23 EKİM 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız. Üç ay önce yeniden başlayan vizyon 23 Ekim haftasında; biri yerli yapım olmak üzere toplam üç yeni filme ev sahipliği yapıyor.
Başrolünde Russell Crowe’un yer aldığı, Derrick Borte imzası taşıyan aksiyon-gerilim ‘Unhinged / Dengesiz’ notlarımızda. Yediden yetmişe türü sevenlere seslenen ‘ParaNorman’ın yaratıcısı Chris Butler imzalı ‘yaman’ animasyon ‘Missing Link / Bay Link: Kayıp Efsane’ ile birlikte, Türkiye-Ukrayna-Gürcistan ortak yapımı olan, Konstantin Konovalov’un yönettiği, oyuncu kadrosunda Yurdaer Okur ile Deren Talu’nun yer aldıkları tarihi aksiyon ‘Son Kale Hacıbey’ haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Herkese iyi seyirler!
Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül ve nihayet Ekim aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2013 yılının Ekim ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Ekim’inde sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
DENGESİZ
Hastalıklı dünyada!
Hollywood’un iş bilir senaristlerinden Carl Ellsworth’un kaleminden çıkma gerilimli öyküyü, Derrick Borte yönetmiş. Başrolde, bir hayli kilolu haliyle ‘gladyatör’ günlerine özlemle bakan Russell Crowe yer alıyor. Yeni Zelandalı yıldıza, Caren Pistorius’un başarıyla eşlik ettiği oyuncu kadrosunda, tecrübeli aktör Jimmi Simpson ve özellikle korku-gerilimlerde boy gösteren gencecik isim Gabriel Bateman da rol alıyorlar.
Çıldırtıcı trafikte yaşadıkları sözlü tartışma sonrası psikopat bir adamın peşine takılmasıyla kendisini ürkütücü bir ölüm-kalım kovalamacasının ortalık yerinde bulan Rachel’in öyküsü izlediğimiz. Aklını yitirmiş acımasız, vahşi kapitalist koşuşturmanın ortalık yerinde, trafiğe takılıp geç kaldığı için işini kaybeden genç anne Rachel ve oğlu Kyle, tıkalı trafikte yabancı bir adamla ağız dalaşına girerler. Öfke krizindeki adam, anne ile oğluna ölümcül bir ders vermek için akla gelmeyen yöntemlere başvuracaktır!
Sıradan, küçük insanı çıldırtan nobran, duyarsız, vahşi dünya ve kurbanları… Trafik magandalarının dünyanın hemen her yerinde olduğu gerçeğini, daha büyük bir kafayı kırma derecesine taşıyan senaryo, ‘beni siz delirttiniz’ diyen adamı haklı çıkaracak kalitede değil sadece! Crowe’un canlandırdığı isimsiz ‘adam’ı bu hale getiren ‘durum’ daha ayrıntılı anlatılmalıydı izleyiciye. Sadece hemen herhangi bir korku-gerilimde yer alan nedensiz psikopat tiplemesinden ayrı bir yere oturtulsaydı keşke ‘adam’! Joel Schumacher imzalı 1993 tarihli sistem eleştirisi ‘Falling Down / Sonun Başlangıcı’nda Michael Douglas’ın hayat verdiği ‘D-Fens’ karakteri ne kadar da ayrıntılı yazılmış ve bir o kadar da ikna ediciydi oysa. Meseleyle ciddi biçimde uğraştığı örneklerle sabit olan Schumacher’in benzer durumları kaşıdığı 2002 yapımı ‘Phone Booth / Telefon Kulübesi’ndeki ankesörlüden yükselen sosyopat ses mesela! Örnekler çoğaltılabilir. ‘Kornaya basmadan önce derin bir nefes alın ve bir kez daha düşünün’ konservatif mesajıyla, alelade bir kaçma-kovalamaca, av-avcı hikâyesi olmuş, içine ‘dünya hali yüzünden’ durumu yamalayan gerilim. (2 / 5)
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ekim 2013
PIRILTILI HAYATLAR
‘Ooooo yoooo!’ diyorum eve adımımı atar atmaz. Ev mi, villa mı, malikâne mi, artık neyse…’ - Ayşe Arman’ın Paris Hilton röportajından
‘Ne var ki bütün o ev, bütün o şatafat, insanda çok yalnızmış hissi uyandırıyor.’ diyor Ayşe Arman, Paris Hilton röportajında, Amerikalı multimilyoner, sosyoelit üzerine. Sofia Coppola’nın ‘The Bling Ring’ini izlerken aklıma düştü, Arman’ın bu hissiyatı. Ardından, içim acıyarak izledim; gencecik insanları, süslü birer balon haline getiren sistemin zalim kurgusunu. Sofia Coppola için ‘hep aynı filmi çekiyor’ diyorlar. Kanımca bir problem, ya da eksiklik değil bu. Olması gereken hatta. Meselesi, yaşadığı yerle alıp veremediği olan çağdaş bir yaratıcı olarak, tabii ki aynı dertler, aynı temalar üzerinde duracak, duyarlı sanatçı. Kendini farklı, takip edilir ve önemsenir kılan da bu nokta zaten. Babadan sinemacı Sofia, beşinci uzun metrajında, yine uğraştığı, didiklediği meselelerle buluşturuyor bizleri. Ün, şöhret, kapitalizm ve aldatıcı, yalancı bir kalabalığın arasında yok olup giden küçük insan. En önemlisi de hızla artan insan deformizmi. Küçük, sıradan insana ait bu son sürat deformasyonu, yine çıldırmış kapitalizm fonunda, hastalıklı, arızalı bir toplum analiziyle yansıtıyor perdeye. Ün ve maddiyat takıntılı genç kuşağın, ‘sistem’ kurbanlarının acıklı hali. Sosyeteden, Hollywood figürlerinden çalarak onlar gibi olmak! Sosyal elitlerin, sosyete ikonlarının ve popüler Hollywood figürlerinin Los Angeles’taki evlerinden milyonlarca dolarlık eşya çalan bir grup gencin yaşanmış öyküsü. İbretlik toplumsal hikaye, gençlerin ve ailelerinin, geniş bir sınıfın, çıldırmış kapitalist ahlakın röntgeni işin aslı. Nancy Jo Sales’in 2010 Mart ayında Vanity Fair’de yayımlanan ‘The Suspects Wore Louboutins’ başlıklı makalesinden yine Coppola tarafından uyarlanmış perdeye düşündürücü dram. Paris Hilton, Lindsay Lohan, Orlando Bloom, Megan Fox ve daha pek çok sayıda ünlünün evlerine gizlice girip, onlara ait değerli eşyaları çalan gençler. Ünü, şöhreti ve markaları takıntılı hale getiren hırsız gençlerin hikayesi, en az benzemeye çalıştıkları ‘sorunlu’ ünlüler kadar sarsıcı. Bu kez bambaşka bir karaktere soyunan, “Harry Potter” serisinin masum ‘Harmonie’si, Emma Watson’a, yetenekli bir grup genç oyuncu eşlik ediyor. Duyarsız, ilgisiz aileler, kolay para, marka, uyuşturucu, dejenerasyon, geniş bir boşlukta kaybolmuş, kimliksiz genç insanlar ve bilinçsiz bir toplumun ‘içerden’ fotoğrafı son tahlilde, Sofia Coppola’nın, ilk kez Cannes Film Festivali’nin ‘belirli bir bakış bölümünde’ izleyiciyle buluşan yeni filmi.
BU NASIL AİLE!
‘Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.’
‘Anna Karenina’ - Lev Tolstoy
Birbirini tanımayan dört farklı bireyden, ‘düzgün’ bir aile yaratmak mümkün mü? Aile nedir? Sosyolojide geçen, ezber şekliyle, ‘toplumun en küçük birimi’ mi, yoksa zorla bir arada yaşayan birbirinden farklı insanlar topluluğu mu? Ya da sadece beraber olmaktan değil, ‘beraber kalmaktan’ hoşlanan ve kurtlar sofrasında birbirlerine dayanarak oturmaya çalışan cengaverler mi? ‘Önce gişe’ diyen ama birçok moral değerle hunharca dalgasını geçmeyi ihmal etmeyen, yüreği bağımsız yarı federe bir yapım orijinal adıyla ‘We’re the Millers’. Küçük çaplı bir uyuşturucu satıcısı, bir striptizci, sokaklarda yaşayan, evinden kaçmış genç bir kız ve ailesinin ilgilenmediği sorunlu ve bakir delikanlı, birkaç günlüğüne bir araya gelip ‘bir aileymiş’ gibi davranmak üzere ‘şık’ bir karavanla yola düşerler. Tedarikçisine borçlanan kahramanımızın mecbur kaldığı bu plan, Meksika’dan ABD’ye sokulacak, hatırı sayılı miktarda uyuşturucu sevkiyatını kapsamaktadır. Hınzır ve muzır mizahla yüklü hoş komedi, aile kurumuna ve kurumun kıdemli memurlarına sözünü esirgemiyor! Son tahlilde ise, beraber kalmayı, sevgiyi, dostluğu ve dayanışmayı kutsuyor! Sıkı komedi ‘Wedding Crashers / Davetsiz Çapkınlar’ın yazarları Bob Fisher ile Steve Faber’in öykülerinden uyarlanan edepsiz yapımı Rawson Marshall Thurber yönetmiş. Amerikan komedilerinin yetkin isimlerinden Litvanya, Almanya ve İrlanda kökenli Jason Sudeikis ve striptiz performansıyla sürpriz yaratıp, ‘bendini çiğneyip aşan’ Jennifer Aniston’un başrolleri paylaştığı filmde, diğer önemli rolleri, Emma Roberts, Will Poulter, ‘The Hangover / Felekten Bir Gece’ serisinin ‘Stu’su Ed Helms, Tomer Sisley, Nick Offerman ve Kathryn Hahn üstleniyorlar. Özellikle finale doğru, gişe ve her yaşı kucaklamak kaygısıyla, hijyen ve ahlak kurallarına uyma gayreti sarf edip, serseri, avare ve özgürlükçü görünümünü, ‘aile salonumuz mevcuttur’ sloganlı bir konservatizme dönüştüren yapım, ‘National Lampoon’s / Sevimli Aile’ serisinin ‘içine şeytan kaçmış biçimi’, olarak nitelendirilebilir kolayca. Sözün özü, zaman zaman içten kahkahalar attırmayı ve hedefi tutturmayı başarıyor.
ŞİMDİKİ ZAMAN
‘Gurbete kaçacağım, o lacivert ülkeye. O üzünç denizine uzayan iskeleye’
‘Gurbete’ - Yaşar Miraç
Bazen içi dolu anlamda çaresiz kalırsınız. Kaçıp gitmek, başka bir yerde, başka bir şeyi aramak, denemektir tek çare. Başka türlü bir şeydir istediğiniz! Yaşarken, halihazırda kaybettiği umuduna kavuşma gayretindeki Mina’nın öyküsü. İşsiz, parasız ve yalnızdır genç kadın. Yaşadığı yerle olan bağlarını kopartmaya hazırdır. Mutsuzdur. Amerika’ya kaçıp yeni bir hayata başlamayı düşlemektedir. Para biriktirmek için bir kafede fal bakmaya başlar. İnsanlara, üç vakte kadar vaat ettikleri, kendi düşleri ve acılarıdır. ‘Yaşadığın yeri ve şimdiyi bırakıp, geleceğe kaçmak imkân dahilinde mi? sorusunu yöneltiyor ilk uzun metraj kurmaca hikayesinde, kısa film ve belgeselleriyle tanıdığımız Belmin Söylemez. Sanem Öge’nin başrolünde, artı değer kattığı yapımın ilk gösterimi, 31. İstanbul Film Festivali’nin ‘ulusal yarışma’ bölümünde gerçekleşmişti. ‘Karakterli’ dram, kader, dostluk, hüzün, baskı, olanaksızlıklar, kaçış temaları üzerinden, ülkenin sosyoekonomik haritasını ve ‘ruh altı topoğrafyasını’ seriyor gözler önüne. Daha farklı yerlere gidebilme olanağı varken, kendini tutmuş, dizginlemiş gibi bir hali filmin fakat söylenmesi gereken en önemli şey; ilk uzun metraj olarak, önem arz ettiği gerçeği. Metni, yapısı, düzeni, tartımı ve biçimiyle kayda değer bir film ‘Şimdiki Zaman’. Belmin Söylemez, umut veren bir yaratıcı olarak zihne kazınıyor. Edip Cansever imzalı ‘Bu gemi ne zamandır burada’, Can Yücel baba gibi; ‘Başka türlü bir şey benim istediğim. ne ağaca benzer, ne de buluta. Burası gibi değil gideceğim memleket. Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava’ diyen samimi filmin ‘içten’ yaratıcıları için gelsin:
‘Bu gemi ne zamandır burada. Çoktan boşaltmış yükünü. Gece de olmuş, rıhtım da bomboş. Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa, arkada, güvertede. Ah, neresinden baksam sessizlik gene. Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye. İçerde üç beş kişi, yalnızlık üç beş kişi. Bir kadeh rakı söylerim kendime. Bir kadeh rakı daha söylerim kendime. Söyle be! ne zamandır burada bu gemi. Denizin değil hüznün üstünde. Belki yarın gidecek. Bir anı gelecek bir başka anının yerine. İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.’
KORKU SEANSI
Çıplak, yaldızsız korku!
William Peter Blatty’nin, kendi romanından uyarladığı ve William Friedkin’in korku sinemasının kurallarını yeniden belirlediği 1973 tarihli başyapıt ‘The Exorcist / Şeytan’a direkt göndermeler yapan ve finalinde müthiş bir saygı duruşunda bulunan korku-gerilimi, ‘Saw / Testere’ ile türe iddialı ve hızlı bir giriş yapan James Wan yönetmiş. 2010 yapımı ‘Insidious / Ruhlar Bölgesi’ndeki başarısını sürdürüyor Wan. Türün iddialı isimlerinden biri olduğunu iyice perçinlemiş vaziyette 1977 Malezya doğumlu yönetmen. Chad ve Carey Hayes kardeşler tarafından yazılan senaryoda başrolleri, ‘benzersiz’ Vera Farmiga ve türün örneklerine iyice ısınmış Patrick Wilson üstleniyorlar. Lili Taylor ise, kadronun en başarılı ismi olarak bir adım öne çıkıyor. 1970’lerin hemen başındayız. Paranormal olayları araştıran karı koca, beş çocuklu bir ailenin Rhode Island’da bulunan çiftlik evinde yaşanan doğaüstü korkutucu olayları aydınlatmak ve evi kötü ruhlardan kurtarmak için kolları sıvıyorlar. Şeytani bir kötü ruhun avucunda olan aile üyeleri, profesyonel ekiple birlikte; ‘resmi ve dini makamlarca’ onaylanmayan, ‘şeytan çıkarma ayini’ için çiftlik evinde bir araya geliyorlar. Filmin kahramanları olan karı-koca Warren’ların, yani Ed ve Lorraine’in, gerçek karakterler olması ve ‘gerçeküstü’ müfettişlerinin el attıkları olayların resmi kayıtlara geçmesi, düşülen dehşeti ikiye katlıyor. İyi çekilmiş, iyi yazılmış, kırılma anları ile ürperten, iyi oynanmış korku-gerilim, içerdiği ‘tanıdık-tahmini’ sahne ve anlara rağmen ilgiyle izletiyor kendini. Bilgisayarın ve özel efektlerin devreye girmemesi, korkunun gerçekliğini ve etkisini artırıyor. Kamera kullanımı ise, filmin artı hanesinin en üstlerinde.
(SİNEMADAN ÇIKMIŞ İNSAN / SİNEMA DERGİSİ / EKİM 2013)
MURAT ERŞAHİN