Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

25 ARALIK 2020

25 Aralık 2020 Cuma 00:58
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim, Kasım ve nihayet Aralık aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2012 ve 2013 yıllarının Aralık ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Aralık ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Bu arada vizyon madem filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Mr. Klein / Kaderi Arayan Adam
(Yönetmen: Joseph Losey / 1976)

La Bonheur / Mutluluk
(Yönetmen: Agnès Varda / 1965)

Le Plaisir / Zevk
(Yönetmen: Max Ophüls / 1952)

Ordet / Söz
(Yönetmen: Carl Theodor Dreyer / 1955)

Ma nuit chez Maud / Maud’daki Gecem
(Yönetmen: Eric Rohmer / 1969)

Güncel öneriler

Filmler:

The Hater
(Yönetmen: Jan Komasa)
(Sorunlu ve kompleksli genç bir adam, sosyal medya karalama taktiklerinin karanlık dünyasında başarıyı yakalar. Sanal kötülükler, kısa sürede tahmin edilemeyecek boyutlara ulaşır. Avrupa’da yükselen milliyetçilik, faşizm ve şiddet.)

Holidate
(Yönetmen: John Whitesell)
(Yaklaşan yılbaşı dolayısıyla sıcacık bir romantik komedi. Tatillerde bekâr olmaktan bıkan iki yabancı, bir yıl boyunca birbirlerine eşlik etmeyi kabul ederler. Anlaşmayla başlayan bu ilişkide zamanla gerçek duygular filizlenir.)

The Call / Telefon
(Yönetmen: Lee Chung-Hyun)
(Bir seri katil, yirmi yıl sonraki gelecekte yaşayan bir kadınla aynı evdeki telefondan iletişim kurar. Kendi kaderini değiştirmek için onun geçmişiyle ve hayatıyla oynayacaktır. Karanlık ve gizemli bir korku örneği.)

Made in İtaly / İtalyan Yazı
(Yönetmen: James D’Arcy)
(‘Dunkirk’ ten ‘Avengers: Endgame’ e dek birçok filmden tanıdığımız deneyimli oyuncu James D’Arcy, ilk yönetmenliğinde bir baba-oğul arasındaki kırılgan ilişkiyi ele alıyor. Boşanma arifesindeki Jack, babasıyla birlikte İtalya’nın Toskana bölgesindeki yıkık dökük evlerini satmak amacıyla restore etmeye gider. Baba-oğulun başlarına bin bir aksilik gelir; yerli halktan birçok kişiyle tanışır, birbirleriyle takışırlar. Liam Neeson’ın gerçek oğlu Micheál Richardson’la birlikte rol aldıkları duygusal aile dramı, enfes Toskana manzaralarıyla gözünüzü alacak, samimiyetiyle içinizi ısıtacak.)

Black in Minneapolis / Black
(Yönetmen: David J. Buchanan)
(Rutin bir trafik kontrolünde polisler tarafından kardeşi öldürülen Afro Amerikalı bir adam ayaklanma başlatır. Güncel, sosyal ve politik bir dram)

High Ground / Üstün Taraf
(Yönetmen: Stephen Johnson)
(Bölgenin en tehlikeli adamı olan amcası Baywara’yı kurtarmak için Aborjin Gutjuk, eski asker Travis'le birlikte tehlikeli bir maceraya atılır. Avustralya yapımı gerilimli aksiyonda Simon Baker başrolü üstleniyor.)


Diziler:

Your Honor
(Yönetmen: Peter Moffat)
(Yıllar boyu adaleti sağlamak için çalışan adam, oğlunun bir suça karışmasının ardından, onu koruyabilmek için kendisini zor bir duruma sokar. Güçlü bir suç dramı. Başrolde usta aktör Bryan Cranston’u izliyoruz.)

Euphoria
(Yönetmen: Sam Levinson)
(Aşk, şiddet, gençlik sorunları ve travmalar... Kendi kimliklerini keşfetmeye çalışan bir grup lise öğrencisinin başlarından geçenler. Gençlik dramının başrolünde oyuncu ve şarkıcı Zendaya yer alıyor.)

Hausen
(Yönetmen: Thomas Stuber)
(Kısa süre önce eşini kaybetmiş ve yeni bir başlangıç yapmaya ihtiyaç duyan bir baba ve oğlu köhne bir sitenin yöneticisi olarak işe başlarlar. Taşınmalarının ardından yeni evlerinde uğursuz bir şeylerin olduğunu hisseden genç Juri, binanın etkisi altındaki babasına ve eve karşı komşuları bir araya getirmelidir. Almanya’dan çıkagelen gizemli korku dizisi sürüklüyor.)

The Unicorn
(Yönetmen: Mike Chiff, Grady Cooper, Bill Martin)
(Çok sevdiği eşinin ölümünün ardından zor günler geçiren Wade, iki kızı ve arkadaşlarının yardımıyla yeniden hayata tutunmaya ve aşkı yeniden hayatına dahil etmeye çalışır. Hoşça vakit vaat ediyor.)

Tiny Pretty Things
(Yönetmen: Gary Fleder, Samir Rehem)
Seçkin bir bale okulunda yıldız bir öğrenci saldırıya uğrar. Onun yerini alan öğrenci ise yalanlar, ihanet ve kıyasıya rekabetle dolu bir dünyaya adım atar. Tedirgin edici bir gerilim.)

Emily in Paris
(Yönetmen: Darren Star)
(Şikagolu pazarlama yöneticisi Emily Cooper, Paris’te hayallerindeki pozisyonu kapmasının ardından iş, arkadaşlık ve aşkla uğraşırken macera dolu yeni yaşamını kucaklar. Romantik komedinin başrolünü Lily Collins üstlenmiş.)


Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Aralık 2012

EVİM SENSİN

Evceğizim evceğizim, sen anlarsın halceğizim!

Özcan Deniz, ilk yönetmenlik deneyimi ‘Ya Sonra’nın ardından yeniden kamera demiş. 25 Şubat 2011’de vizyon gören ‘Ya Sonra’ için şu satırları kalem almışım: ‘Hissedilmeyen, perdeden koltuğa geçemeyen bir aşk. Filmin finalinde göğe yükselen renkli balonlar gibi her şey. Sinema bir cüret meselesi her şeyden öte. Film çekildi, bitti; ‘ya sonra’ demek gerek her zaman.’ Görüşlerim, ‘Evim Sensin’ için de geçerli. İzleyici sayısıyla doğru orantılı değil maalesef ‘iyi’ olan. Ülkemizde, günümüz beğeni ve tercihleri; yedinci sanatın evrensel kriterlerini, benim gerçeklerimi ve beğenimi değiştiremez. Başrolü, Fahriye Evcen ile paylaşan oyuncu-yönetmen-müzisyenin ikinci yönetmenlik denemesi “Evim Sensin”in sonunda perdeye yansıyan ‘aşka hâlâ inananlara’ ibaresi kanımca tartışmalı; zira film, ‘aşktan soğutup, aşka olan inancımı zedeledi’. Arabesk romantizmi yüksek öykü, ‘Hollywood üstü Bollywood tarzı’ aşk hikâyelerinden. Özcan Deniz’in kaynağı belirtilmeyen uyarlama senaryoyu da imzaladığı filminin, 2004 tarihli bir Kore filminin yerli versiyonu olduğu öne sürülüyor. Çıkış itibariyle aşk filmlerinin anası ‘Love Story’ çizgisinde ilerliyor öykü. Açılış sahneleri itibariyle ‘Robocop’u, anlık sahneler ve oluşlar itibariyle de ‘Babam ve Ustam / Padre Padrone’, ‘Karate Kid’ filmlerini anımsatıyor!  Afişinde, ‘sizin eviniz kim?’ diye soran yapım böylelikle; Kim ki-duk’un ‘Boş Ev / Bin-Jip’ filmini de çağrıştırmış oluyor. Özellikle Kore sinemasının çok sevdiği mevsim değişimlerini işaretleyen devingen! kamera kullanımı abartılmış bazı anlarda. Bu çağrışım deryasında; ‘ev kalbini bıraktığın yerdir’ klişesinden hareketle, ticari yapıma; ‘hayırlı işler’ dileyebiliriz. Bir de filmin, ‘erkeklik’ durumlarına ve olgusuna, ‘asıl erkek karakter’ marangoz İskender’in beline asıp taşıdığı ‘takım’larla gönderme yapması yok mu… Başta öykü olmak üzere, hemen her şey daha iyi, daha gerçek ve daha sağlam olmalıydı. İngilizce-Türkçe romantik şarkıların ve Leyla karakterinin seslendirdiği Karadeniz türkülerinin giderek ‘itici’ bir hal aldığı film, son tahlilde insanı, ‘aşk’ mevzusuna da yabancılaştırıyor!

KATİL JOE

‘… Sonra birden tiksintiyle kabarır ırmak, gerisin geriye akar ve ölüleri yeniden yaşamın içine bırakır.”’
Franz Kafka

Cehennemin en ‘derin’ yerinden insan manzaraları. Bağımsız, federe kara filmin her köşe bucağı, kirli, kötücül, mide bulandırıcı. Karakterleri de öyle. Derin Amerika’dayız. Tutucu güneyde, Texas’da. Uyuşturucu satıcılarına olan borcunu ödemek için çaresizce çırpınan ‘talihsiz’ genç adam, babası, üvey annesi ve ‘masum’ kız kardeşine canice bir teklifle gelir. Annesinin yüklü miktardaki hayat sigortasına konmak için bir kiralık katil tutacaklar ve hayatlarında bir arada görmedikleri miktarda paraya sahip olacaklardır. Katilin parası çıktığı zaman geriye adam başı altı bin dolar kalmaktadır ama olsun, içinde nefes aldıkları bu bataklıkta bir güvencedir bu para. Aynı zamanda polis müfettişi olan kiralık katile verecekleri beş kuruş olmadığı için; ‘karizmatik’ katilin depozito teklifini çaresiz kabul ederler. Evin saf genç kızı, bu tehlikeli ve fütursuz yabancının olacaktır! ‘The Exorcist / Şeytan’ ve ‘The French Connection / Kanunun Kuvveti’ gibi klasikleriyle tanınan William Friedkin’in sterillikten uzak durmaya özellikle gayret eden işi, ustanın 2006’da yönettiği ‘Bug / Böcek’ adlı filmini de uyarladığı, oyun yazarı-aktör-senarist Tracy Letts’in aynı adlı sahne oyunundan yine Letts tarafından adapte edilmiş perdeye. Kapkara ve tavizsiz yapımın oyuncu kadrosu da kalburüstü. Romantik komedilerin aranılan yakışıklı yıldızı Matthew McConaughey, kendisinden alışık olmadığımız bir karakterle karşımıza çıkıyor! Sean Penn’in yönettiği 2007 tarihli ‘Into the Wild / Özgürlük Yolu’ ile gürültülü bir çıkış yapan yetenekli genç aktör Emile Hirsch, Juno Temple, Gina Gershon ve Thmas Haden Church; ayrı ayrı döktürüyorlar. Mayası bozuk insanın, bütün maneviyatını, saflığını, içindeki iyi şeylerin tamamını yitirmiş; çaresizlik, imkânsızlık ve ‘pislik’ içinde yaşayan, ‘dibe vurmuş’ bir grup insanın fiziki ve siyasi haritası izlediğimiz. Kan ve kusmuk; kötülük, acı, yoksunluk ve çıkışsızlıkla kaplı fotoğrafa sinmiş. Hemen her karakteri son derece kötü filmin. Cinayet teklifiyle gelen genç adam belki de en masumu, sadece kendilerini düşünen bu insanların. Güneyin alt sınıfına, aslında ülkenin getirildiği yere acımasız ve son derece gerçek bir bakış atıyor William Friedkin, 2011 Venedik’te ‘Altın Aslan’ için yarışan filminde. Çılgın ekonomik ve sosyal düzenin, beslenme zincirinin en altına gönderdiği karakterlerin sevgisiz, kapkara resmi; küçük insanlara sunulmuş, aslında dayatılmış zalim ‘yaşamın’ bir kesiti sadece. Hikâyeye incelikle yedirilmiş Shakespeare dokusu ve ters yüz edilmiş peri masalı, cehennemden çıkmış klasik cinayet öyküsünü; bambaşka yerlere götürüyor. Tavuk buduyla oral seks, konserve kutusuyla kafa ezme, kan revan sahneler; herkese göre kılmıyor perdedekini. Ama Hollywood’un ikircikli, kötü niyetli cinsellik ve şiddet kullanımından tamamen sıyrılmış, meseleyi olabildiğince ‘grafik’le sınırlamış film, üzerine gittiği ahlaksızlığın çok uzağında, son derece gerçekçi ve ahlaklı bir iş yapmış. Göstermiş ve ‘işte budur’ demiş. Cehennemde nefes alıp vermek bundan öte bir şey değil!

THE MASTER

‘Yalnızca tinle üflenmiş boş bir balon gibi ortalıkta gezinmek zorunda olmak utanç verici bir şey.’
Ludwig Wittgenstein

‘Birine veya herhangi bir şeye bağımlı olmadan bir an olsun geçirebilen birini tanıyor musunuz?’ sorusunu da yöneltiyor Paul Thomas Anderson’un altıncı uzun metrajı; yakından bakmaya çalıştığı birçok oluşun yanı sıra. Varoluşuna bir anlam yüklemeye çalışan, sıradan, zavallı bireyin çaresizliği duruyor perdede. Bir baba-oğul öyküsü, bir aşk öyküsü, bir anlam arayış rüyası ve ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen ruh hali! Rafine sinemacı Anderson, Amerikan ‘gerçeği-rüyası’nı analiz etmeyi, ‘There Will Be Blood / Kan Dökülecek’te bıraktığı yerden sürdürüyor. Kaba güç, petrol, din, kirli para üzerine kurulan bir imparatorluğun, İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen ruh haline ve insanına sunduğu ümitsiz karanlığın ne olduğuna bakıyor. ‘The Master’da, savaştan döndükten sonra topluma uyum sağlamakta zorlanan bir müptelayı tanıyoruz; Freddie Quell’i… Yolu, günün birinde The Cause isimli tarikatın eksantrik lideri Lancester Dodd ile kesişiyor ve Freddie’nin içindeki büyük boşluk, bir baba, bir dost, bir sevgili, bir dayanak olarak gördüğü bu adamın öğreti ve öğütleriyle dolmaya başlıyor. Şekillenen ve ortaya çıkan şey, başlangıç noktasındaki varlığın ta kendisine dönüşüyor belki de! Öykü, kaba olarak; gündeme sıklıkla yansıyan ‘Scientology’yi çağrıştırıyor ister istemez. Birçok bakış ve yaklaşıma açık oluşlar ve meseleler duruyor perdede. Freddie Quell karakterinin, bütün yaşadıklarını hayal ettiğini düşünebiliriz örneğin. İçindeki uçurumun kenarına yaklaşıp, gözleri kapalı bir kurtuluş yolu bulmak için çırpınan, zavallı, donanımsız, harcanmış, unutulmuş, ötelenmiş, güçsüz, yalnız sıradan bireyin hikâyesi olabilir izlediklerimiz. İki erkek arasındaki aşk öyküsü de olabilir Freddie ve Lancester’ın birbirlerine olan ‘sevgi yüklü’ ilgileri veya bir baba-oğul arasında yaşanan her şey. Öğreti, öğüt, nefret, sevgi, tutku, arkadaşlık, dostluk, dayanışma… Vatandaşlarına, bütün bir halka ölüm, kan, gözyaşı ve umutsuzluk dağıttıktan sonra; onlara ‘hadi bakalım, devam edin, sistemi besleyin’ diye seslenen bir ülke ve o insanların acınası durumu! Ruhları çalınmış yığından beklenenler. Verecek bir şeyleri olmayan, belki de ‘kalmamış’ olanlardan. Yeni bir başlangıç fikrine, içinde yaşadıkları boşluğun kumsalına uzanıp, kayıtsız biçimde gözlerini yumanlardan. Tükenmiş olanlardan… Bir boşluğun anatomisini, ‘derin’ başlangıçlarla çözümlemek ve yeniden yaratmak niyetinde olan bir oluşumun; dünyaya hükmetme niyetinin ardındakiler. Üstte olduğu kabul edilen bir varlığın, birilerinin altında, düşünmeden, sorgulamadan buyrukları kabul etmek, kendini teslim etmek şuursuzca. İktidarın ve uyuşturulmuş kitlenin geniş resmi, son tahlilde hali hazırda nefes alıp veren bir canavarı besleyen ruhsuz figürler ve ‘araf’ta kalmış akıl, sevgi, dostluk, tutunma hissiyatı, aşk ve soru işaretleri… Bütün imgeler, olup bitenler ve içsel ‘es’ler, Jonny Greenwood’un elektronik bir vurgu gibi kullandığı, filmin iç dinamiğine ve ruhuna denk düşen müziğiyle; zihnin daha da derinine kazınıyor. Philip Seymour Hoffman ve Joaquin Phoenix’in hipnotize edici performansları, günümüzün dijital refleksine meydan okuyarak 65 mm peliküle çekilmiş filme artı değer katıyor.


Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Aralık 2013

YAŞASIN BAŞKA SİNEMA!

Bilinenden ayrı, değişik, farklı, özge

Başka başka uğraşlar, oluşlar arasında son günlerin en önemli, en anlamlı ve en güzel olanı, ‘Başka Sinema’. Son zamanlarda insana mutluluk veren en önemli başkalık! Başka sinema nedir mi? Enfes bir şey! Bağımsız filmlerin aslan yürekli dağıtıcısı M3 Film ile Kariyo & Ababay Vakfı işbirliğiyle hayata geçirilmiş bir proje. ‘Başka Sinema’, gerçek sinemaseverlerin özledikleri film izleme deneyimini ve iple çekerek bekledikleri bağımsız filmleri, artık yıl boyunca ulaşılabilir kılıyor. İstanbul Avrupa ve Anadolu yakaları ile Ankara dahil, dört sinema salonunda gün boyu ardı ardına ve antraksız (aynı festivallerdeki gibi ara verilmeden) izlenecek filmlerde, izleyiciye seçme özgürlüğü sunuluyor! Aynı salonda, günde en az üç kez izleyiciyle buluşacak filmler, mutlaka yakalayıp, izlemeniz için, uzun süre vizyonda kalıyor. Sürpriz film geceleri ve seanslardan sonra film ekipleriyle yapılacak sohbetler, ‘başka sinema’nın önemli ayrıcalıkları arasında. On iki ay sürecek bir festival adeta. Yeni bir ‘sinematek’ deneyimi. Başka Sinema, 1 Kasım Cuma gününden itibaren, Beyoğlu Beyoğlu, Altunizade Capitol, Bahariye Rexx ve Ankara’da, Kızılay Büyülü Fener sinemalarında hayata geçti. Her ay yenilenen programıyla sinemadan çıkmış insanlar için yeni bir yuva adeta. Duyduk duymadık demeyin!

MAVİ EN SICAK RENKTİR

‘… Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum.’
İlhan Berk

Haz ve aşk. Mutluluk. Mutsuzluk. Büyümek. Acı çekmek çoğunlukla. ‘Ağaçlarla sevişirdi. Yatağıma gire çıka büyüdü’ der İlhan Berk şiirinde. Sevişerek büyüyen, yitiren, bolca gözyaşı döken ve haliyle acılı, olgun bir kadın haline gelen Adèle’in öyküsü izlediğimiz. Ergenliğin ardından kaybolan, kendini arayan ve sonunda bulan genç bir kadının hikayesi, Tunus doğumlu Abdellatif Kechiche’nin Altın Palmiyeli ve toplam otuz altı ödüllü romantik dramı. On sekiz yaşına basmak üzere olan Adèle’i tanıyoruz. Sosyal, politik oluşlara duyarlı, orta sınıf bir ailenin tek çocuğu. Sıradan bir genç kız. Karşı cinsle yaşadığı ilk cinsel deneyiminde aldığı haz ve his; duyarlılığı ve beklentileriyle ters orantılı olunca, farklı bir arayışa yöneliyor. Sonra bir gün, hayatının akışı değişiyor, mavi saçlarıyla eksantrik Emma’yı gördüğünde. Karşı durması neredeyse imkansız bir güdüyle tutkuyu keşfediyor Adèle. Gerisi, hayat! Büyüten hayattır insanı diyor, iki kadının olanca masumiyetiyle yaşadıkları gerçek aşkı ve genç bir kızın, olgun bir kadına dönüşürken geçirdiği değişimi, neredeyse belgesel çıplaklığıyla öyküleyen film. Adèle’in bütün duygularına an be an şahit oluyoruz. İnanıyoruz onun, Emma’ya olan aşkına. Genç, saf ve aşık yüreğinin atışının gücünü duyuyoruz. Aşkın içinde yer alan hazzın, aşkla birlikte yaşanan tutkunun önemini yeniden kavrıyoruz. Bir kız büyüyor diyor Kechiche, Julie Maroh’un, ‘Le Bleu est une couleur chaude’ adlı çizgi romanından perdeye uyarlanan filminde. Birbirine aşık olan iki genç insan, onları kuşatan çevre, zorluklar, kabullenişler, ayrılık, yalnızlık ve aşkı sınayan hayat. Yaşanan acı ve elde kalanlar oluşturur kişiliğimizi. Deneyim, çektiklerimizdir. Yaşarken, karşılaştıklarımız. Dünyayı daha yaşanır kılan, isyan duygusu ve gençliktir öte yandan. Filmde bolca yer aldığı gibi, çevreyi; dönüştürme, değiştirme arzusudur. Eşcinsel bir ilişkinin filmi diye bakılmamalı iki genç kızın, bütün çıplaklığı ve olanca doğallığıyla öykülenen aşklarına. Onlar sadece iki kadın, o kadar. Başka şeyler de olabilirlerdi. Aralarındaki aşk ve ilişkilerindeki bütün her şey üzerine bir film bu, paylaştıkları haz dahil! Sınıfsal farklılıklar, ilişkilerine etki ediyor tabii. Kültürel farklılıklar, belirleyici rol oynamasa da, önemli etmenlerin başında geliyor. İki genç kadının çırılçıplak bedenleri, bir an bile bayağılaştırmıyor izlenceyi, güzelleştiriyor aksine. Doğallık çünkü izlediğimiz. Birbirini tutkuyla seven iki bedenin yaşadıkları güzel aşk! Duygular en çabuk yoldan perdeden geçsin istemiş Kechiche. Yakın planı tercih etmesinde ve gelişen olayların ardında yer alan tablo görüntülerde bunun rolü büyük. Kırılgan, çoğu zaman salya sümük ağlayan Adèle, içinde olduğu anı çok yoğun yaşıyor. Yaşaması gerektiği gibi. Her gencin yaşadığı gibi. Dokunmak istiyorsunuz uzanıp perdeye, genç kızın gözyaşlarını silmek. Bülent Ortaçgil şarkısı gibi hissiyat: ‘Bugün yağmur bir kadın saçıdır, yeryüzüne dökülen. Upuzun, ince ince, karanlık, kokulu. Sen ki aşkta aldatıldın, yüreğin taş parçası. Dinle, yağmuru dinle, teselli bul türküsünden. Her şey olur, her şey büyür, her şey geçer, hayat kalır.’ İki kadın oyuncusuyla birlikte Altın Palmiye’ye layık görülen ilk film olarak tarihe geçen, orijinal adıyla ‘La vie d'Adèle’in yıldızları Léa Seydoux ile Adèle Exarchopoulos, zihinden çıkması zor performanslar sergiliyorlar. Özellikle Adèle Exarchopoulos kelimeler ötesi! İçini çekerek ağlayan genç kızı avutmak bir ihtiyaç hissi oluyor oturduğunuz koltukta. Makarna sosunun, dudak kenarındaki tarifi zor doğallığı sonra! Attila İlhan’ın ‘Pia’sı gibi Adèle: ‘Ne olur sabaha karşı rıhtımda, seslendiğini duysam Pia’nın. Sırtında yoksul bir yağmurluk, çocuk gözleri büyük büyük, üşümüş ürpermiş soluk…’ Her şeyiyle hayatın gücü üstüne bir film bu. Bir dönüşüm, bir kişilik oluşturma ve dünyayı katlanabilir kılan tek şey olan aşk üzerine. Bizi büyüten o sihir…

SEN AYDINLATIRSIN GECEYİ

Evet, endişedir insanın hamuru. Avuç içlerimiz terler durur yaşamaktan!

Zeki, yenilikçi ve yaratıcı sinemacı Onur Ünlü’nün yeni filmi, bir takım olağanüstü özelliklere sahip kasabalının, gündelik dertleri, endişe ve sıkıntıları üzerine, hüzünlü, karanlık, bir yanıyla aksak bir umuda gülümseyen, absürt bir öykü. Varoluş denen karanlık, acı veren ve gerçeküstü olgudan etkilenen sıradan, küçük insanların, büyük öyküleri. Hepsi birer süper kahraman olan ama kendi yaralarını saramayan tuhaf insancıklar. İki güneşi, üç tane ayı olan küçük Anadolu kasabası. Yan hakemlik de yapan Cemal, duvarların ardını görebilmekte. Nesneleri harekete geçiren Yasemin, zamanı durdurabilen Defne, ölümsüz bir kötü adam, gözünden kanlı yaş akan doktor, görünmez öğretmen ve akıp giden gündelik hayat. Hayal kırıklıkları, aşk, çekip gidebilmek, insanı yiyip bitiren tedirginlik, ölüm, hayat, devam etme zorunluluğu, kişiyi kemirip duran yürekteki kara nokta, aynı yerden gülümseyen kader, çıkar çatışmaları, art niyetler ve ters köşe oluşlar. Ali Atay’ın başı çektiği oyuncu kadrosu, yakalanmış kaliteli bir nesli işaret ediyor. Ünlü’nün bildik muzip ve yaman dokunuşlarla şekillendirdiği öyküsü, yaşamın arka beşlisinde oturmayı tercih edenlerin filmi. 32. İstanbul Film Festivali’nde ‘en iyi film’ ödülünün yanı sıra, en iyi senaryo, en iyi kurgu ve FIPRESCI ödüllerini de kazanmıştı, insanın çıkmazını kaşıyan, başarılı, zeki ve egzistansiyalist kara komedi.

FRANCES HA

‘Sizin alınız al inandım. Morunuz mor inandım. Ben tam kendime göre. Ben tam dünyaya göre. Ama sizin adınız ne. Benim dengemi bozmayınız’ “Denge” – Turgut Uyar

Büyümek ve ayaklarını yere sağlam basmak üzerine son derece sıcak bir komedi-dram Noah Baumbach imzalı yapım. ‘The Squid and the Whale / Mürekkep Balığı ve Balina’, ‘Margot at the Wedding / Kız Kardeşim Evleniyor’ ve ‘Greenberg’ gibi kalburüstü filmleriyle tanıdığımız aslan yürekli bağımsızlardan Baumbach, büyüyemeyen bir yetişkinin, kırılgan, hüzünlü bir o kadar da kıpır kıpır ve umut dolu dünyasına sokuyor izleyicisini. Siyah beyaz çekilmiş film. Kendi evinde değil, sürekli başka başka adreslerde yaşayan Frances Haliday, otuzlarına hızla yaklaşmaktadır. New Yorklu genç kadın dans etmektedir ama profesyonel bir dansçı olma hayalleri de uzak gözükmektedir. Profesyonel dünyanın gerekleri, uzağındadır Frances’in. En yakın dostu Sophie’de, onu bırakıp gittiğinde, elinde kalanlarla idare etmeye başlar kahramanımız. Başrolü üstlenen başarılı aktris Greta Gerwig’in, senaryosunu, Baumbach ile birlikte kaleme aldığı yapımda, Gerwig’in, gerçek anne-babası, Frances’in anne babası olarak çıkıyorlar karşımıza. Kendin olmak, kapı ziline ismini yazacak dört duvarın sorumluluğunu almak ve adına hayat dediğimiz yolculuğun zorlu durakları üzerine hüzün yüklü, yaman bir ‘yaşıyor olma durumu’ ‘Frances Ha’. İnsan halleri, hayatın getirdiği tesadüflere hassas olabilmek, sevmek, dostluk ve kişilik üzerine içi dopdolu, zekice ve sıcacık bir öyküyü yansıtmış perdeye Baumbach. Bir de kafa tutmak yerleşik yargılarına sistemin. İnsanın ikiyüzlü değer ölçütleri, geçer akçe oluşlar, ezberlenmiş davranış biçimleri, entelektüel ve farklı olmak adına etrafa saçılan duyarsız zırvalar arasında, kendin olmak! İçinden yükselen müziğin ritmine uyabilmek hesapsızca. Fransız Yeni Dalga’sına, ‘Stranger Than Paradise / Cennetten de Garip’in umarsız rahatlığına ve Woody Allen’ın ‘Annie Hall’una yıllar sonrasından selam duran, yenilikçi ve lezzetli bir yapım.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar