in psikolojisi, üç erkek çocuğun sevimlilikleri ve yaşlarına göre gösterdikleri olgunluk vs. filmin küçük ama sağlam erdemleri olarak dikkat çekiyor. Bazı sahneler var ki çok sade ve çok dokunaklı. Aynı zamanda görsel açıdan da çarpıcı. Clayne Crawford acısını çoğu kez içine atan ve kendi ruh dünyasında yaşayan David’de muhteşem oynuyor. Bu bağımsız karakterli filmi kaçırmayın derim... '

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... “The Minors” adlı kısa filmiyle 2019 yılında Sundance’te ödüle layık görülen Robert Machoian bir yıl sonrasında ise uzun metraj filmi “İki Aşığın Ölümü” (The Killing of Two Lovers) ile festivale konuk olmuş ve övgüler kazanmıştı. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nin online gösterimlerinde seyirciyle buluşan yapım; mekanı, teması, tonu ve estetiğiyle gerçek bir bağımsız film olarak dikkat çekiyor. Özellikle başroldeki Clayne Crawford’ın performansı, hikayesine uygun atmosferi, iyi oynanmış ve çekilmiş plan sekanslarıyla ilgiyi hak eden yapım belki daha önce çokça gördüğümüz Amerikan taşrası hikayelerinden farklı değil ama tuhaf bir çekiciliği de var...'

 

 

ŞEKER ADAMIN LANETİ

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Şeker Adam’ın Laneti’, İtalyan yönetmen Luca Guadagnino’nun yönettiği 2018 yapımı yeniden çevrim ‘Suspiria’yı hatırlattı bana. O da 1977 yapımı orijinal filmin yeni bir yorumuydu ve görsel olarak çok özenliydi. Ama orijinal filme oranla her anlamda fazlalıklarla doluydu. ‘Şeker Adam’ın Laneti’nin orijinal filmle ilişkisi ise daha dürüst geliyor bana. Bir devam öyküsü anlatması ve ilk filmi ‘temize çeken’, yeniden anlamlandıran yanlarıyla Suspiria’ya oranla daha çok sevdim. Her şey bir yana, McCoy’un şeytanla anlaşan Doktor Faust’u hatırlatan hikâyesinin de ilgiye değer olduğunu düşünüyorum. Bir sanatçı filmi olarak görebiliriz çünkü politik boyutun yanı sıra Yahya Abdul-Mateen II’nin oyunculuğuyla işin dram tarafı da yürüyor.

‘Şeker Adam’ın Laneti’ sadece korku gerilim sevenlere hitap etmiyor. Özellikle ‘art-house’ ile tür sinemasının buluştuğu filmleri sevenlerin görmesi gerekiyor.

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Yönetmenliğini Nia DaCosta’nın üstlendiği, senaryosunu Peele’ın yanı sıra DaCosta ve Win Rosenfeld’in kaleme aldığı 2021 model ‘Şeker Adam’ın Laneti’ (Candyman) belki bir başyapıt değil ama muhteşem bir film. Kişisel olarak Peele’ın çokları tarafından göklere çıkarılan iki filmini altı kalınca çizilmiş politik göndermeleri itibariyle pek sevmem ama bu kez atılan adım sosyolojik ve politik açıdan çok ince ve zarif hamleler eşliğinde, zamane meseleleri hakkında çok şey söylüyor. Orijinal yapıtta ana karakterin tarihsel gelişimiyle buluşuyorduk ama öyküde bu denli keskin siyasi refleksler yoktu... ‘Şeker Adam’ın Laneti’ tarihsel bir meseleye, insanlığın bitmez tükenmez bir yarasına gerilim filmi formatında, derin bakışlar atıyor. Korkutucu olansa filmin öyküsü ya da efektleri değil, süregelen ve her toplumda farklı kılıkta karşımıza çıkan ırkçılık belası... Yılın en iyi filmlerinden olan bu çalışmayı kaçırmayın derim...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Bir nevi film efsaneyi, ABD'de yüzyıllardır süren ırkçılığın yarattığı kaygı ve korkuların, siyahların kolektif hafızasında oluşan bir hayalet olarak yorumluyor. Takdir edilesi bu hamle, filme ciddi bir politik içerik kattığı gibi, Jordan Peele'nin Kapan ve Biz filmlerinde yaptığı politik temelli korku filmlerine yönetmen Nia DaCosta eliyle bir halka daha eklenmesine de vesile oluyor.
Odağında ırkçılık olsa da sadece bu değil filmin derdi... Kentsel dönüşümün hamlelerinden biri olan soylulaştırmanın yarattığı sonuçlar, 'piyasa sevgisi' uğruna sanat dünyasında sanatçının edilgen hale getirilmesi, toplumların kolektif hafızasının yok edilmeye çalışılsa bile bunun nasıl işlevsiz hale geldiği gibi farklı alanlarda da sözünü söylemekten çekinmiyor Şeker Adam'ın Laneti. Pandemi nedeniyle iyi filmlere pek de rastlayamadığımız bu yılın, şimdilik en iyilerinden biri var karşımızda. Kaçırmayın derim...'

 

 

KÜÇÜK ANNE

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Topu topu 4-5 mekanda, 4-5 oyuncuyla ve 72 dakikada kotarılmış bir büyüme öyküsü “Küçük Anne”. Sadece bundan ibaret değil, hafızaya saygı duruşu, geçmişe bakış ve tabii ki bir kaybın ardından gelen yas ve onunla baş etme süreci. “Küçük Anne”, yönetmenin önceki filmleriyle hem tematik hem de estetik olarak ortak özellikler de taşıyor. Yazıp yönettiği 2011 tarihli “Tomboy” ve senaristleri arasında yer aldığı “Kabakçığın Hayatı” (Ma vie de Courgette) filmlerinde olduğu gibi çocukluk yıllarının zorluklarına bakıyor bir yandan. Diğer yandan ise “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi”nde olduğu gibi hatırlamak ve anlamlandırmak üzerine bir şeyler söylemeye çalışıyor. Yine bu filmdeki gibi doğa ile hikaye/ karakter arasındaki ilişkiyi başarılı bir biçimde kuruyor...'

 

 

KÖRKÜTÜK

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Modern Danimarka sinemasının kayda değer yaratıcılarından Thomas Vinterberg’in yönettiği ‘Körkütük’ (‘Druk’), içkiye olan düşkünlüğüyle bilinen İskandinav coğrafyasından etkileyici bir hikâye anlatıyor. Bu yıl Oscar’da ‘En İyi Uluslararası Film’ dalında, BAFTA’da da ‘İngilizce Olmayan En İyi Film’ kategorisinde ipi göğüsleyen bu ilgi çekici yapımı sempatik, anarşik tonlar taşıyan, komedi ve hüznün iç içe geçtiği bir yapıt olarak tanımlamak mümkün. Mads Mikkelsen’i 2012 tarihli ‘Onur Savaşı’ndan (‘Jagten’) sonra tekrar Thomas Vinterberg’le bir araya getiren bu projede Tommy rolündeki Thomas Bo Larsen de çok iyi oynuyor...'

 

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '... “bir rüya olan gençliğin” bittiğinin ayırdına varmış bir grup erkeğin kendilerini mutlu etme, yeniden hayata anlam katma çabalarında kullandıkları basit bir araç olarak düşünülebilir alkol. Dolayısıyla Thomas Vinterberg, film boyunca alkol hakkında hiçbir yargıda bulunmuyor. Karakterlerini de yargılamıyor. Ki bir filmden beklenmesi gereken bu tutum, filmin eksiğine dönüşüyor kanımca. Bu ‘bunalım’ haline daha sert yaklaşmak ve belki bir miktar yargılayıcı olmak belki de yeni bir aşama için zorunludur! Bu haliyle erkeklerden ayrılamayan kamera, onların dünyasını seyirciye açarken kadınlara hiç alan tanımıyor. Martin’in eşi Anika filmin içinde önemli bir yer tutsa da onun dünyasına hiç giremiyoruz. Hikâye Anika’yı işlevli hale getirmeyi beceremiyor ya da buna ihtiyaç duyulmuyor. Diğer kadınlar da benzer bir biçimde temsil ediliyor maalesef. Kanımca Thomas Vinterberg de karakterlerine fazlaca merhametli davranıyor...'

 

 

ZİHİN GEZGİNİ

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... ‘Zihin Gezgini’nin duygusal olarak beni yakalayan ve etkileyen bir film olduğunu söyleyemem. Nick Bannister dahil hiçbir karakteri çok derinlikli bulmadım. Mae uzun süre çok dışarıdan baktığımız, bağ kurmakta zorlandığımız biri. Buna karşılık, Thandiwe Newton’un yorumunun katkısıyla Watts’ın daha ilgiye değer ve olumlu anlamda karmaşık bir karakter olduğunu düşünüyorum. Rüşvetçi polis Cyrus Booth (Cliff Curtis) ve zengin adamın takıntılı eşi Swati (Marina de Tavira) başta olmak üzere diğer yan karakterler ise dramatik açıdan çok zayıflar. ‘Zihin Gezgini’nin bir başka sorunu aynı anda birkaç türü bir arada götürmeye çalışması galiba… Çünkü hiçbirinin tam olarak hakkını veremiyor. Modern kara filmin öncüsü sayılan 1975 yapımı ‘Chinatown’daki gibi şehirdeki güç zehirlenmesine ve yozlaşmaya bağlanan entrikanın pek parlak olduğunu söyleyemem. Sonuçta, alt metinler açısından fakir bir film ‘Zihin Gezgini’…'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Filmin problemi sanırım felsefi anlamda derinlere dalma ve seyircisini de diplere çekme isteğine karşın yüzeysellikten pek kendini kurtaramayışı olmuş. Öykünün görsel açıdan ilginç yapısı ve meselelerin filizlendiği dünyanın mimari tanımları bazı çekicilikler taşısa da belirli noktalardan sonra istenen etkiyi yaratamıyor. Hugh ‘Wolverine’ Jackman, Bannister’da tabii ki sırıtmıyor ama o eski romanların uyarlamalarındaki Humprey Bogart türünden unutulmaz bir dedektif portresi çizmiyor. Yardımcı Watts’da Thandiwe Newton da gayet iyi bir performans ortaya koyuyor. Filmin göz kamaştıran unsuruysa Rebecca Ferguson. İsveçli aktris, Mae rolünde, sinemanın unutulmaz kadın oyuncularının ışıltılarını perdeye taşıyor. Özellikle şarkı söylediği sahnelerde muhteşem... Ben, kirli polis Boothe’de karşımıza gelen Cliff Curtis’i de beğendim; ses tonu ve vurgularıyla Robert De Niro’yu andırıyordu. Sonuç olarak öyküsü itibariyle ‘film-noir’ (kara film) tadı sunan, ‘Blade Runner’a da selam gönderen ‘Zihin Gezgini’, izlenmeye değer.'

 

 

COLLECTIVE

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): ... “Colectiv”, bir yanıyla böylesine önemli bir alanın ranta açılmasının yarattığı halk sağlığı sorunlarının dehşetini gözler önüne sererken diğer yandan ‘sosyalizm’ sonrası Romanya’da ortaya çıkan yağma kapitalizminin vardığı boyutları göstermesi açısından da ibret verici. Alexander Nanau’nun belgeseli, gazeteciliğin siyasallaşmasının değil, gazetecinin kamu yararına siyasal bir tutum takınmasının öneminin de altını çiziyor bir kez daha.

 

 

GERÇEK KAHRAMAN

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Birçok başka filmden esinlenmesine rağmen ‘Gerçek Kahraman’, özgün olmayı başarıyor. Karakterlerin tek boyutlu kaldığı, temaların öyle çok fazla derinleşmediği ve her şeyin üç aşağı beş yukarı öngörülebilir olduğu bir film seyrediyoruz. Ama daha ilk sahneden başlayan mizah duygusu filme çok şey katıyor; popüler kültür göndermeleri içeren sürprizli ve eğlenceli sahnelerle zaman su gibi akıp gidiyor. Başarılı bir iş ortaya koyduğu ‘Stranger Things’ dizisi ve ‘Müzede Bir Gece’ filmleriyle tanıdığımız yönetmen Shawn Levy, özellikle Free City adlı video oyununun içinde geçen sahnelerde, canlı, aydınlık, ferah ve rengarenk bir görsel dünya kuruyor. Aksiyon duygusundan ziyade yer yer gerçeküstü imgeleri akla getiren özel efektler, görsel açıdan filmin cazibe merkezini oluşturuyor. Öte yandan, asıl olarak duygusal komedi tonuyla öne çıkan bir film ‘Gerçek Kahraman’… Guy ve Millie arasındaki duygusal bağın Ryan Reynolds ve Jodie Comer’ın katkısıyla filmin en ilgiye değer yanlarından biri olduğunu; filmin gelecekte daha çok bu sıra dışı sevgi öyküsüyle hatırlanacağını düşünüyorum. Son olarak, Dwayne Johnson, Hugh Jackman ile Tina Fey’in bazı sahnelerde dublaj yaptıklarını ve filmin belki de en çok güldüren repliğinin Tina Fey’den geldiğini belirtelim.'

 

ŞENAY AYDEMİR (EVRENSEL): '... Taika Waititi’nin de Antwan karakterinde oldukça iyi olduğunu belirtelim yeri gelmişken. Yalnız Ryan Reynolds’un daha ilk dakikadan itibaren kullanılışının “Deadpool” filmleriyle aynı olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Haliyle eğlenceli olmasına eğlenceli ama işin kolayına kaçan bir komedinin olduğu söylenebilir. “Müzede Bir Gece”, “Sürüsüne Bereket” filmlerinden tanıdık yönetmen Shawn Levy, yaklaşık iki saatlik sürenin uzunca bir bölümünde ritmi tutturmayı başarsa da sonlara doğru hem görsel olarak hem de hikaye olarak klişelere sığınmaya başlıyor. Aşkın gücü, iyiliğin kapsayıcılığı, pişmanlığın erdemi derken mutlu ama açıkçası sıkıcı bir final karşılıyor bizleri…'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Müzede Bir Gece’ serisiyle tanınan Shawn Levy’nin filmi ‘Gerçek Kahraman’ (Free Guy) bir video oyununda sıradan bir karakterken kimliğini sorgulamaya başlayan, sonrasında yaşadığı ‘Free City’ sınırlarında yıldızı parlayan bir öncüyü anlatıyor. Öykü, insanın aklına Jim Carrey’li ünlü klasik ‘The Truman Show’u da getiriyor elbet… Oyunun yaratıcılarından Millie’nin ‘avatar’ına olan aşkıyla bir anlamda şirazesi kayan Guy, içinde bulunduğu çemberi yarmak için mücadele ederken hikâyenin kötü adamı Antwan da asi olarak gördüğü Guy’ı yok etmeye çabalıyor. Matt Lieberman ve Zak Penn ikilisinin kaleme aldıkları senaryonun açmazları kendisini gizleyemiyor: Guy’ın nasıl olup da sistem dışına çıktığına dair ikna edici bir açıklama yok. Ama Ryan Reynolds’ın sürüklediği ‘Gerçek Kahraman’ı sevimli bir film olarak nitelendirmek mümkün.'

 

 

SNAKE EYES: G.I. JOE ORIGINS

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... Schwentke, senaryodaki bu zaafları unutturmaya çalışan bir yönetmenlik sergiliyor. Müzik, kurgu ve aksiyonla seyir keyfini yukarda tutmaya çalışıyor. Bu arada, özellikle Tokyo sahnelerinde görüntü yönetmen Bojan Bazelli ile bariz bir kara film estetiği yakalamaya çalıştığını görüyoruz. Kuşkusuz gündüz sahneleri var ama şehirdeki gece çekimleri ağır basıyor. Anlatımda olduğu gibi görsel atmosfer de hikâyenin önüne geçmiyor. Gerçi oyunculuk ve dram ağırlıklı bir film değil ama kadro elinden geleni yapıyor. ‘Crazy Rich Asians’ ile tanınan Malezyalı – İngiliz oyuncu Henry Golding oyuncu olarak ‘aksiyon kahramanı kumaşı’na sahip olduğunu gösteriyor. Snake Eyes’dan sonra çelişkileri ve çatışmalarıyla filmin görece en iyi yazılmış karakteri Akiko’yu canlandıran Haruka Abe de iyi. Andrew Koji’nin canlandırdığı Tommy, aslına bakarsanız finalde yaşadığı değişim açısından öykünün en komplike ve sürprizli karakteri ama senaryonun onu finale hakkıyla hazırladığını söylemek mümkün değil...'

 

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Açıkçası ilk iki film düşünüldüğünde daha elle tutulur bir senaryo ve film var karşımızda. Bir kere G.I. Joe'nun, Amerikan militarizmini yüceltme işlevinden, bunun getirdiği Amarikanvari aksiyondan vazgeçilmiş. Daha bireysel bir hikaye üzerinden insanın kendi nefsiyle mücadelesine odaklanılmış. Genel olarak film ana karakterlerin hırs, açgözlülük, intikam ateşi çemberinden geçerken neler yaptığıyla, nasıl kararlar verdiğiyle ilgileniyor. Bu da G.I. Joe: Snake Eyes'ı ilk iki filme göre daha farklı bir yere konumlandırıyor. Ayrıca yönetmen Robert Schwentke'nin görece Amerikan aksiyon filmlerinden ziyade Japon aksiyon sinemasına sırtını dayama tercihi, filmin atmosferini buna göre oluşturması, ninja kültürünü yüceltme çabaları da bu konumlandırmayı güçlendiriyor. Ama unutulmamalı neticede bu da bir G.I. Joe filmi... G.I. Joe ve Kobra bu hikayenin neresinde devreye giriyor derseniz? O da sürpriz olsun ama devreye girdikleri noktada rol çalmaya çalışmıyorlar, bu da filmin bir başka güzelliği. Son tahlilde değişen dünyaya göre kendini adapte eden bir G.I. Joe var karşımızda. Devamının gelmesi de muhtemelen. (Çünkü G.I. Joe dünyasının diğer bir kahramanı Storm Shadow da işin içinde). Fakat bu tarza devam edilir mi, yine günün sonunda Amerikan propagandasına dönüşür mü orası da bilinmez...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... 70’li yıllar Uzakdoğu dövüş sporlarının hâkim olduğu birçok filmin sinemalara uğradığı dönemdi. ‘Snake Eyes’ sanki o filmlerin, “Anglosaksonlar da izlesin” diyerek çekilmiş hali gibi. Bir yandan eller, öte yandan kılıçlar kullanılıyor ve arada bir hayata dair felsefi tanımlamalar, bilgelik ifadeleri, ruh güzelliği, temiz kalp, gözlerde okunan onur, gurur vs. gibi ifadeler karakterlerin ağzından çıkarak seyirci bir anlamda huzur sokağına çağrılıyor! Film ayrıca çokuluslu oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Mesela Snake Eyes rolündeki Henry Golding Malezyalı. ‘Kan kardeşi’ Andrew Koji İngiltere doğumlu, klanın güvenlik şefi Haruka Abe Japon, eğitimcilerden ‘Hard Master’ı canlandıran Iko Uwais Malezyalı, bir diğer eğitimci ‘Blint Master’ı oynayan Peter Mensah Ganalı... Sonuçta, bildik limanlara uğrasa da ihanet ve sadakat gibi değerler eşliğinde gelişen öyküsüyle bu Uzakdoğu aksiyonu, bence ‘G.I. Joe’ serisinin belki de en mütevazı (öyle ki bilgisayar efektleri bile sadece dev anakondalar için kullanılmış sanki) ama en iyi filmi olmuş.'

 

 

JUNGLE CRUISE

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '...  Film akıp gidiyor ama olayların ilgiye değer şekilde geliştiği, öyle çok parlak bir hikâye örgüsünden söz edilemez. İlerleyen bölümlerde bazı sürprizler bekliyor bizi ama her şey bittiğinde hikâyenin bende kalıcı bir iz bıraktığını söylemem zor. Lily ile Frank arasındaki bol çatışmalı romantik komedi öyküsüne senaryonun en sağlam damarı gözüyle bakılabilir aslında. Ama esinlendiği John Huston klasiği ‘The African Queen’ (1951) ile karşılaştırmamak şartıyla… Hikâye, özel efekt şovu içeren sahneleri peş peşe sıralamanın ötesine geçemiyor sanki. Glenn Ficarra, John Requa ve Michael Green imzasını taşıyan senaryonun kayda değer en önemli artısı, karakterleri aksiyon ve maceraya kurban etmeden ön plana çıkarabilmesi. Tam da bu nedenle, filmin sağlam yanlarından birinin oyunculuk olduğunu düşünüyorum. Başta Emily Blunt, Dwayne Johnson, Jack Whitehall ve Jesse Plemons olmak üzere herkes elinden geleni yapıyor, filmi yukarı taşımayı başarıyorlar...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Emily Blunt’ın sevimli güzelliğine kaslarıyla Dwayne Johnson’ın eşlik ettiği (bence kimyaları tutmamış ama) yapım, iki saatlik süresine rağmen gayet keyifle izlenen bir macera filmi olmuş. Amazon’un renkli coğrafyası, kapitalist dünyanın farkına varmış yerlileri, altı doldurulmuş bir efsane, sürekli aksiyon derken zevkli bir seyirlik var karşımızda. Son olarak öyküdeki iki kardeş temasının da ‘The Mummy’ serisini, Lily’yle Frank arasındaki gelgitli ilişkinin Huston’ın ‘The Africa Queen’ini, Aquirre’nin hasta kızını hayat ağacıyla kurtarma arzusunun ise Aranofsky’nin ‘The Fountain’ını hatırlattığının altını çizelim.'

 

 

THE SUICIDE SQUAD: İNTİHAR TİMİ

MEHMET AÇAR (haberturk.com): '... 2016 yapımı ‘Suicide Squad’ birbirinden kopuk, video klip gibi sahnelerle ilerleyen, duygusuz bir özel efekt şovunu andırıyordu. Yeni film de baştan sona bir özel efekt şovu ama karakterleri, mizah duygusu ve kendini çok ciddiye almayan matrak hikâyesiyle ilkinden çok daha iyi. Hikâye demişken Bloodsport ve ekibi ortaya çıkmadan önce olup bitenleri seyrettiğimiz ilk bölümün, seyircinin beklentilerine meydan okuyan, şaşırtıcı bir yanı olduğunu belirtelim.

‘The Suicide Squad’: İntihar Timi’ni James Gunn’ın Marvel için çektiği ‘Galaksinin Koruyucuları’ kadar sevdiğimi söyleyemem. Filmdeki abartılı şiddeti de öyküyle çok bağlantılı bulmadım ne yazık ki… Ama yine de türün meraklılarına tavsiye ederim.'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... Senaryo yer yer komik ve ilgiye değer göndermelere sahip. Politik referansları da bol; mesela sisteme başkaldırdığı için bir hilkat garibesine kurban edilen muhalifler, gazeteciler; tam da günümüz baskıcı rejimlerinin aradığı yöntem. Problem şu ki, filmin bir aksiyon fantezisi olduğu kabul edilerek gündelik siyasetin ve gidişatın doğrularına çarpan unsurları, nihayetinde öykü içinde törpülenmiş. ABD’nin geçmişte adada yaşanan ihlalleri bildiğinin, hatta kimi deneyler için baskıcı yönetimle anlaştığının altı çiziliyor ama son düzlükte “Evet, aramızda kötüler var ama hepimiz öyle değiliz” türü, faturayı sistemden çok bireye çıkaran bir iyimserlikle karşılaşıyoruz. “Böylesi bir filmde bu kadar ciddiyete, dünya meselelerine gerek var mıydı ki zaten” diyebilirsiniz. Benim savunum şu: “Madem fantezi yapıyorsunuz, sonuna kadar gidin.” Araya birkaç hesap soran devrimci karakter koyarak temize çıkmak zor! Üstelik adını ünlü çizgi roman karakterinden almışa benzer hayali Corto Maltese de Küba’yı andırır biçimde tasvir edilmiş...'

 

 

BLACK WIDOW

ŞENAY AYDEMİR (gazeteduvar.com.tr): '...  "Tepetaklak", "Savaşın Gölgesinde" ve "Berlin Sendromu" filmleriyle tanıdığımız Avustralya doğumlu yönetmen Cate Shortland, karakterlerini birer ‘kahraman’ olmaktan sıyırıp normalleştiriyor. Evet, büyük bütçeli bir Hollywood filminden bekleneceği üzere aile vurgusu öne çıkarılıyor ama birçoğunda olduğu gibi vıcık vıcık bir anlatıya mahal vermiyor yönetmen. Üstelik aile olmak için kan bağının gerekli olmadığına vurgu yapıyor bir kez daha. Ve son olarak karakter odaklı anlatısına rağmen aksiyon açısından da ilgilisini tatmin edecek gibi görsel atmosfer inşa etmeyi başarıyor. Bütün bunlara rağmen, filmin kötü karakterinin motivasyonu konusunda sıkıntılı olduğunu söylemeden geçmeyelim. “Avengers”ta Thanos’un bile evrenin yarısını yok etmeye kalkışırken kendince bir motivasyonu vardı. Kalanları kurtarmak! Ancak Dreykov’un bu kadar kötü olmaktaki muradının ne olduğu konusunda filmin yeterince net olduğunu söylemek zor...'

 

 

KORKU SEANS 3: KATİL ŞEYTAN

OLKAN ÖZYURT (SABAH): '... Lanetli Gözyaşı filmiyle tanıdığımız yönetmen Michael Chaves, korku sinemasına yabancı biri değil. Lakin anladığımız suç filmlerinin kodlarına da vakıf. 'Hayalet avcıları'mızı dedektif gibi kullanırken kamerası da açıları da filmin renkleri de suç filmi ayarlarına dönüyor. Korku seansları başlayınca ise ayarlar değişiyor. Bu anlamda Chaves iki tür arasında görsel bir estetik harman yaratıyor. Ama yazdığım gibi genel hikaye korku türünü seven ve türün geçmişine vakıf olanlar için fazlasıyla bildik. Hikayenin finali itibariyle de tüm olup biteni bir yere bağlama noktasında pek de yaratıcı değil. Hani iblisi bu dünyaya davet eden kişinin neden böyle bir şey yaptığına dair etkili bir argüman sunmuyor. Ha mahkeme şeytanın varlığını kabul ediyor mu derseniz, orası da filme kalsın...'

 

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET): '... ‘Korku Seansı 3’te ise film ‘Lanetli Gözyaşları’nı da yöneten Michael Chaves’e teslim edilmiş. Bu kez daha çok atmosfere ağırlık verilmiş, su yatağından çıkan, banyo perdesi üzerinden korkutan ‘iblis’, morglarda ayaklanan ölüler (zombi demek lazım mı, bilmiyorum ama) istenen gerilim etkisini sağlıyor. Her zaman olduğu gibi Vera Farmiga ve Patrick Wilson’ın sürüklediği yapımda, ben ‘iblis’i canlandıran Eugenie Bondurant’ı (karizmatik geldi bana) ve emekli rahip Kastner rolündeki John Noble’ı bir hayli beğendim. Sonuç olarak serinin çıtasını aşağı düşürmeyen, istediği etkiyi yer yer yaratan bir film olmuş...