Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

21 AĞUSTOS 2020

21 Ağustos 2020 Cuma 07:48
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 

Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız… İki hafta önce yeniden başlayan vizyon, 21 Ağustos haftasında beş filme ev sahipliği yapıyor. 

Vizyon görecek dört yeni yapımın haricinde, dev sinemacı Akira Kurosawa’nın 1985 tarihli klasiği ‘Ran’, restore edilmiş versiyonuyla yeniden gösterime giriyor. Ülkemizde ilkin 15 Şubat 1991’de perdeye yansıyan epik aksiyon, William Shakespeare’nin ölümsüz eseri ‘Kral Lear’dan uyarlanmıştı. Japoncada ‘kaos’ anlamına gelen ‘Ran’, gurur, dürüstlük, onur, bağlılık, ihanet gibi kavramları, derebeylik Japonya’sında lirik bir anlatımla taşıyordu perdeye. ‘En İyi Kostüm Tasarımı’ dalında Oscar kazanmış güçlü yapımda, Orta Çağ Japonya’sında Lord Hidetora Ichimonji’nin hükümdarlığını, üç oğlu arasında paylaştırma kararı alması sonrası başlayan güç ve iktidar savaşına tanıklık ediyorduk. Yıllar öncesinden çıkagelen bir armağan anlamı taşıyor ‘Ran’ sinemaseverler için. İlk kez izleyecek olan yeni nesil içinse bir mecburiyet!

Dram unsurları taşıyan sıcacık yol komedisi ve dostluk öyküsü ‘The Peanut Butter Falcon / Hayallerin Peşinde’ notlarımız arasında! İngiltere yapımı gizemli korku örneği ‘13 Graves / 13. Mezar’, başrolünde Olga Kurylenko’yu izleyeceğimiz Fransa-Belçika-Lüksemburg ortak yapımı korku-dram ‘The Room / Oda’ ve kısa metrajlarıyla tanınan Max Barbakov’un ilk uzun metraj filmi bağımsız yürekli fantastik komedi ‘Palm Springs’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri.

Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz ve nihayet Ağustos aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2012 yılının Ağustos ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Ağustos’unda sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 

Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!


21 AĞUSTOS 2020


HAYALLERİN PEŞİNDE

-Doğum günü partisine sen de davetlisin!-

Tyler Nilson ve Michael Schwartz ikilisinin birlikte yazıp yönettikleri ilk uzun metrajları, yüreğe seslenen sevimli bir komedi-dram. Amerikan güreşçisi olmak isteyen Down sendromlu Zak, hayalini gerçekleştirmek için yaşadığı bakımevinden firar eder ve geçmişinden kaçan serseri ruhlu ve iyi yürekli Tyler ile karşılaşır. Bakımevinde Zak ile ilgilenen idealist Eleanor da onu geri getirmek için yola koyulunca ‘beklenmedik’ gelişmelerle dolu bir yol filmi yansır perdeye. 

Down sendromlu aktör Zack Gottsagen’e,  iki yıldız; Shia LaBeouf ile Dakota Johnson’ın eşlik ettikleri yürek ısıtan filmde, Thomas Haden Church, John Hawkes ve Bruce Dern gibi usta aktörler de rol alıyor. ‘Yok aslında birbirimizden farkımız, kromozom sayıları önemsiz, sevgi ve dostluktan gayrı ne gerçek ki’ diyen film, hemen her türlü ayrımcılığa karşı duran ‘samimi’ yapısıyla ilgiyi hak ediyor. Koca yürekli yapım, sosyal sorumluluk projelerine de mesafeli duruyor öte yandan. 

Öyküsü, tonu, ve özellikle ‘hasbelkader birlikte olmak değil, her türlü zorluğa karşın birlikte kalmanın’ önemini vurgulaması açısından, o denli güçlü olmasa da, Tom McCarthy’nin biricik filmi, 2003 yapımı ‘The Station Agent / Hayatın İçinden’i getiriyor akla. ‘The Staple Singers’, Sara Watkins ve ‘Yo La Tengo’ şarkılarıyla dikkat çeken soundtrack, üç kafadarın keyifli yolculuklarına fon oluşturuyor. Zak’ın doğum günün partisi davetlileri arasına girmek için izlemeniz tavsiye edilir. (3 / 5)

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ağustos 2012


BU DANS SENİN
Mutfak penceresinin ardından ‘hadi git’ diyen dost!

Evli ve ‘alışkanlığın’ konforuna alışmış genç kadın, tesadüfen karşılaşıp, etkilendiği genç adamın komşusu olduğunu ve ‘karşıdaki evde’ oturduğunu öğrenince, uzun süredir unuttuğu ‘farklı hisleri’ bastırmakta zorluk yaşar. Yakışıklı yabancının çekim alanından kurtulmaya çalışırken, ‘evde yaşanan rutin’,  içindeki ikilemin güçlenmesine neden olur. Orijinal adını, Leonard Cohen’in aynı adlı şarkısından alan dram, oldukça hüzünlü. Doğal çünkü. Oyunculuğun yanında, senaristlik ve yönetmenliğe soyunan, üstelik bu işi gayet iyi kıvıran Sarah Polley’in, parlak ve mat olarak ayrı ayrı çalıştığı renk paleti, duygu ve ‘hallerdeki’ değişime eşlik ediyor. Karşı durulması zor bir çekim vardır, Margot’un yeni tanıştığı Daniel’le arasında. Eşi Lou ile ise, şefkat, dostluk ve alışkanlık. Acısını büyüterek geçirdiği günler son bulduğunda, hiç aklına gelmeyen, başka çelişkiler çıkar ortaya…  Aşk, tutku, evlilik, cinsellik, sınırlar, yürek, adalet, sorumluluk, kararsızlık, pişmanlık, alışkanlık, insan halleri ve hayat… Güvercin ürkeği bakışlarıyla Michelle Williams ve nitelikli komedilerle tanıdığımız Seth Rogen’a eşlik eden Sarah Silverman’ın performansı dikkat çekiyor. Her detayıyla ‘insan’ kokan ‘dokunaklı’ yapım, yaşantımıza ait tatminsizliklere üstün körü değil, belli bir dikkatle bakıyor. Gündoğarken’in şarkısındaki gibi öte yandan: ‘Tutkular kelepçe gibidir yüreğine. Sakın vurma özgür ol sen de. Kendini yalnız duy başkası olmasın. Ne eksiğin ve ne de parçan. Gel istersen. Gelme yahut da. Zaten yapacak çok az şey var. Hadi ya gel ya gelme.’ Tutkunun ve arayışın doğası, bazı anlar abartılmış capcanlı renklerle vücut bulurken, dostluğa dönüşmüş sevgiyle, cinsel aşk arasında son tahlilde ‘yine yalnızlık’ olduğunu aniden esen ve yüzünüze çarpan bir meltem gibi hissettiriyor, solgun yüzünün ardında bin bir karışık hisle yaşadığını düşündüren Polley. 

VE HAFIZAYA KONUK OLAN DİĞER FİLMLER
Üç iyi film!

Christian Petzold’un Berlin’den ‘En İyi Yönetmen’ ödülüyle dönen ‘Barbara’sı, 1980 yazına, Doğu Almanya’ya götürüyor bizi. ‘Resmi’ korkunun insanları sıfırladığı yer. Baskı, gelecek, özgürlük, idealler, görev, endişe, aşk, umut, hayal ve ‘her yerde aynı şey’… Başka bir yaşam fikrine alışmışken, akılda olmayanın, en zorun, hatta imkânsızın içindeki ‘ama’yı fark etmek. Duygusal bir kafa tutuş! Bütün yanılsamalardan, kalıplardan, ezberlerden uzak, büyük resme, başka, oldukça insani bir yerden bakan, kapitalist konforun tuzaklarına kanmayan, mesafeli bir anlatı… Tastamamlar, yarımlar, eskizler. Bitmemiş bir tabloda yaşıyorlar. Güce tapan ve iktidar süren tastamamlar hükmediyorlar. Ressamı bulup, tablosunu tamamlaması için bazı karakterler yola düşüyor sonra. Keşfettikleri ise, bambaşka, boyanmamış bir gerçeklik. Ötekileştirilmişlerin eşitlik ve özgürlük rüyası, el emeği, göz nuru politik bir masal. Ezenler, ezilenler. İçinde nefes alıp verdiğimiz adaletsiz sistemin, tualin dışındakini keşif yolculuğu. Yetmişli yaşlarını süren Fransız animasyon ustası Jean-François Laguinoie’den şiir gibi bir film ‘Mutluluğa Boya Beni / Le Tableu’. Sinemanın ‘özel’ yaratıcılarından usta Rus Alexandr Sokurov’un, Venedik’ten ‘Altın Aslan’la dönen yeni filmi ‘Faust’, Sokurov’un iktidarın doğasını, güç ve iktidar ilişkisini, en nihayet gücün yozlaşmasını didik didik eden serisinin son halkası. (diğerleri sırasıyla Hitler, Lenin ve Hirohito etrafında gelişen hikâyelerin işlendiği, ‘Molokh’, ‘Boğa / Telets’ ve ‘Güneş / Solntse’ idi), Goethe’nin (1749-1832) ünlü eseri ‘Faust’un serbest uyarlaması 19. yüzyılda geçiyor. Hırs, açlık, şehvet, açgözlülük güdülerine teslim olmuş Dr. Heinrich Faust’un, bütün insanlığı ilgilendiren ibretlik öyküsü. Sefaletten kurtulmak, herkes tarafından sayılıp, takdir edilmek, güzel Margarete’yi elde etmek, en önemlisi, kendisini ‘en güçlü’ olmaya götürecek, o hep aradığı ‘bilgiye’ ulaşmak adına ruhunu şeytana satan mutsuz ve tatminsiz adamın trajedisi. Hepimizin trajedisi. Neredeyse bütün duyulara seslenen Sokurov filmi, müthiş metnin, güçlü diyalogların ve ustanın titizlikle kullandığı eşsiz ‘ışığın’ gücüyle akla takılıp kalıyor. Oyuncu kadrosuna ayrıca değinmek gerek. ‘Faust’ rolünde Ralph Fiennes’i andıran aktör Johannes Zeiler ve özellikle kötücül ‘Tefeci-şeytan’ rolünü üstlenen Rus mim sanatçısı ve palyaço Anton Adasinsky başka türlü oynuyorlar! Bilgiye ulaşmak adına, kötü tarafta ilerlemek ve yitirmek kendini, benliğini. Evrensel öykünün dokundurduğu çağdaş değiniler çok yerinde. Mistik, siyasi ve dingin bir yolculuk. Hipnotize edici bir varoluş sorgusu diğer yandan.


SYLVIA KRISTEL
Hiçbir şeye aldırmadan geçiyor zaman!

‘Emmanuelle’ filmindeki başarılı performansıyla uluslararası ün yakalamış elli dokuz yaşındaki Sylvia Kristel felç geçirdi. Amsterdam’da, evinde bilinci kayıp halde bulunan Kristel, hastanede tedavi altına alındı. Hollandalı yıldız Kristel’in oğlu Arthur, annesinin durumunun ağır olduğunu açıkladı. ‘Size hızlı iyileşeceğine dair bir umudumuz olduğunu söylemek isterdim. Ancak gerçekçi olmamız lazım’ dedi. Kristel’in felç dışında kanser olduğu da biliniyor.’ Bu haberi okuduğum anda; tamam dedim. Tamam işte; ‘hayat gelip geçti; sanki hiç yaşamadım’… Çehov’un ünlü eseri ‘Vişne Bahçesi’nin kilit karakterlerinden yaşlı uşak Firs’in sözleriydi hayat öykümü özetleyen; belki de hepimizinkini! 70’lerin ortası. Sömestr tatilleri… O sihirli günler. Sabah sinema, öğlen Tatbak Kebapçısı, öğleden sonra başka bir sinema. Bir de eniştem… Özel adam, nevi şahsına münhasır tiplerden. Titiz, dikkatli, tanıdık tanımadık herkese yardım etmeye çalışan eski bir İstanbul efendisi. Fehiman Cüneyt Ertel. Sömestr tatilleri, Teyzem ve eniştemle beraber olmak demekti. Anadolu’dan Avrupa’ya geçer, on beş gün boyunca onların Nişantaşı’ndaki o küçük, sevimli evlerinde kalırdım. Bir ilaç şirketinden emekliydi eniştem. Emekliliğini, eski uğraşı terzilik, evin ufak tefek tamiratları ve eşe dosta yardım etmekle geçiriyordu. Fakat Şubat ayı gelip, okullar kapanınca eniştem, kimseye yardım edemeyeceğini söyler, on beş günlük istirahat talep ederdi. Gündüzleri ikimiz beraberdik, teyzem bürosundaydı, akşamları katılıyordu bize. Sabah kahvaltıdan hemen sonra, gazetelerin sinema sayfalarını yere serer, kendimize uygun film arardık. ‘İşte enişte bu iyi, buna gidelim’. Harbiye Konak, Osmanbey Gazi, Osmanbey Site, Şişli Kent, Harbiye As, Pangaltı İnci… Sabah 11:00, öğleden sonra 15:00 matineleri…  Karla kaplı bir Şubat sabahı, şimdilerde yerine bir apartman dikili olan Harbiye Konak sinemasındaydık. Eniştem, yer göstericiye teşekkür edip her seferindeki dolgun bahşişi verdikten sonra yerlerimize oturup filmi beklemeye başladık. Film, ‘Jaws’tı… Denizin dişleri. ‘Pek yakında’ bitmiş; ‘gelecek program’ başlamıştı… O da ne! çıplak abla, çıplak ağabeyle yakın ilişki içinde. Hasır bir koltukta oturmuş, çıplak vücuduna değen inci kolyeyi sallayan güzel kadın ve fonda o güne dek duyduğum bir yerlerden tanıdık en güzel melodilerden biri; Lay la lay la lay la lay lay lay  la la lay Emmanuel… Emmanuel… Yan koltukta oturan enişteme dönüp - filmin gürültüsünden belki de duymaz diye - avazım çıktığım kadar bağırdığımı hatırlıyorum: ‘Enişte, bu film tam sana göre, sen bu filme gel!’ Bu bağırıştan sonra eniştem oturduğu koltuktan hafifçe kaykılıp ufalmaya, büzülmeye başladı. Neredeyse benim hizama gelmişti ki ön koltukta ve çevremizde oturan bayanların bize dönüp, gözleriyle eniştemi aradıklarını hiç unutmadım. Neredeydi bu meşhur enişte? Emmanuel tutkunu şehvet ve şefkat dolu bu yakışıklı? ‘Jaws’ı seyrederken yan gözle enişteme baktığımda hâlâ koltukta büzülüp kaldığını görmüştüm. ‘5 dakika ara’da, her zaman olduğu gibi büfeye gitmek yerine oturduğumuz yere Alaska-Frigocuyu çağırdı Eniştem. Sigara içmeye bile çıkmadı fuayeye. ‘Bu film tam sana göre’ cümlesini uzun yıllar herkese anlatıp kahkahayla güldük beraber. Bugün eniştem aramızda yok. Sömestr tatilleri de çoktan bitti. Kırklı yaşlarımı tüketiyorum hızla ve Sylvia Kristel şimdi felç!


‘BİR UZUN MESAFE FESTİVALCİSİNİN ANILARI’NA DAİR
Hülya Uçansu kitabı

Çok eskidendi! Tabii ki çok güzeldi her şey; öyleydi! AKM’nin önünde kuyruğa girer, biletleri beklerdik. Önce sinema günleri, ardından İstanbul Film Festivali… Bizi biz yapan, değiştiren, dönüştüren, aşık eden, farklı kılan etkinlik. Şenlik… Hülya Uçansu, bu şenliğin mimarlarından oldu upuzun yıllar boyu. Bir yaz günü oturmuş, kitabını karıştırıyorum. Neler, neler. Ne anılar… Gerçekler, hayal kırıklıkları, kırgınlık, bildiğimiz, çokça bilmediğimiz, tanıdığımız, tanımadığımız, yakın, uzak detaylar. En çok da emek! Karşılıksız sevgiyle yoğrulmuş, destansı bir emek yolculuğu onunki. Dışarıdaki bayağılığı katlanır kılmak adına, yaşama değer katma uğraşı! Sokağın sinemadan çıkmayanlar dolu olduğunu bilip, caddeleri sinemadan çıkmış insanlarla doldurma gayreti. Alkışlar ve sevgiler!

(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ağustos 2012)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar