BİR SINIF MESELESİ...
Babam kasaptı. Ne yazık ki işleri ters gitti, iflas bayrağını çekti ve bir müddet sonra doğup büyüdüğü şehri terk etmek, hem kendisine hem de ailesine yeni bir kader (ya da gelecek) çizmek zorunda kaldı. Zonguldak artık geride kalmıştı. 34 yaşında o artık bir inşaat işçisiydi (ya da mesleki unvanıyla ‘ustası’). Balıkesir’de Seka Kâğıt Fabrikası Tesisleri’nin yapımında başlayan yeni serüveni, ömrünün sonuna kadar devam etti. İnşaat işçiliği yaşlandıkça vücuda farklı ağırlıklar yükleyen mesleklerdendir. Zaten ufak tefek bir adamdı. Fıtık olmuş ve ameliyat masasına yatmıştı. Doktorlar “Bundan böyle ağır şeyler kaldırmak yok” demişti. Lakin şantiyede böyle bir iş dağılımı yoktur, ‘Peder bey’ de hem yaşını başını almış bir usta olarak hem de kuşağının öğretileri doğrultusunda kendisinin kayırılmasına izin verecek yapıda değildi. Ameliyattan sanırım üç ay kadar sonrasıydı; ağır kaldırdığı için fıtığı yeniden sorun çıkarmıştı. Bir sabah işe gidemedi, hastanenin yolunu tuttu ama doğru düzgün teşhis koyamadılar, meseleyi anlayamadılar, evde dinlenirken akşam ağırlaştı, gece tekrar hastaneyi gittik ama iş işten geçmişti; üre kana karışmış ve farkında olmadan zehirlenmişti. 6 Eylül 1985’te kaybettik kendisini…
O zamanlar farkında olmadığım bir hayat dersiydi varlığı. Taşlar sonradan yerine oturmuş ve gündelik rutinin içinden bir kahraman olduğunu anlamıştım. Ben de ortaokul-lise zamanları, üniversiteye hazırlanırken ve hatta kazanıp birinci sınıfı okuduğum yaz olmak üzere yanında inşaatlarda çalışmıştım. Kum karmak, beton dökmek, kalıp sökmek, toprağı kazımak bildiğim, yaptığım işlerdi (hatta üniversite sınavında mimarlığı kazanınca pratiğini yaptığım işin teorisine de vâkıf olacağımı düşünmüştüm!). Gençtim, yaşım gereği nispeten güçlüydüm ama koşullar, inşaatta çalışmanın ne kadar zor olduğunu herkes gibi bana da hatırlatıyordu. Neyse, sonuçta ‘işçi’ denen varlığın ve sınıfın hayatından, pratiklerinden, sistem içindeki konumundan, değerinden görerek yaşayarak haberdar olmuştum.
Sonraki yıllarda filmlerini sıklıkla izlediğim bir yönetmenin perdeye taşıdığı karakterler bana hep rahmetli babamı hatırlatıyordu. Belki de bu yüzden (tam adıyla) Kenneth Charles Loach imzalı yapımlara hem seyirci olarak hem de eleştirmen kimliğiyle hep farklı baktım, hep özel bir sempati besledim, hep önemsedim ve her zaman özel bir gayretle savundum… Ama Ken Loach filmlerinin zaten benim özel savunuma ya da desteğime ihtiyaçları yoktu; kapitalist düzen işledikçe, sömürenler ve sömürülenler oldukça anlattıkları her daim güncelliğini, yakıcılığını, gerçekçiliğini koruyacaktı.
Üstadın son filmi ‘Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ (‘Sorry We MissedYou’) bir haftadır salonlarımızda. Daimi senaristi Paul Laverty’nin kaleme aldığı öyküde Loach, Ricky adlı bir karakter ve ailesi odağında İngilizlerin deyişiyle ‘Gig Economy’ denen şimdiki zaman kapitalizm çarkının içinde giderek yolunu kaybeden ve yok oluşa doğru hızla ilerleyen emekçileri anlatıyor… Keza bir önceki adımı ‘I, Daniel Black’te de sistemin sağlık sektöründeki acımasızlığına, bürokrasinin işleyişine, sömürü düzenine ve yine emekçilerin problemlerine değiniyordu.
Bu noktada kendisi hakkında geçmişte kaleme aldığım uzun bir tanıtım metnindeki ifadeleri tekrarlamak istiyorum: “Genel bir çerçevede bakıldığında didaktik olmadan politik bir duruş sergileyen, mizahla örülmüş, entelektüel fikirlerle bezeli ve duygusallığını asla kaybetmeyen bir bakış açısının izlerini sürdük Ken Loach filmlerinde hep... Onca detayla örülü işçi sınıfı portrelerini paylaştı izleyicisiyle. Onun karakterlerinin büyük hayalleri ve emelleri yoktu; temel ihtiyaçlarını elde etmek için mücadele eder, futbol oynamak (bazen de izlemek) veya pub'da arkadaşlarını görmek gibi basit zevkleriyle de hayatlarını şekillendirirdi. Bütün bu sade hayat modelleri içinde hikâyeleri, mevcut ekonomik sisteminin amaçlara ulaşmayı ne kadar çok zorlaştırdığını anlatmaya ve bu yolla seyircisini bir anlamda uyarlamaya, düzene karşı sesini yükseltmeye yönelikti.” Ekim 2000’de aramızdan ayrılan The New York Times gazetesi sinema eleştirmeni Vincent Canby’nin onun hakkındaki teşhisi de şöyleydi: “Loach'un filmleri gelecek zaman dilimlerinde bir ulusun kolektif bilinci ya da bilinçsizliği hakkında, aynı coğrafyaya ait diğer yönetmenlerin işlerinden daha fazla kaynak ve belge vazifesi görecektir…”
Öte yandan özellikle son iki filmi itibariyle Ken Loach sineması hakkında “Kendini tekrarlıyor, hep aynı şeyleri anlatıyor, yaratıcılıktan uzak, çağdışı” türü ifadelere rastlıyoruz. Elbette kimse eleştirilemez değil; üstadın sineması ve anlattıkları da bu genel kuralın dâhilindedir. Ama doğrusu bu tür eleştirilere soyunanların ‘Loach sineması’ndan neler beklediğini, yaratıcılık adına neyi kast ettiklerini pek anlayabilmiş değilim (aslında anlıyorum tabii ki!). Hele hele ‘çağ dışılık’ suçlaması ne ola ki? Bu çağın sömürülenlerini anlatmak mı çağ dışılık?
Bense 83 yaşında hâlâ inancını, sömürü düzenine karşı mücadelesini, ezilenlerin yanındaki duruşunu kaybetmemiş bir yönetmenin heyecanını yitirmeksizin hayatın içinden bulup çıkardığı gerçekçi hikâyeleri perdeye taşımasının çok çok kıymetli, değerli ve ‘yaratıcı’ olduğunu düşünüyorum. Elbette herkesi aynı parantezin içine koymak istemem ama ‘Loach sineması’na bu tür eleştiri getirenlerin hayata, sanata ve de sinemaya bakışlarında pek de ideolojik dertlere sahip olmadığı kanısındayım. Bu sinemayı ve anlattıklarını sevmemek öncelikle bir ‘sınıf meselesi’; emekle, alın teriyle bir derdiniz olmadığında, hayatı çoklukla bir ‘mirasyedi’ gibi yaşadığınızda, filmler, sinema sizin için kaçışın ifadesine dönüştüğünde, genel ve muğlak tanımlara sığınmaktan başka çareniz kalmıyor tabii. Oysa Loach’un filmlerinde anlattığı karakterlerin derdi, sömürü düzeni karşısında bir şekilde ayakta kalmak. Bence gerçek yaratıcılık da bu… UĞUR VARDAN (gazetekadikoy.com.tr/ 28.11.2019)