30 YIL SONRA ´BEN´
30 yıl olmuş, dile kolay! ‘Anayurt Oteli’ni beyazperdede ilk izlediğim gün hissettiklerimle bugünden bakınca hissettiklerim arasında geniş bir makas olmaması ise filmin gösterime girişinin üzerinden 30 yıl geçmesinden çok daha şaşırtıcı. 21 yaşında bir ‘çocuk’un hissettikleriyle 51 yaşında bir ‘adam’ın hissettikleri arasında dağlar kadar fark olmalıydı oysa. Kafası karışık bir gencin kaotik beynine ‘pattadanak’ inen film, o dönem Yusuf Atılgan okumamış bu genci nasıl etkilemiş olabilirdi? Cevap basit, bunu yaşayan ‘ben’ olduğum için tabii: Sinemayı deliler gibi seven genci yalnızlık, yalıtılmışlık, yabancılaşma, uzaklaşma ve bir adım ötesindeki ‘boşvermişlik’le muhatap kılmıştı film. Bulduğu her türlü bilgiyi beynine enjekte eden ‘ben’, Zebercet’in (o nasıl isimdi öyle!) umutsuz bekleyişinin ona dayattığı ‘kirlenme’den nasipleniyor, cinselliğe yüklenen ‘kategorik’ yakıştırmaların ötesine geçiyor, boğucu yalnızlığın içinde debelenmenin ne demek olduğunu öğreniyor, ‘kötülük’ün motivasyonlarına dair yepyeni bilgilerle donanıyordu. Ve muhtemelen ‘ben’ dışındaki gençler de benzer/farklı etkileri ruhlarına hapsederek çıkıyorlardı sinema salonundan. Demem o ki, o dönemlerde izleyen gençlerin birçoğunda ‘değişim/dönüşüm’ etkisi yapabilecek boyutta bir çalışmaydı ‘Anayurt Oteli’.
Şimdi, yani bugün, ilk gösteriminin üzerinden 30 yıl geçtikten sonra ‘Anayurt Oteli’ni izleyince hissettiğim ‘küçük fark’ neydi? Cevap gene basit ve gene bunu yaşayan ‘ben’ olduğum için: Artık Yusuf Atılgan’ın romanını okumuştu ‘ben’, kitabın sayfalarından sızan ‘karanlık’ı emmiş ve 30 yıla yaklaşan film eleştirmenliği deneyimini de cebine yerleştirmişti. Memleketin ahvali de malumunuz; bu sürecin kıyıcılığıyla cebelleşmiş, ayakta/hayatta kalmanın hesabını yapmış, aklına mukayyet olabildiği için kendini ‘şanslı’ hissetmişti. Askerliğini yapmış, depremi atlatmış, atlatamayanların ardından gözyaşı dökmüş, evlenip boşanmış, çok sevdiklerini kaybetmiş, sevmiş sevilmiş ve belki de nefret edilmişti. Ve bunca şey yaşadıktan sonra yeniden o ‘kahrolası’ Zebercet çıkmıştı karşısına, veda ettiğini düşündüğü... Artık ‘küçük’ bir fark olsun istemiyor, 30 yıl sonra her şey ‘değişsin’ istiyordu. Ve ne yazık ki her şey istediği gibi olmuyor, olamıyordu.
‘Anayurt Oteli’ni yeniden izlediğinde ne mi hissetti ‘ben’? Anlatayım... Artık kitap sayfalarıyla film kareleri adeta üst üste binmişti onun için; Yusuf Atılgan’ın doğurduğu ‘zebani’yle Ömer Kavur’un tornasından çıkan neredeyse kusursuzca eşleşiyordu. Haliyle az da olsa metni ‘seyreltme’ hamleleri vardı, ama bunların yedinci sanatı kahreden müdahaleler olmadığı da açıktı. Perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen ‘isimsiz kadın’ hâlâ yoktu, otelin ortalıkçısı Zeynep’in uykusu hâlâ çok ağırdı, horoz dövüşünde tanışıp sinemaya gittikleri Ekrem hâlâ alabildiğine saftı, ‘emekli subay’ beklemekten yorgun görünüyordu hâlâ, parktaki kadın hâlâ gelmiyordu otele, kestaneci hâlâ aşağılıyordu onu ve Zebercet’in bastırılmış açlığının yarattığı ‘fenalık’ pusuya yatmış bekliyordu, hâlâ... Gelseydi ‘isimsiz kadın’, uykusu bu kadar ağır olmasaydı Zeynep’in, Ekrem’i otele davet edebilseydi, ‘emekli subay’ da çekip gitmeseydi, parktaki kadınla yatıp kalkabilseydi ya da kestaneciyle ‘doğru’ iletişim kurabilseydi, değişir miydi her şey? Zebercet’in Norman Bates halleri törpülenebilir miydi? Bilmiyoruz, bilemeyeceğiz; ‘ben’ de bilmiyor, bilemeyecek...
Varoluşun bunaltısını peşine takmış 21 yaşındaki ‘ben’, Zebercet’in önlenemez düşüşünü gözleri yuvalarından fırlamış bir şekilde izlemişti. Ağına takılmıştı Zebercet’in, ‘saf kötülük’le muhatap olmuş, kaybetmeye mahkûm hissetmişti kendini. 51 yaşındaki ‘ben’ ise kaybedenin, kaybetmeye mahkûm olanın Zebercet olduğunu gördü en sonunda. İşte ‘küçük fark’ buydu, iki ‘ben’i birbirinden ayıran. Geçen 30 yılda gördüğü ‘kötü adamlar’, kazanır gibi görünmelerine rağmen kaybetmişlerdi her defasında, tecrübeyle sabitti. Zebercet’leşmekten korkmuştu oysa, ölesiye. Her şey tetikleyebilirdi fenalığı, tıpkı Zebercet’te olduğu gibi. ‘İyilik’e kazanma şansı verirken bile ürkmüştü, nereden çıkacağı belli olmayan ‘kötülük’ karşısında. Ama kalemi eline alıp kendi kaderini yazmaya başladığında ‘korku’ da uçup gidivermişti, ‘cesaret’ ona da bulaşmıştı bir yerlerden.
Başta dedim ya, 30 yıl arayla hissettiklerim arasında geniş bir makas yok diye, buraya kadar okuduklarınızdan da anladığınız gibi ‘yalan’dı o. Kederli günler, mutluluklar, tekdüzelikler, yalnızlıklar, kalabalıklar, dostlar, düşmanlar, okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim, yazdıklarım, hissettiklerim, ‘bilgi’, her türlü tecrübe, ‘Anayurt Oteli’ni de başkalaştırmıştı. Bambaşka bir şeydi, ama o başkalık şemsiyesi altında da şaheserdi, yegâneydi. Ne de olsa, ‘ben’ de aynı ‘ben’ değildi, ama hapsolduğu ‘aynı’ bedende verecekti son nefesini... MURAT ÖZER (HÜRRİYET KİTAPSANAT EKİ/ 09.06.2017) ÖZGÜN HABERE GİDİN