Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

18 ARALIK 2020

18 Aralık 2020 Cuma 08:35
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim, Kasım ve nihayet Aralık aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2010 ve 2011 yıllarının Aralık ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Aralık ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Bu arada vizyon madem filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendikleri…

ÖNCE TAVSİYELER…

Filmler

La Belle Époque / Yeni Baştan
(Yönetmen: Nicolas Bedos)
(Geçmişin ünlü karikatüristi, karizmatik Victor Drumond acı çekmektedir. Yaşanan günler hiç mi hiç ilgilendirmemektedir onu. Ne anlar, ne insanlar, ne oluşlar… Tanınmış bir reklam ve klip yönetmeni olan oğlu, arkadaşının sahibi olduğu ve tarihin herhangi bir döneminin gerçekçi bir deneyimini müşterilerine sunma iddiasındaki girişimci firmanın programına kaydeder babasını. Hayatının en anlamlı dönemine, 1974 yılına, sevgili eşiyle; hayatının aşkıyla tanıştığı günlere geri döner Victor. Tabii profesyonel bir oyuncu ve set ekibinin yardımıyla… Bütün o eski şeyler gibi güzel!)

My Zoe / Kızım Zoe
(Yönetmen: Julie Delpy)
(Beklenmedik bir trajedinin ardından yalnız anne, küçük kızına kol kanat gerer. Julie Delpy’nin yazıp yönettiği ve başrolü sütlendiği dramda, Gemma Arterton ve Daniel Brühl de rol alıyorlar)

Quenn & Slim
(Yönetmen: Melina Matsoukas)
(İlk romantik buluşmaları, umulmadık bir kaosa, bir can pazarına dönüşen çiftin hikâyesi. Romantizm soslu ilginç ve sürükleyici suç dramında Daniel Kaluuya ve Jodie Turner-Smith başrolleri üstleniyorlar.)

Musul
(Yönetmen: Matthew Michael Carnahan)
(Genç ve toy bir polis, hayatını kurtaran Iraklı muhalif birliğe katılır ve harap haldeki Musul'da onlarla beraber IŞİD'e karşı savaşır.)

L'incredibile storia dell'Isola delle Rose / Rose Adası’nın İnanılmaz Hikâyesi 
(Yönetmen: Sydney Sibilia)
(İdealist bir mühendis İtalya açıklarında kendi adasını inşa eder. Ama adanın bağımsızlığını ilan ettiğinde hem dünyanın hem de İtalyan devletinin dikkatini çekecektir! Sevimli bir komedi-macera)

Cold Meridian / Ürperiş
(Yönetmen: Peter Strickland – Kısa metraj)
(Yaman sinemacı Peter Strickland’ın yeni çalışması kısa metraj bir avangart deneme. Farklı bir işitsel ve görsel deneyim. Tanık olun!)

Diziler

Bir Başkadır
(Yönetmen: Berkun Oya)
(İçerdiği günümüz memleket profili, sosyal-ekonomik-kültürel gerçekler ve kucaklayıcı bakışı için. Oyuncu kadrosu sıkı performanslar sergiliyor.)

Outlander (2014 – 2020 / 5 Sezon)
(Yönetmen: Ronald D. Moore)
(Popüler bir fantastik aşk romanı serisi uyarlaması. İki farklı zamanda iki ayrı aşk öyküsü. Romantikler için birebir.)

Plan Coeur / Aşk Planı (2018 – 2020)
(Yönetmen: Noémie Saglio)
(Paris’te aşk başkadır… Eski aşkını unutamayan Elsa için arkadaşları romantik bir plan hazırlar.)

The Kominsky Method (2018 – 2020)
(Yönetmen: Andy Tennant, Chuck Lorre)
(İki sıkı dost, ‘yaş almanın’ engebeli yollarında kahkahayı unutmazlar!)

Deadly Class (2018-2019)
(Yönetmen: Rick Remender, Miles Orion Feldsott)
(1980’ler ABD… Evsiz bir genç, ‘ölümcül sanatlarda’ uzmanlaşmış tuhaf bir özel okulda bulur kendini)

Anne with an E (2017-2019)
(Yönetmen: Moira Walley-Beckett, Paul Fox)
(Kanada’dan çıkagelen sürpriz… Cesur ve tutkulu yetim kız, yeni bir yuva bulur. Yüreğiniz ısınacak!)

 

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Aralık 2010

AMCAM ÖNCEKİ HAYATLARINI HATIRLIYOR

‘Tinsel bir dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği elimizden umudumuzu alır, ama bize bir kesinlik bağışlar.’
Franz Kafka

Bu yıl, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanarak büyük ses getiren filmin yönetmeni, Tayland’lı Apichatpong Weerasethakul. Cannes jüri başkanı Tim Burton’un, ‘uyanmak istemeyeceğiniz büyülü bir rüya’ olarak tanımladığı dram, tarzı olan gerçekten çok tuhaf ve zor bir film. Anti-militarist alt metnini, ölmek üzere olan bir adamın ruh, düş ve fiziksel dünyası üzerine kuran film, gerçekten büyülü anlara, planlara sahip. İzlediğinizin bir düş, düşün ötesinde metafizik bir gerçek olup olmadığına karar vermeniz güç. Boonmee Amca, karaciğer ve böbrek hastası. Önünde çok az günü var. Son saatlerini, taşradaki evinde akrabaları ve sevdikleriyle, hatta karısının ve oğlunun hayaletiyle geçiriyor. Öbür dünya hakkında öğrenmek istedikleri, yaşanılan dünyayı karşılıyor bazen. Bazen bambaşka boyutlar seriliyor önümüze. Geçmiş hayatlar, gelecek günler… İlkel inançlar, tin, tabular, ölüm, bellek, matem, yeniden doğuş ve bütün bunların üzerinde yer alan insan sıcaklığı, şefkat ve iyilik. Bir mağarada, küçük bir odada, eski bir yaz evinde izleniyor hayat. Yaşanılan yerse, her şeyin üzerinde katı bir gerçek olarak duruyor yalnızca. Sorgulamaktan çok duyumsamaya, hissetmeye çalışacağınız Tayland yapımı fantastik dramı bütün algılarınız açık izlemelisiniz. Cioran’ın şu satırları sanki: ‘Istırap çekeriz: dış dünya var olmaya başlar; çok ıstırap çekeriz: yitip gider. Acı onu sadece gerçek dışılığını açığa vurmak için uyandırmıştır’.

SİHİRBAZ

‘Ey Çığ, düşerken alıp götürür müsün beni?’
Baudelaire

Baudelaire’nin bu sözü tarifsiz bir hüzün yaratıyor üzerimde. Yaşadığımız sığ günlerde yüreğe çöken o yok olma isteği. Wittgenstein’ın, ‘ancak çok mutsuz bir insanın başka bir insan için üzülmeye hakkı vardır’ değinisine katılıyorum öte yandan. ‘Barbarları Beklerken’… Her yerdeler, bütün dünyayı doldurdular… Çağı duyumsayan ve gören hemen herkes çok mutsuz şimdi… ‘Belleville’de Randevu / Les Triplettes de Belleville’ filmini yaratan adam Sylvain Chomet’den yine enfes bir animasyon. Fransız sinemacı Jacques Tati’nin (1907-1982) yıllar önce yazdığı ve perdeye aktarma fırsatı bulamadığı öyküyü Chomet, bildik hüneriyle yansıtmış perdeye. Aynı zamanda Fransız komedisine damga vurmuş, bütün zamanların en önemli sinemacılarından Jacques Tati’ye ve eserlerine içten saygılarını sunan yapım, son derece naif atmosferiyle izleyeni derinden etkiliyor. Tati’nin modern hayata intibak etmekte güçlük çeken ölümsüz kahramanı Mösyö Hulot’ya, özellikle belki de başyapıtı denebilecek 1958 tarihli ‘Mon Oncle / Dayım’a direkt saygı duruşunda bulunan film, ‘büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemenin imkânsızlığından’ söz ediyor son tahlilde. 1950’lerin sonunda geçiyor öykü. 60’lar başlarken… Tati’ye göre birçok şeyin sona erdiği, zarafetin, naifliğin, insan sıcaklığının kaybolduğu günlerde. (Bir de yaşadığımız günleri görseydi büyük usta, belki de her şeyi bir yana bırakıp yok olmayı seçerdi. Bu yakışırdı Mösyö Hulot’ya) Geçmiş zamanın ünlü sihirbazı, neslinin tükenmekte olduğunu fark etmiştir. Artık sahne sanatları, illüzyon tatmin etmemektedir insanları. İçi hızla boşalan, sığlaşan, değer yargılarını üç paraya bozduran dünya, kudurmuş, azmış, şekil değiştirmiştir. Acımasızdır kuralları artık yirmi dört saatlerin. Yaşlılara yer yoktur. İskoçya’da bir balıkçı köyünün barında gösteri yaparken temizlikçi kızla karşılaşır kahramanımız Jacques Tatischeff. (Aynı zamanda Jacques Tati’nin gerçek ismidir bu) Karşılıksız sevgiye dayanan bu son derece naif baba-kız ilişkisi, dışarıdaki nobran dünyanın acıtan gerçekleri karşısında ilelebet sürmez tabii. Gündelik hayat, duyguların üstesinden gelmeye kararlıdır. ‘Sihirbaz diye bir şey yoktur’ der usta sihirbaz, ardında bıraktığı son notta… Bu aynı zamanda Tati’nin bıraktığı son nottur dünyaya. Büyük bir hüznün ince bir mizahla desteklendiği animasyon, yaşadığımız vulgar barbarlık ve kabalık çağında, damara enjekte edilen bir ilaç kadar güçlü. Tati’nin orijinal öyküsüyle film arasında, yaratım sürecindeki ruh haline uygun olarak bir takım kişisel değişiklikler yapmış Chomet. Prag’da geçen öyküyü, bir süredir yaşadığı Edinburgh’a taşımış. Orijinal senaryoda, sihirbazın hayvanı bir tavukken, filmde sihirbazların olmazsa olmazı tavşan’a dönüşmüş. İçinde yaşadığınız çağdan ve günlerden hoşnutsanız bile izlemek zorunda olduğunuz gerçek bir sinema. Yaşanan günler artık sihirli olmasa da ve Kürnberger’in ‘yaşam yaşamıyor’ yargısını içinizde hissetseniz de, perdede duran naiflik, şefkat, iyilik ve artık var olmayan değerlerin büyüsü, belki sihirbaz diye bir şey olduğuna sizi inandırabilir… Bir de dizeler gibi her şey perdede. Metin Altıok’un şu şiiri örneğin Jacques Tati: Gözlerine derinden ne zaman baksam hep uzaklaşıp giden yalnız bir adam…

PRENSESİN UYKUSU

‘Hayat güzeldir sen görürsen, her yer cıvıl cıvıl işitirsen…’

Anlamsız – Bülent Ortaçgil

Çağan Irmak, formülünü iyi bildiği tanıdık bir sinema yapıyor. Dozu da gayet iyi ayarlıyor.

Adını, Redd grubunun ikinci albümü ‘Kirli Suyunda Parıltılar’ da bulunan ‘Prensesin Uykusuyum’ şarkısından ödünç alan duygusal dram, ne yazık ki Çağan’ın iyi filmleri arasında değil fikrimce. Derdini anlatmayı başarmış, bunu da iyi niyetli biçimde yerini getirmiş olan yapım, bir ‘Babam ve Oğlum’, bir ‘Karanlıktakiler’ değil. Onların gerisinde. Çağan’ın bir önceki filminin ardından; ‘bir sonrakinde çok iyi bir iş çıkacak ortaya’ hissiyatıyla ayrılmıştım salondan. O beklediğim film değil ‘Prensesin Uykusu’. Aralarında HBO yapımı televizyon filmlerinin de olduğu, pek çok benzerini izlediğim bir yapım. ‘Muhsin Bey’e, ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ne, ‘Üç Arkadaş’a, Douglas Sirk, Capra duyarlılığına, özellikle eski Yeşilçam’a saygılarını sunan bir film. Son jeneriklerde de yer aldığı gibi, Yılmaz Atadeniz’e örneğin. Bir de Shyamalan sinemasına, Almodovar’ın ‘Hable con elle / Konuş Onunla’sına ve özellikle Tarsem Singh’in ‘The Fall / Düşüş’üne sevgi besleyen sahneler, oluşlar yansımış perdeye sıkça. ‘The Fall’un yapılmış olması, belki de bu filmi sıradan kılan. Yapım tasarımı, ruhu, atmosferi, genel olarak sineması ile yapılmış bitmiş bir işti Singh’in filmi. Çağan’ın ki, onun iyi yürekli, zeki ama okula yeni başlayan küçük kardeşi gibi. Genco Erkal’ın zincirlere sığmayıp taşan ‘virtüöz’ performansı şapka çıkaracak cinsten. Oyuncu kadrosu genel olarak vasatın üzerinde. Oyuncu yönetimi de iyi. Efektlerle sağlanmaya çalışılan ‘büyü’ ve ‘atmosfer’in etkileyiciliğinde zaten bütün mesele… Sinema büyüsü deyince orada durmak lazım bu film için. Bir de senaryoda yer alan kocaman diyaloglar. Büyük laflı felsefi oluşlar yerine filmin ‘iyi niyetli’ genel yapısına uygun sade, basit cümleler, hatta kelimeler seçilseydi sanki diyor insan. Sıfır diyalog gerektiren önemli anlarda izahlı müzik yayılıyor perdeden. Belli ki çok seviyor Redd grubunu Çağan Irmak. Onlara, ‘Prensesin Uykusuyum’ şarkısına bir film çekmek istemiş. İyi de etmiş. Ama yeteneğini, sinemaya olan tutkusu ve aşkını ispatlamış; hepsinden önemlisi iyi niyetli bir yönetmen olan Irmak’tan şahsi beklentim gerçekten ‘başka bir yerde’ duruyor. Yakında perdeye yansıyacağından kuşkum yok. Bu arada, söylemeden geçemeyeceğim. Eğer tanıyanı varsa dikkat etsin; başrolü üstlenen Çağlar Çorumlu, İKSV’den tanıdığımız dostumuz Üstüngel İnanç’ın ikiz kardeşi sanki. Film başladı; baktım bizim Üstüngel başrolde…

DURDURULAMAZ
Uğur Vardan, Sungu Çapan ve Tony Scott…

70’li yılların ünlü felaket filmleriyle, ‘Speed / Hız Tuzağı’ kırması yapım, gözümüzü kapayıp açtığımız her an büyük bir felaketin meydana geldiği günümüzde, sivrisinek vızıltısını andıran bir olayı yansıtmış perdeye. Tecrübesiz, genç bir makinist ile deneyimli bir teknisyen, kontrolden çıkmış başıboş bir yük trenini durdurmak için son umutturlar. 2001’de ABD’de yaşanmış gerçek bir olaydan uyarlanmış aksiyonun yönetmeni, türün usta isimlerinden Tony Scott. Tony’nin ne yaptığını bilen, aritmetik sineması bu filmde de göze çarpıyor. Klasik felaket sinemasının çağdaş örneği, efektlerin de katkısıyla son derece başarılı ‘anlar’ içeriyor. Oldubittiye getirilmiş dramatik altyapı ve bir şeyleri ‘eksik hissettiren’ öykü, tatmin duygusunu azaltıyor fakat. Ölümle köşe kapmaca oynayan iki adamın rahatlığı ise ‘biraz’ abartılmış. Denzel Washington ve ‘Uzay Yolu’nun genç Kaptan Kirk’ü olarak parlayan Chris Pine’ı bir araya getiren yapımda Rosario Dawson, ‘kendini paralayan hareket amiri’ rolünde filmin belki de en ‘yaşayan’ ismi. İnsanın aklına ‘Kaçış Treni / Runaway Train’i getiriyor yapım ister istemez. Andrei Konchalovsky’nin 1985’te Hollywood’da çektiği enfes film, müthiş dramatik yapısı ve meselesiyle nasıl da etkilemişti beni... John Voight ve Eric Roberts’ı aradı gözlerim lokomotifte. Bol yıldızlı felaket filmi ‘Kassandra Geçidi / The Cassandra Crossing’in de kulaklarını çınlattım tabii. Meslektaşım ve dostum Uğur Vardan’ın, değerli ağabeyimiz Sungu baba’ya (Sungu Çapan) benzettiği aktör Lew Temple, filmin belki de hakkı en çok yenmiş karakterini canlandırıyor. ‘Ned’ olmasaydı, sen o trene biraz zor yetişirdin diyesi geliyor insanın Chris Pine’a… Bu arada yine Vardan’ın bir benzetmesiyle son vermek istiyorum mevzuya. Uğur, Karel Reisz’in adını muhalif Rock grubu ‘Creedence Clearwater Revival’ın ünlü şarkısından alan 1978 tarihli filmi ‘Who’ll Stop The Rain’a bir güzelleme yaparak koydu noktayı: Bu filmin başlığı bende hazır: ‘Who’ll Stop The Train’… Son tahlilde, şöyle bağlayalım; koca tren durdu ya, gerisi sorun değil!


Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Aralık 2011

ANADOLU KARTALLARI
Aerodinamik ve yedinci sanat yasaları

Komutanı, pilot adayına soruyor: İlk ne uçurdun? Bir türlü gerçek cevabı veremiyor genç teğmen. Sonra sevgilisine soruyor telefonda. Yanıt çok kolay diyor kız: Uçurtma. Bu sahnede yönetmen Ömer Vargı’ya sormak geldi içimden: İlk ne çekmiştiniz? diye. ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’tı yanıt. Her şey çok güzel oldu mu? Nereden nereye? Ömer Vargı’nın yönettiği film, Türk Hava Kuvvetleri’nin tanıtım filmi gibi her şeyin ötesinde. Yapım notları arasında, ‘Hava Kuvvetleri’nin 100. kuruluş yıldönümü kapsamında gerçekleştirilen ‘Anadolu Kartalları’ yazısını görünce; hak verdim yargıma. Öyküden ve senaryodan söz etmenin hemen hemen imkânsız olduğu film, harcanan emeğe karşın sinema filmi değil, tanıtım filmi olmuş. Öyküyü besleyecek hemen hiçbir oluşa yer verilmemiş. Ortada bir grup ana kahraman var ama onların karşısında bir düşman, ne bileyim, herhangi bir çatışma noktası, karşıtlık yaratacak hiçbir unsur ve karakter yok. ‘Savaş pilotu olmak zorlu bir eğitim gerektirir’ ve ‘uçarken seni ardında bekleyecek sevdiklerin olması gerekir’ diyor perdedeki film. Aksi takdirde uçamıyorsun. Gerçek hava çekimlerine emek ve para harcanmış. Görüntü yönetimi de işini yapmış. Oyunculuk ise kötü noktalarından filmin. Özge Özpirinçci, kötü kadronun en iyisi olarak göze çarpıyor. Televizyon ekranında gördüğümüz beyaz cam oyuncularının beyazperde macerası, ‘olmamış’ bir iş olarak duruyor! Bu filmin benzer uluslararası örnekleri geliyor akla sonra. 1986 tarihli ‘Top Gun’, ‘Anadolu Kartalları’nın yanında ne denli yeni ve modern duruyor oysaki! 2006 tarihli ‘Flyboys / Kahraman Pilotlar’ ne denli sinema! Meseleyle ilgili Howard Hughes külliyatı varken bir de. 1930 tarihli ‘Hell’s Angels’ örneğin. 1942 tarihli Michael Curtiz filmi ‘Captains of the Clouds’, Henry Hathaway imzalı 1944’de çekilmiş ‘Wing and a Prayer’, 1949’da Henry King’in yönettiği ‘Twelve O’Clock High’ hatta hatta yakın zamana gelirsek 2005 Fransa yapımı ‘Les chevaliers du ciel / Gökyüzü Savaşçıları’ ve daha türe-alt türe ait bir sürü film izlenseymiş, ne denli faydalı olurmuş yaratıcı takım için. Hatta B sınıfı muadiller, HBO yapımı televizyon filmleri… Yapımın genelinde, gerçeklik ve inandırıcılık, oldukça suni ve zorlama. Son tahlilde; gerçek ve inandırıcılık üzerine inşa etmek istediğiniz sinema filmi, ‘sinema’ kokmalı. Aksi takdirde bir kurumun tanıtımı oluyor perdeye yansıyan veya özelliksiz bir ticari ürün.

TEHLİKELİ İLİŞKİ
Anlam ve gerçeğin çatışması

Filmlerinde sıklıkla, zihin-beden ilişkisine ve bu ikilinin gizemli mekanizmasına değinen Kanadalı usta sinemacı David Cronenberg, yeni filminde psikanalizin netameli sularında yüzerken, farklı bir dostluk, aşk ve tutku öyküsü anlatıyor. Bedensel deformasyonla sarmalanmış zihinsel korkular, problemler ve içimizde, derinde bir yerlerde bizi kemirmeyi sürdüren ‘kapkara bir içsel düşman’. Psikanaliz denince hemen akla gelen isimler. Psikoanalitik kuramın yaratıcısı Avusturyalı nörolog Sigmund Freud (1856-1939) ve analitik psikolojinin kurucusu İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung (1875-1961). Bir de bir çok kaynakta ilk kadın psikanalist olarak yer alan Rus kökenli Sabina Spielrein (1885 -1942).
Freud ve Adler ile birlikte ‘derinlik psikolojisinin’ üç büyük kurucusundan biri olan Jung, yirminci yüzyılın başlarında, Zürih yakınlarındaki ünlü bir klinikte psikiyatrist olarak çalışmakta. Geçmişinden gelen sorunlarla yaşamakta zorlanan yeni hastası Sabina’yı, büyük hayranlık beslediği Sigmung Freud’un metoduyla tedavi etmeyi deniyor. Ama Sabina ile arlarında, evliliğinde olmayan cinsel bir çekim mevcut ve farklı bir kimya. Tutku dolu bir kimya bu. Bütün tutkular gibi tehlikeli. Bu arada kliniğe hasta olarak gelen, daha doğrusu babası tarafından gönderilen Avusturyalı psikanalist Otto Gross (1877-1920) kafasını daha da çok karıştırıyor Jung’un. Sonraları anarşizmi seçecek olan ve ‘vahanın yanından geçiyorsan suyundan da içmelisin’ diyen Gross’a hak veren Jung, Sabina’ya tutkulu bir aşkla bağlanıyor. Freud ile aralarındaki baba-oğul ilişkisi ise, önce farklı teoriler, görüşler, ardından da etik problemler nedeniyle gün geçtikçe zayıflayıp, yok oluyor. Hatta iki düşman haline geliyor iki yakın dost. Cronenberg, psikolojik analizlerinde maneviyattan, mitlerden, astrolojiden yararlanan Jung ile insan bedeninin gerçekliğini yücelten Freud arasındaki gerilimli ilişki çerçevesinde, bir dönem filmi yapmış aslında. Aşk-tutku-bilim-inanç-dostluk kavramları arasında çıldırmakta olan gezegenin resmini çekmeye çalışmış. Kanlı bir dünya savaşının hemen öncesi, savaşın ayak seslerini, ırkçı-ayrımcı Avrupa kıtasını, sınıfsal farklılıkları, küçük burjuvanın ahlaki değerlerini, yenidünyaya taşınan vebanın nedeninin insan olduğu esprisiyle sarmalamış. Dokunduğu her yeri, her şeyi yok eden, aç, küstah, takıntılı ve meraklı insanın ruh altı portresi bir bakıma ‘Tehlikeli İlişki’. Birbirleriyle savaşan metotların, öğretilerin, insanların arasında yaşanan duygulara incelikle bakan dram, Keira Knightley, Michael Fassbender, Viggo Mortensen ve Vincent Cassel’li, yani görkemli bir kadroyla vücut bulmuş. John Kerr’in ‘A Most Dangerous Method’ adlı kitabından ve 1988 tarihli ‘Tehlikeli İlişkiler / Dangerous Liaisons’ la Oscar kazanmış usta senarist Christopher Hampton’un ‘The Talking Cure’ adlı sahne oyunundan bizzat Hampton tarafından uyarlanan, bir dolu usta ismin bir araya geldiği filmi ıskalamayın. Psikanaliz tartışmalarıyla yüklü başka bir düzlemde yaşanan bu üçlü ilişki, geçtiği dönem ve uyandırdığı duygu itibariyle, 1962 tarihli Truffaut klasiği ‘Jules et Jim / Unutulmayan Sevgili’yi çağrıştırdı bana öte yandan.

OYUNUN SONU
İnsanı hiçe sayan düzenin çırılçıplak resmi

Kapitalist çılgınlığın sınırı aşan küstahlığını anımsatmak için belli aralıklarla gezegeni ziyaret eden küresel ekonomik krizlerin 2008’e rastlayanı öncesi geçiyor kapkara dram. İlk uzun metrajını yazıp-yöneten J.C. Chandor, 70-80’li yılların güzel, gerçek ve eleştirel Amerikan filmlerinin bir benzerini, Alan J. Pakula, Sydney Pollack, Jerry Schatzberg atmosferlerini anımsatan özel bir yapıma imza atmayı başarmış. Kirli, çürük ve ahlaksız kapitalizmin röntgenini çekmiş adeta. Diğer bir deyişle, çıldırmış, zalim ve vahşi liberalizme dair bir korku filmi sanki izlediğimiz. Yatırım kuruluşunun patronlarından biri, insanların mahvına sebep olan felaketin yaşandığı sabahın köründe, şirketin en üst katındaki lokantada, iştahla yemeğini yerken, ‘Kan Dökülecek / There Will Be Blood’ın ana karakterini ne kadar çok andırıyor. Canavar, aynı canavar işte. Yatırım kuruluşunun batma riskini kanıtlayan bilginin ortaya çıkışından sonra 24 saat içinde yaşananlar. İşten çıkarmalar, parçalanan hayatlar, anlamı ve değeri sıfırlanan insan. Küresel ekonomik krizlere yol açan ve küçük insanı yok eden ahlaksızlığın anatomisi izlediğimiz. ‘Bulunduğum yere zekâmla gelmedim’ diyen insanlıktan çıkmış patronun, yılda milyonlarca dolar kazanan, gözleri dönmüş üst düzey çalışanlarını ve sabahın köründe hiç bir şeyden haberi olmayan temizlik emekçisini aynı asansörde buluşturan kapkara bir eleştiri ‘Oyunun Sonu’. Ekonomik ve sosyal düzenin karanlık, sert, tavizsiz, dosdoğru ve acımasız fotoğrafı. Yapımcılar arasında bulunan genç aktör Zachary Quinto’nun eşlik ettiği, başta iki dev aktör Kevin Spacey ve Jeremy Irons’un karşılıklı döktürdükleri müthiş oyuncu kadrosu. Kimler yok ki; Paul Bettany, Stanley Tucci, Demi Moore, Mary McDonnell ve Simon Baker… Kişiliğini milyon dolarlara karşılık sıfırlamış bir sürü genç insan. İçinde yaşadıkları canavarın onlara derin mezarlar kazdıran ürkütücü can çekişmesi. Hayatlarındaki bütün anlamları teker teker kaybeden yaratıklar. ‘Scarecrow / Korkuluk’, ‘Glengarry Glen Ross / Amerikalılar’ ve ‘L’emploi du Temps / İş Yok Zaman Çok’ un ardından sisteme uçan tekmeyle saldıran yürekli bir iş daha!

ÖLÜMSÜZLER
Mitoloji ve şiddetin zarafeti

Barış zamanları çocuklar babalarını gömerler. Savaş zamanları ise babalar çocuklarını. Tanrılar için de değişmez bu! ‘300’ ün yapımcılarından yine görkemli bir efekt şöleni. Destansı bir savaş ve kahramanlık öyküsü anlatılıyor bir kez daha. Bu kez tanrılar ve insanlar yan yana dövüşüyorlar. Tarsem Singh, sanki mitolojiyi resimlemiş. Grafik bir şiddet eşlik ediyor perdedeki zarafet törenine. ‘Hücre / The Cell’ ve ‘Düşüş / Tha Fall’ adlı filmlerden tanıdığımız, biçime oldukça önem veren Hint asıllı titiz yönetmen Singh, insanlar ve tanrılar arasındaki ilişkiden yola çıkarak, esatire ve geleneksek masallara değinmiş. Mitolojide, ikinci kuşak tanrılarını yenen, yer altındaki devlerden gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımı aldıktan sonra Olympos tanrılarının egemenliğini kuran Zeus, çocuklarıyla birlikte Titan’larla da savaşır. İnsan soyunun devamı için Zeus da kurban verir çocuklarını. Üç boyutlu fantastik aksiyon, içindeki incelikli drama, bütün bu mitolojik detayları da eklemiş. Acımasız kral Hyperion, insanlığı yok edip, yeryüzünün tek hâkimi olmak istemektedir. Olympos’un tanrılarını yok etmektir asıl amacı. Çünkü o tanrılardır insanlara kol kanat geren. Ölümlü, sıradan bir köylü olan Theseus, Olympos sakinlerinin de yardımıyla Hyperion ve ordusuna karşı destansı bir mücadele verecektir. Yeni Süpermen olarak izleyeceğimiz sadece kaslı değil, epey yetenekli aktör Henry Cavill’i başrole taşıyan son derece sürükleyici ve gösterişli yapımda, kötü kral Hyperion’u, Mickey Rourke başarıyla canlandırıyor. Mükemmel bir estetikle detaylanmış yapım tasarımı, iyi yazılmış, yönetilmiş ve kurgulanmış öyküye, artı değer katıyor.

MURAT ERŞAHİN

 

 



Diğer Yazılar