Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

23 ŞUBAT 2024

21 Şubat 2024 Çarşamba 23:40
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Şubat vizyonu da bitti… Resmi olarak kış sona eriyor… ‘Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır’ atasözü ise her daim doğru ve geçerli! Siz kışlıklarınızı bir ay daha dolaba kaldırmayın! Her gün, her hafta, her ay, her daim yapacaklarımız da belli zaten! Sinema salonlarını doldurmak, ailecek evde film izlemek, battaniyenin altında kitap okumak, gökyüzüne bakmak, kestane kebap, çay, kahve, boza, salep ve sevdiklerimizle beraber düş dünyalara yolculuk… 
Bu hafta yeni bir bölüme başlıyoruz: ‘Hafta Sonu Aile Sineması’! Bu bölümde her hafta sonu ebeveynler ve çocukları için üçer tane film önereceğiz. Uzun zamandır yer verdiğimiz ve sürdürdüğümüz ‘Sinema Tarihinden 5 Klasik’ bölümünden daha farklı, hafta sonu ev keyfi adına, aile üyeleri için seçilmiş yapımlar olacak bunlar. Yıl, tür ve ülke gözetmeksizin sinema keyfinize seslenecek bu filmler arasında arada sırada dijital platformların popüler yapımları da yer alacak.

İyi seyirler herkese!

  
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Ikiru / Yaşamak
(Yönetmen: Akira Kurosawa / 1952)

Onna ga kaidan wo agaru toki / Basamaklarda Bir Kadın
(Yönetmen: Mikio Naruse / 1960)

Kawahita Hana / Solgun Çiçek
(Yönetmen: Masahiro Shinoda / 1964)

Koroshi no rakuin / Öldürme Arzusu
(Yönetmen: Seijun Suzuki / 1967)

Gishiki
(Yönetmen: Nagisa Ôshima / 1971)

 

 

HAFTA SONU AİLE SİNEMASI

ANNE VE BABA İÇİN

When Harry Met Sally… / Harry Sally ile Tanışınca 
(Yönetmen: Rob Reiner / 1989)

The Village / Köy
(Yönetmen: M. Night Shyamalan / 2004)

Closer / Daha Yaklaş
(Yönetmen: Mike Nichols / 2004)

ÇOCUKLAR İÇİN

Chicken Run / Tavuklar Firarda
(Yönetmen: Peter Lord, Nick Park / 2000)

The Incredibles / İnanılmaz Aile
(Yönetmen: Brad Bird / 2004)

The Curse of the Were-Rabbit / Wallace ve Gromit Yaramaz Tavşana Karşı
(Yönetmen: Steve Box, Nick Park / 2005)

 

 


Vizyonda bu hafta (23 Şubat 2024)

İkisi yerli yapım olmak üzere toplam altı yeni filme ev sahipliği yapıyor Şubat ayının son vizyon haftası!

Yaman auteur Jonathan Glazer imzalı yılın en iddialı ve en iyi filmlerinden biri olan, beş dalda Oscar adayı kapkara dram ‘The Zone of Interest / İlgi Alanı’ ile Christopher Smith’in yönettiği ‘Consecration / Ritüel’ adlı korku-gerilim denemesi haftanın notlarımız arasında yer alan yeni yapımları!


İLGİ ALANI
-Karanlığın merkezine yolculuk-

Auschwitz kumandanı Rudolf Höss, eşi Hedwig, çocukları ve hizmetkârlarıyla rüya gibi bir hayat sürmektedir. Öyle ki, ölüm kampının duvarına bakan güzel evleri, tren raylarıyla gaz odaları arasındadır. Kampın bacasından sürekli dumanlar tütmektedir Höss ailesi ise evin havuzuyla, misafirleriyle, bahçedeki çiçeklerle ve serayla ilgilenmektedirler. Gündelik hayat olanca normalliğiyle sürmektedir onlar için…
Martin Amis’in aynı adlı romanından uyarlanan kapkara dram, sıradanlaşmış ham kötülüğü, faşizmin ruhunu ve zifiri karanlığın odağını adeta laboratuvar ortamında incelemiş. Yaman yaratıcı ‘Jonathan Glazer’ın senaryoyu kaleme aldığı ve yönettiği rahatsız edici yedinci sanat ürününde başlıca rolleri Christian Friedel ve Sandra Hüller üstleniyorlar. En İyi Film ve İngiltere adına En İyi Yabancı Dilde Film dahil toplam beş dalda Oscar adayı olan yapım, Cannes’de Jüri Büyük Ödülü’nün yanı sıra FIPRESCI ve Soundtrack (Besteci) ödüllerini elde etmişti. Faşizmin epistemolojisinden tutun da, insan doğasına ve yapısına dek birçok perspektiften ‘insan’ denen korkunç ve tuhaf yaratığa bakıp, son derece yalın ve net biçimde kamerasını karanlığın merkezine koyup, izleyiciyi de orada eş zamanlı olarak bırakıp tanıklık yapmaya davet eden enfes bir film duruyor perdede. 
İki başrol oyuncusu da soluksuz bırakıyor insanı. Sandra Hüller, bu yıl çokça konuşulduğu ‘Anatomy of a Fall / Bir Düşüşün Anatomisi’ndeki performansından farklı değil; kanımca daha da iyi. Ses bandı, Polonyalı Lukasz Zall imzalı görüntü yönetimiyle yarışıyor. Mica Levi’nin orijinal müzik çalışması zihinde yatıya kalıyor. Faşizmi ve kötülüğü bedenlerine giyinmiş, başka bir gerçeği ve insanlık halini tümden reddeden aile bireylerinin başlarına yağan küllere aldırmadan sürdürdükleri  gündelik hayatları, evin odalarında gezinen ve insanlık dışı tehditlerle ruhlarına korku salınmış hizmetkarlar, hemen her oluşa şahit olan evin köpeği, komuta odalarında, sıradan ve rutin bir işmiş gibi gayet normalleştirilen canavarca buluşlar… Özellikle günümüzde müze olarak kullanılan kampın olağan gündelik rutinine bağlanan klasik gidişat. Yalnızca Nazilerin yaptığı soykırım ve kötülüklere değil, günümüzde halen süren ve daima sürecek karanlığa, iflah olmaz kötülüğe iliklerimize kadar üşüten, titiz, ayrıntılı, net ve yakından bir bakış atmış Jonathan Glazer. Son derece tedirgin edici, sarsıcı bir görsel ve işitsel şölen. Sadece yılın değil, uzun zamanın en iyilerinden fikrimce! (5 / 5)

 

RİTÜEL
-Kutsal ve lanetli-

Rahip olan erkek kardeşinin şüpheli ani ölümünün ardından Grace, gerçekte ne olup bittiğini öğrenmek için İskoçya’daki Mount Savior Manastırı’na gider. Kardeşinin ölümünü araştırmak ve geçmişi ile yüzleşmek için manastıra geldiğinde, kendisini kutsal bir ayinin içinde bulacaktır. ‘Creep’, ‘Severance / Kanlı Mesaj’, ‘Triangle / Şeytan Üçgeni’, ‘Black Death / Kara Ölüm’, ‘Detour / Dolambaç’ gibi başarılı tür örneklerinden tanıdığımız İngiliz sinemacı Christopher Smith’in yönettiği korku-gerilimin başrolünü üstlenen Jena Malone’e eşlik eden isimlerse Will Keen, Janet Suzman ve usta aktör Danny Huston!
Kutsal ve aynı anda lanetli olabilen tuhaf kötülük, ‘derin’ kilise, geçmişin karanlığı ve rahatsız edici gerçekler… Öyküsü ve gelişimi itibariyle türün klasiklerinden 1976 tarihli Richard Donner filmi ‘The Omen / Kehanet’i anımsatan İngiltere-ABD ortak yapımı, gizem ve şüpheyi de asla ihmal etmiyor. Kimi kırılma anları ve ters köşeleriyle türün klişelerini ustaca öyküsüne yediren ve gayet düzgün çekilmiş yapım, fazla bir beklentiye girilmeden rahatlıkla izlenebilir. Görüntü yönetimi özellikle dikkat çekici.  (2,5 / 5)

Haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenilerine bakacak olursak…
‘Anyone But You / Senden Başka’… Mükemmel başlayan bir ilk buluşmadan sonra birbirlerinden buz gibi soğuyan Bea ve Ben, kendilerini beklenmedik bir şekilde Avustralya’da bir düğünde bulurlar. ABD-Avustralya ortak yapımı romantik komediyi Will Gluck yönetiyor. Başrolleri paylaşan isimlerse Sydney Sweeney ile Glen Powell.
Hayalperest kukla Don’un tek isteği bir kez olsun soytarı değil kahraman olmaktır. Arkadaşlarından ayrılarak Central Park’ta yeni bir macera arayışına girdiğinde karşısına rap söyleyen oyuncak köpek DJ Doggy Dog çıkar. Birbirine tamamen zıt olan bu iki karakter bir şekilde anlaşmayı başarıp ortadan gizemli bir şekilde kaybolan oyuncakları kurtarabilecekler midir? Belçika-Fransa-İspanya ortak yapımı animasyon ‘The Inseparables / Oyuncaklar Firarda’, Jérémie Degruson tarafından yönetilmiş.
‘Hayatla Barış’, küçük yaşta talihsiz bir kaza yaşayan Barış Telli’nin, bu kazadan sonra verdiği yoğun mücadeleyle sadece Ampüte Futbol Milli Takımı’nın değil ülke tarihinin en ilham veren sporcularından biri olmasının öyküsü. Biyografik yapımı Ekin Pandır yönetmiş. Başrolü üstlenen Taner Ölmez’e eşlik eden isimlerse Nazan Kesal, Bülent İnal, Gürkan Uygun, Biran Damla Yılmaz, Sinan Tuzcu ve Erkan Üçüncü. 
Senaryosunu Şahan Gökbakar’ın kaleme aldığı, yönetmenliğini Togan Gökbakar’ın üstlendiği komedi ‘Erdal ile Ece’, günümüz evlilik ilişkilerinde sıkça karşılaşılan acı tatlı çatışmaları ve bu sırada ortaya çıkan komik durumları mizahi bir dille ele alıyor. Oto saniyede kuzeni Oğuz ile birlikte araç kaplama ve modifiye işleriyle uğraşan Erdal ile kurumsal bir şirkette yönetici olarak çalışan Ece uzun yıllardır birlikte olan evli bir çifttir. Başrolleri paylaşan ikili ise Şahan Gökbakan ile Seda Türkmen.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!,

İyi seyirler herkese!

 

 

TARİHTE BU HAFTA
On yedi ve altı yıl öncesine, 2007 ve 2018 yıllarına dönüyor, tarihte bu haftayı anımsıyoruz!


Vizyonda bu hafta (23 Şubat 2007)

GOMEDA
Kısa film yönetmeni Tan Tolga Demirci’nin ilk uzun metraj çalışması bir korku denemesi. Kapadokya’nın Gomeda Vadisi’nde geçen film, beş arkadaşın başından geçen kâbus dolu olayları işliyor. Oyuncu kadrosunda genç isimlerin yer aldığı film, maalesef başarılı bir çalışma değil.  

 

SİS VE GECE
Sedat gizli servis için çalışan bir istihbarat ajanıdır. Kötü bir dönem geçirmektedir. Teşkilat içi çatışmalar onu büyük bir mutsuzluğa sürüklemiştir. Aile hayatı da bundan etkilenen Sedat, aradığı mutluluk ve huzuru kendinden yaşça küçük Mine’de bulur. Genç kızın aniden ve habersiz biçimde kaybolması, Sedat için yeni bir felaket anlamına gelmektedir. Sedat’ın Mine’yi arayışı, gizemli ve ilginç bir yolculuğa dönüşür. Polisiye edebiyatın ünlü ismi Ahmet Ümit’in en ünlü romanı olan ‘Sis ve Gece’yi, 98’de çektiği ilk filmi ‘Leopar’ın Kuyruğu’ ile tanınan Turgut Yasalar yönetiyor. Başrolünü Uğur Polat’ın üstlendiği kara film denemesinde diğer önemli rolleri Selma Ergeç, Yetkin Dikinciler ve uzun zaman sonra bu filmle sinemaya dönen İlyas Salman paylaşıyorlar. Fazla diyalog içeren film, sinemasal açıdan çok güçlü olmasa da, ülkemizde fazla örneğine rastlamadığımız yerli bir polisiye edebiyat uyarlaması olduğu için ilgiyi hak ediyor.

 

İSKOÇYA’NIN SON KRALI
Uganda’nın zalim diktatörü Idi Amin beyazperdede. 70’lerin başında darbe sonucu iktidara gelen ve ülkesini büyük bir despotlukla idare eden Idi Amin, 300.000’dan fazla insanın ölüm emrini vermiş, kan ve gözyaşı ile sulanan bir döneme imza atmıştı. Giles Foden’in romanından uyarlanan tarihi dram, Uganda’ya çalışmak ve eğlenmek için gelen idealist ve çılgın genç bir İskoç doktorun gözünden Idi Amin’i ve ülke gerçeğini öykülüyor. Yarı gerçek yarı kurgusal olarak gerçekleştirilen filmde Idi Amin’i usta aktör Forest Whitaker canlandırıyor. Üstün performansıyla filmi sürükleyen Whitaker, Altın Küre dahil ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında bu yıl birçok ödül kazandı. Aynı dalda Oscar’ın da en iddialı adayı olan aktöre çok şey borçlu olan filmin yönetmeni Kevin Macdonald. 

 

KRALİÇE
Yönetmenliğini, ‘Tehlikeli İlişkiler’ ve ‘Benim Güzel Çamaşırhanem’ gibi ünlü filmlerin usta ismi Stephen Frears’ın üstlendiği ‘Kraliçe’, biyografiye göz kırpan incelikli bir dram. İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in çevresinde gelişen öykü, İngiltere’deki parlamenter monarşiyi, neo-liberallerin tahta yaklaşımını, Leydi Diana’nın ölümünün ardından saray ile halk arasında ortaya çıkan gerginliği işlerken, adadaki gelenekleri, politikayı ve kraliyeti tartışmaya açıyor. Helen Mirren’ın tarifi zor bir başarıyla canlandırdığı 2. Elizabeth rolü, sinema tarihine geçecek güçte. ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Altın Küre dahil yılın hemen hemen bütün ödüllerini toplayan Mirren, Oscar’ın da en büyük adayı. ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Özgün Senaryo’ dahil altı dalda Oscar için yarışan film, geleneksellik ve değişim tartışmaları eşliğinde kraliyeti, siyasal iktidarı ve özünde vakur, güçlü ve yalnız bir kadını; kraliçeyi, öykünün merkezine başarıyla yerleştiriyor.

 

RÜYA KIZLAR
Michael Bennett tarafından 20 Aralık 1981’de sahnelenen altı Tony ödüllü Broadway müzikali ‘Dreamgirls’, ‘Gods and Monsters’ ve ‘Kinsey’ filmleriyle tanıdığımız Bill Condon tarafından beyazperdeye uyarlanmış. Jamie Foxx, Eddie Murphy, şarkıcı Beyonce, Danny Glover gibi yıldızların rol aldığı filmde en önemli performansı, ilk kez kamera karşısına geçen Jennifer Hudson sergiliyor. Sesi ve oyunculuğuyla ışıl ışıl parlayan aktris Eddie Murphy ile birlikte bu yıl Altın Küre’ye yardımcı oyuncu dalında damga vurmuştu. Aynı dalda Oscar işçin yarışan aktris, beyazperde ve müzik dünyası için gerçek bir kazanç. Üçü, ‘En İyi Şarkı’ olmak üzere toplam 8 dalda Oscar adayı olan film, altmışlı yılların başından günümüze uzanan soul müzik, şov dünyası ve Afro-Amerikalı sanatçıların öyküsünü işliyor. Aynı zamanda etkileyici bir dönem filmi olan yapım için, ‘alternatif Amerikan tarihi’ de diyebiliriz. Hırslar, hesaplar, aşklar, kısaca kişisel dünyalar ve müziğin o coşku dolu gücü. Müzikallerin altın çağına selam gönderen film, titiz yapım tasarımıyla da dikkat çekici.

 

IWO JİMA’DAN MEKTUPLAR
‘Flags of Our Fathers / Atalarımızın Bayrakları’ filminde bizleri, Pasifikte’ki Iwo Jima adasına götüren ve İkinci Dünya Savaşı’nın kan ve acı dolu günlerinde kahramanlık kavramına yakından bakıp, Amerikan siyasi sistemi ve toplumsal yapısını eleştiren usta yönetmen Clint Eastwood, bu kez aynı adada Japon cephesine çeviriyor kamerasını ve Japonların gözünden savaşı, kahramanlığı ve insanlığı sorguluyor. Japon oyuncularla Japonca çekilen Amerikan yapımı, kültürel farklılıklar ve benzerliklerin altını çizerken, savaşın insan üzerindeki tahribatını oldukça duygusal, adeta şiirsel biçimde beyazperdeye yansıtıyor. ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’ dahil dört dalda Oscar adayı olan etkileyici dram, savaş karşıtı söylemi, yönetimi, oyunculuğu ve üstün yapım tasarımıyla sadece yılın değil, ‘iddialı olacak ama’ son elli yılın en iyi filmlerinden biri. Kesinlikle kaçırmayın. 

 

 

Vizyonda bu hafta (23 Şubat 2018)

Üçü yerli yapım, biri animasyon olmak üzere, toplam sekiz yeni film, merhaba diyor yeni haftaya! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. İyi seyirler herkese.

THE FLORIDA PROJECT
-Disneyland’ın gölgesindeki sahicilik-

Baştan söylemek önemli! Yılın en iyi filmlerinden biri ‘The Florida Project’! Fikri ve vicdanı hür bağımsız yapımlarla tanınan Sean Baker imzalı dram, Amerikan rüyasının şık örtüsünü aralayarak, altta gizlenen katı gerçeği olanca çıplaklığıyla gösteriyor bize. Yoksulluk, gelir dağılımı başta olmak üzere her türlü adaletsizlik, ilgisizlik, çaresizlik, her anlamda çıkışsız bir yoksunluk… Yılın bol ödüllü filmlerinden olan ve fena halde yürek acıtan yapım, usta aktör Willem Dafoe’nin performansıyla ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ dalında Oscar, Altın Küre ve BAFTA adayı oldu. Toplumsal gerçekleri, sarsıcı biçimde perdeye yansıtan ve öteki Amerika’nın röntgenini çeken son derece ödünsüz filmin ‘En İyi Film’ dahil olmak üzere neden birçok dalda Oscar için aday gösterilmediğini sormak gerek! Belki de cevap net! Akademinin görmek istemediği derecede gerçek ve ciddi bir iç eleştiri…
Florida’nın yoksul toplu konutlarındayız. Gecelik tek göz odalarda yaşamlarını süren çaresiz bireyler. Anneler, babalar ve çocukları. İşsizlik, çıkışsızlık, isyan, sefalet, suç… Bu ortamda büyüyen küçük çocuklar. Altı yaşındaki Moonee ve arkadaşları Scooty, Dicky, Jancey de bu çocuklar arasında. Okulların tatilde olduğu Florida’nın kavurucu sıcağında, daha çok eğlence, daha çok macera ve daha çok bedava dondurma derdinde bir ekip. Moone, gencecik annesi Halley ile birlikte yaşamakta tek göz bir odada. Gecelik kirayı verebilmek için ellerinden gelen ne varsa yapıyorlar. Halley için kızından ayrılmamak en önemlisi. Moonee ve arkadaşları, hemen birkaç blok ilerde bulunan eğlence ve turizm merkezi Disneyland’ın gölgesinde, kendi düş krallıklarını kurmuşlar. Yetişkinlerin ve bütün dünya gerçeklerinin uzağında oyunlar kuruyorlar hiç yoktan! Moone’nin rengarenk ama umudunu yitirmeyen hayal dünyasına, annesi Halley acı tatlı fedakarlıklarla destek veriyor. Yeter ki kararmasın diyor kızımın cevahiri… Bir de bir adamcağız var öyküde. Bir kahraman, zoraki bir şövalye adeta! Devletin ve küçük, zavallı, güçsüz bireyleri koruyacak herhangi bir mekanizmanın olmadığı yerde, kendini buna mecbur hissediyor. İyi bir insan. Adı Bobby. Bu odaların müdürlüğünü yapıyor. Sorunluluk ona ait yani! Kimi zaman teknisyen, kimi zaman bodyguard, kimi zaman müdür, kimi zaman temizlikçi, kimi zaman amele… Bu insanlar ve özellikle çocukların günlük rutinine tanıklık ediyor kamera. Umutsuz, büyük resmi göz önünden hiç ayırmadan!
Bir masaldan çıkıp, başka bir masala doğru evrilen müthiş ve tavizsiz final zor unutulur. Başta küçük oyuncular, özellikle bir mucize görünümündeki Brooklynn Prince, annesi rolünü üstlenen, beyazperdedeki ilk ve enfes performansıyla Bria Vinaite ve acı dolu yüzünde sorumlulukla vicdanı görebildiğiniz usta aktör Willem Dafoe…  Hareketli kamerasıyla perdeye yazılmış gerçekçi şiiri görselleştiren Alexis Zabe’nin katkısını göz ardı etmemek gerek. Sistemin yaldızlarını silkeleyip, küçük çaresiz, kimsesiz insanların hakiki öykülerini cesaretle perdeye yansıtan Sean Baker, çok önemli bir filme imza atmış. Yürek söken resim, çevrelerini kuşatan acımasız dünyaya, hıçkırıklarla isyan eden küçük kıza sarılıp, ‘hayır yalnız değilsin’ demeyi gerektiriyor. Oysa yalnızlar! Yılın filmi sanırım ‘The Florida Project’. (5 / 5)


BENİ ADINLA ÇAĞIR
-İncelikli ve seçkinci bir aşk öyküsü-

1983. Kuzey İtalya’dayız. On yedi yaşındaki Elio, babasının araştırma asistanı Amerikalı Oliver ile tanışır. İlk aşk üzerine, sahici duygularla bezeli, romantik ve etkileyici bir öykü. André Aciman’ın aynı adlı romanından, 1928 doğumlu üstat sinemacı James Ivory imzalı senaryoyu, kalburüstü İtalyan yönetmen Luca Guadignino ete kemiğe büründürmüş. ‘Io sono l’amore / Benim Adım Aşk’ ve Jacques Deray’ın 1969 tarihli ‘La Piscine’ uyarlaması ‘A Bigger Splash / Sen Benimsin’ adlı kişilikli ve nitelikli filmlerden sonra, yine bir bomba Guadignino’dan! 
Ivory, senaryoyu, kendine yakışır derecede incelikli, saygın, nüanslı, duyarlı kaleme almış. Yönetim, oyunculuk ve yapım tasarımı da, anlatının içselliğini karşılayan güçte! ‘En İyi Film’ dahil dört dalda Oscar adayı olan romantik dramın başrolünü; adı ‘En İyi Erkek Oyuncu’ Oscar’ı için geçen, Fransız baba ve Rus yahudisi annenin oğlu olup, yıldızı hızla parlayan 1995 doğumlu genç yetenek Timothée Chalamet üstleniyor. Armie Hammer, Michael Stuhlbarg, Amira Casar ve Esther Garrel, duygu yüklü yapımın güçlü oyuncu kadrosunu oluşturan diğer isimler.
Ailesi ile birlikte, on yedinci yüzyıldan kalan evlerinde yazı geçiren Elio, ilk flörtü ve kendi cinsel kimliğini bulma yolunda duyumsayıp, yaşadıkları… Klasik müzik ve edebiyat tutkunu genç adam, entelektüel ailesi, takıldığı genç kız, Profesör babasına araştırmalarında destek vermek üzere her yaz eve gelen stajyerlerden ‘farklı’ olan Amerikalı ve seksenli yıllar… Sofistike uğraş ve düşünceler arasında kendi yolunu ve kimliğini netleştirmek isteyen gencin karşısına çıkan şans ve gerçek bir aşk. Korkusuzca ve olanca doğallığıyla yaşanan eşcinsel ilişkinin ‘aşk’ olduğunun kanıtını sunan tutku ve sevgi. Asla yabancılaşma ve ötekileştirme ihtiyacı taşımadan doğallıkla aşka, sevgiye, tutkuya, dostluğa ve samimiyete dayalı ilişkiler geçidi. Tek sorun, neredeyse bütün karakterlerin belli bir sınıfa ait oluşu. Sorun değil tabii bu fakat meselenin doğasının, sınıfsal bir anlayış ve kabullenişle, bu derece doğal ve ‘uygun’ olarak yaşandığını gösteren öykü, her anlamda elitist ve yukardan oluşlar barındırıyor içinde! Özgürce sevmek ve sevişmek; birilerinin, imtiyazlıların harcı değil gerçekte. Cinsel kimlikler ve seçimler, kir, imkansızlık, leke, şiddet, olanaksızlık, düşmanlık kokan, steril olmayan yerlerde de var. Üstten, entelektüel onay ve anlayış içermeyen, ne denli etkileyici eşcinsel aşk öyküleri var beyazperdede. ‘Tartışmasızca olağanüstü’ gibi nitelemelerle yaklaşılan ‘Call Me by Your Name’ yalnız başına değil ki! Wong Kar-Wai’nin başyapıtı, ‘her yalnız insan birbirine benzer’ diyen 1997 tarihli ‘Happy Together / Mutlu Beraberlik’ var örneğin! Ang Lee’nin 2005 yapımı ‘Brokeback Mountain / Brokeback Dağı’ var. Andrew Haigh imzalı 2011 yapımı ‘Weekend / Hafta Sonu’ var. Todd Haynes’in ‘Carol’u var. Stephen Frears’ın ‘My Beautiful Laundrette / Benim Güzel Çamaşırhanem’ var. Almodovar’ın ‘All About My Mother / Annem Hakkında Her Şey’i var. Jean Genet’in 1950 tarihli, şahane ‘Un Chant d’Amour’u var. Gus Van Sant’ın ‘My Own Private Idaho / Benim Güzel Idaho’m’ var. ‘La vie d’Adèle / Mavi En Sıcak Renktir’ var. Ken Russell’ın ‘Music Lovers / Yalnız Kalpler’i var. Sidney Lumet’nin ‘Dog Day Afternoon / Köpeklerin Günü’ var! Viscont’den eşsiz Thomas Mann uyarlaması ‘Morte a Venezia / Venedik’te Ölüm’ var. Var da var yani... Bir ilk değil ‘Beni Adınla Çağır’! Fazla abartmamak, sinema tarihine saygı duymak demek ezcümle! Çekilmesi ve anlatılması önem arz eden, üstelik gayet iyi yazılıp, çekilmiş bir ‘ilk aşkın tendeki ve ruhtaki sahiciliği’ filmi o kadar! (4 / 5)


DÜNYANIN BÜTÜN PARASI
-Sayılabilen ve sayılamayan paralar üzerine-

Ridley Scott usta, seksen birinci yaşında, yirmi beşinci uzun metraj kurmacasıyla beyazperdede! John Pearson’un aynı adlı kitabından uyarlanan biyografik dram, gerçek olaylara dayanıyor. 1973 yılında, Roma’dayız. Dünyanın sayılı zenginlerinden J. Paul Getty’nin on altı yaşındaki torunu, fidye için kaçırılır. Paraya ve pazarlığa olan ilgisiyle bilinen dolar milyarderi, istenen fidyeyi çok bulur ve ödemeye yanaşmaz fakat kaçırılan torunun annesi, oğlunun hayatı için mücadele etmeye ve Getty üzerinde kurduğu baskıyı sürdürmeye kararlıdır!
1929 doğumlu usta aktör Christopher Plummer’ın ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ dalında Oscar adayı olduğu filmde diğer önemli rolleri, Michelle Williams ve Mark Wahlberg üstleniyorlar. Romain Duris, Timothy Hutton ve genç oyuncu Charlie Plummer, zengin kadronun diğer isimleri. Polonyalı usta Dariusz Wolski’nin yetkin kamerası ve yetmişli yılların olanca detayını ihmal etmeyen genel sanat yönetimi, filmin önemli artıları arasında. Bir yapım notu olarak, ‘J. Paul Getty’ rolünü, önce Kevin Spacey’in canlandırdığını, aktörün adının karıştığı skandal sonrası rolün, Christopher Plummer’a geçtiğini ve ‘karakter’ ile alakalı çekimlerin yeniden yapıldığını belirtmekte yarar var.
‘Para’ ile olan tutkulu ve hastalıklı ilişkisiyle, yetmişli yılların kayıtlı en zengin adamı olarak adını duyuran petrolden bir servet yaratmış J. Paul Getty’nin, fidye için kaçırılan torunun, onu kurtarmak için çırpınan çaresiz annenin ve mafya örgütü dahil en küçüğünden en organizesine; suça karışmış hemen herkesin öyküsü, kapitalist dünyanın odağında yer alan ‘para’ kavramı üzerinden; etikten, siyasete, sosyolojiden, felsefeye birçok disiplin ve doktrin barındırıyor içinde. Paul Getty karakteri, Orson Welles’in 1941 tarihli başyapıtı, sinema tarihinin en değerli filmlerinden ‘Citizen Kane / Yurttaş Kane’in ünlü karakteri ‘Kane’e ve efsanevi ‘Rosebud’a ince bir gönderi de içeriyor. ‘Para’nın gezegenin hemen her alanında, ‘gerçek değeri’, ‘ederi’ ve ‘önemi’ üzerine yaşanmış bir suç hikayesi izlediğimiz. İnsan denen yaratık, değerler dünyası ve esaret üzerine satırbaşları da açmış Ridley Scott usta. Filmografisinde çok ‘değerli’ ve ‘mutlak’ olmasa da, bir Scott filmi olarak, ilk sahnesinden, finale dek ilgiyle kendini izletiyor ‘yalan dünya’ya, acıtan gerçekler ve sistemin odağında yer alan en güçlü ve hastalıklı ‘araç’ üzerinden bakan biyografi. (3 / 5)
İngiltere-Avustralya-ABD ortak yapımı animasyon ‘Peter Rabbit / Tavşan Peter’, ABD-Güney Afrika Cumhuriyeti ortak yapımı olan aksiyon ‘Samson’ ile birlikte üç yerli yapım; Muhammet Çakıral’ın yazıp yönettiği belgesel ‘Kırlangıçlar Susamışsa’, yönetmenliğini Özgür Bakar’ın üstlendiği korku türündeki ‘Alem-i Cin’ ve başrollerini Demet Akbağ ile Zafer Algöz’ün paylaştıkları, Murat Şeker imzalı aile komedisi ‘Görevimiz Tatil’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese! 

MURAT ERŞAHİN
 



Diğer Yazılar