ATİLLA DORSAY´DAN 51. KİTAP
Sinema yazarı ve eleştirmen Atilla Dorsay, 51. kitabı ´50 Unutulmaz Film´i Remzi Kitabevi etiketiyle yayınladı ve yapıtı yakın zamanda yitirdiğimiz iki büyük sinema sevdalısı ve tutkununa, bize çok şeyler öğreten ve güzel birer kültürel miras bırakan Giovanni Scognamillo ile Mithat Alam’a adadı.
Dorsay, kitabın Sunuş bölümüne şu notları düştü:
Ne filmlerdi ama...Çocukluğumuzun ham hayallerini beslediler, hayat üzerine yanıbaşımızda asla bulamayacağımız kadar uzak, garip, şaşırtıcı, kimi zaman egzotik, bazen vahşi, bazen de duyguların yumuşaklığıyla örülmüş sevgi dolu görüntüleri bize sundular.
Ve hangi yaşta olursak olalım, adına beyazperde denen o büyülü alana yansıyan o karmaşık, yoğun, çelişkili görüntüler bize hem gerçek hayatın sayısız yüzünü öğrettiler. Hem de onun ötesindeki hayal alemlerini, ancak en büyük şairlerin veya büyücülerin yaratabileceği farklı iç dünyaları, görülebilecek hemen herşeyi içeren filmler sayesinde bizim bir parçamız haline getirdiler: ayni zamanda bizi oluşturan, kişiliğimizi bir heykeltraş gibi biçimleyen, esin ufkumuzu sonsuza dek uzatan unutulmaz görsel anılara dönüşerek...
Ve biz has sinema sevdalıları, sinemaya –benim gibi- çok erken yaşta alışıp müdavimi, giderek tutkunu olanlar, o filmlerin çoğunu hep bağrında veya zihninde taşıdı, ayrılmaz bir parçası yaptı. O filmleri unutmadık.
Sonraları, ilk önce adına Sinematek denen ve birzamanlar bizde de var olan kurumlar veya yine birzamanlar, sadece birkaç TV kanalımız olduğu halde yine bu işin has meraklıları tarafından bize sunulan özenli Sinema Sanatı programları sayesinde, onları yeniden hatırladık ya da keşfettik.
Daha sonraları, çağdaş teknolojinin gelişmesi sayesinde önce video-kasetler, sonra DVD veya blue-ray ürünleriyle o filmleri yeniden hayatımıza soktuk. Şimdiyse filmlere yeni ulaşım biçimleri ortaya çıkıyor.
Ve ben, eski filmlerin iflah olmayan bir tutkunu olarak, üç yıl kadar önce Milliyet-Sanat’a her ay bir eski filmi yazmayı önerdim. Bu değerli derginin geçmişteki Zeynep Oral önderliğinde ikisi de aramızdan ayrılan Zekai Muratçay ve Akal Atilla’dan oluşan kadrosu, sonraları Ülkü Tamer, daha sonra Tuğrul Eryılmaz ve en son Filiz Aygündüz yönetimlerinden süzülüp gelen onurlu tarihine baştan beri bulunduğum naçizane katkılar, sonunda bu klasik film ziyaretlerine dönüştü. Beni çok mutlu eden biçimde...
Bu yazıların önemli bölümü orada yayınlandı. Ama ben işi öylesine sevdim ki, ayda bir yazmayı aşarak her uygun zaman aralığında oturup film izlemeye ve onları yazılara dönüştürmeye başladım. Böylece elimde yayınlanmamış yazılardan oluşan bir stok oluştu.
Ve ben bu kitapta biraz da onlara yer verdim. En çok belli bir dengeyi daha iyi oluşturmak için...Böylece örneğin Pasolini’nin Mamma Roma’sından King Vidor’un Şimşek İki Kere Çakar’ına, Jean Negulesco’nun İzmirli Dimitrios’un Maskesi’nden Felix Feist’in Yarın Başka Bir Gündür’üne dek yepyeni yazılar da var.
Seçimlerim biraz da raslantılarla oluştu. Aslında sinemanın geçmişinde anılmaya değer, hatta kült-film sayılabilecek öylesine çok film var ki....Yazmakla bitmez.
Ama ben en çok yıllardır görmek istediğim, ancak DVD’leri çıkmamış filmler birden piyasaya sunulunca onlara öncelik verdim, aldım veya getirttim. Ve de ekran başına geçip izleyerek yazdım. Böylece bu toplamın bir özelliği de en azından uzun bir süre için ‘zor bulunan’ (ya da hiç bulunmayan) filmlerden oluşması denebilir.
Elbette en çok geçmişe dönük bir çaba bu...Unutmayın ki ben 1966’dan başlayarak filmler üzerine düzenli biçimde yazdım ve o yazıları kitaplaştırdım. O tarihten sonrası için birçok film üzerine yazılarım o kitaplarda bulunabilir.
Böylece 30’lardan başlayıp en sondaki filmle 1987’ye dek geldim. 30’lar ilginçtir: sesli sinemayla birlikte modern sinemanın birçok temelinin atıldığı yıllardır. Ama 40’lar daha da da ilginçtir: artık iyice oturmuş bir teknolojiyle kotarılan ve dünya tarihinin en karanlık dönemine tanıklık eden ...Özelikle Amerikan sineması. Ve en çok da gözde türüm olan kara-filmler.
Seçimimde bu tür ön plana çıktıysa, umarım beni bağışlarsınız. Kara-film kadar hem hayatın gerçek dramlarına, hem de sinemanın özüne yaklaşan film türü yoktur. Nitekim bakınız çağdaş bir sinemacı, yazar-oyuncu-yönetmen Ben Affleck bu türe ait son filmi Live By Night vesilesiyle ne diyor: “Benim esin kaynaklarım, kara-film ve onu en iyi yansıtan 30 ve 40’ların Warner Bros filmleridir. Polisler, hırsızlıklar, hesaplaşmalar, aşk, ihanet. Kimi zaman Mafya reisi olan bir ana kahraman. Gerçekten seyirciyi şaşırtan ve unutulmayacak filmler” (Hürriyet, 8 Ocak 2017).
Bunu söylerken, Amerikan sinemasının, dolayısıyla kara-filmin dışında kalan dünya sineması ustalarını unutmuyorum. Onlara bundan sonra gelecek kitaplarda daha çok yer vermeyi vaad ederek...
Yine de en çok film 50’lerden oldu. Çünkü benim artık 10’lu yaşlarıma girip daha bilinçli bir izleyici olarak filmleri değerlendirdiğim, büyük tutkular edindiğim, hatta kimi filmlerin gerçekten de hayatımı değiştirdiği zehabına kapıldığım yıllar...O yılları ve o filmleri nasıl unutabilirim?
Sonraki yıllar daha çok simgesel olarak var. 60’lardan altı film, 70’lerden üç film. Onlar da özel fırsatlar ve anmalarla ilişkilidir. Ki bu dergi için film seçerken sık sık başvurduğum bir temel kriter. Böylece Arabistan’lı Lawrence’i hatırlamam, Türkiye’nin birden yeniden Orta-Doğu denen bataklığa dalması nedeniyledir.
Örneğin toplamdaki tek Türk filmi olan Yılanların Öcü, filmin bir İstanbul festivali için onarılıp yepyeni kopyasından gösterilmesiyle bağlantılıdır. Amerika Nereye? yaratıcısı Haskell Wexler’in ölümü, Fransız filmi Sen Benimsin ise bir yeniden çevrimi dolayısıyla yazılmışlardır.
70’lerden gelen Dünyaya Düşen Adam, baş oyuncusu ve yıldızı David Bowie’nin ölümü nedeniyle yazıldı. Sonraki 70’ler filmlerinin böyle bir gerekçesi yok. Savaş Kurbanları özlemle aradığım bir filmdi: soykırıma bu kez Fransız gözüyle bakan...Agatha ise bizde hiç oynamamış bir Agatha Christie biyografisi: hep merak ettiğim ve DVD’si ilk kez çıkan...1987’den gelen Günaydın Vietnam ise eşsiz Robin Williams’ın ölümü nedeniyle olduğu kadar, filmin vaktiyle bizde oynamamış ve üzerine hiç yazılmamış olması da bir başka etkendir.
Amerikan sinemasının yanısıra özellikle İngiliz (6 film), Fransız (5 film), İtalyan (2 film) sinemaları da belli ölçüde temsil edilmiştir. Dediğim gibi, bir seriye dönüşeceğini umduğum bu kitaplarda onlara daha çok yer vereceğim.
Biraz daha rakam konuşalım. Bir avuç yönetmen burada ikişer filmle yer aldı. Bu da özel biçimde olmadı. Raslantılar getirdi. Ki onlar da klasik Amerikan sinemasının büyükleri: Frank Borzage, William Dieterle, Alfred Hitchcock, Raoul Walsh, George Cukor ve Jean Negulesco. İlerde hemen tüm önemli yönetmenlerin filmleri ilgi alanıma girecektir.
Son bir sayısal yaklaşım: modaya uyarak 50 Unutulmaz Film dedik. Ya 100, ya da 50 sayıları seçiliyor ya...Ama aslında 52 yazı var. Son eklediğim iki yazı yüzünden..Ancak hiçbirine kıyıp çıkaramadım. Üstelik iki yazıda ikişer film ele alınıyor. Göreceğiniz nedenlerden... Böylece 54 film oluyor. Umarım kimse “fazla film var!” diye parasını geri istemez!...
Bu filmlere ulaşmanızı kolaylaştırmak için, herbirinin benim kişisel izleme çabamla bağlantılı olarak nasıl, nereden edinilebileceği konusunda pratik bilgiler verdim: altyazılarına dek...Günümüzde ilerleyen teknolojiye karşın birçok film hala erişilmez olmayı sürdürüyor. Ama öte yandan, kimi filmler, en klasikleri dahil internet’e düşüyor ve neredeyse bir tık’la erişebiliyorsunuz. Üstelik diğerleri yanında Türkçe altyazı da içererek...Gerçi ben bu konuda beceriksizim. Ancak genç sinema yazarlarından destek alıyorum!...
Sanırım şunu yazmam kendini beğenmişlik sayılmaz: her filme büyük bir dikkat ve özenle yaklaştım. İzlerken sayısız not aldım. Önemli film kılavuzlarında üzerlerine tüm yazılanları okudum ve kimilerinden örnekler verdim.
Filmlerin yönetmenleri, ait oldukları akımlar, dönemler ve ülkeler üzerine verebildiğimce bilgiler verdim. Ve her bir yazının, benim için Sinema denen muazzam ve muhteşem sanat üzerine birer küçük deneme olmasına çabaladım. Umarım sizler de böyle düşünürsünüz.
Atilla Dorsay