Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

16 EKİM 2020

15 Ekim 2020 Perşembe 19:35
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız. Üç ay önce yeniden başlayan vizyon, 16 Ekim haftasında biri yerli dört yeni, altısı David Lynch klasikleri olmak üzere on filme ev sahipliği yapıyor. Haftanın tek yerli filmi olan ‘Bina’ ile bir yeniden çevirim olan gerilim öyküsü ‘Alone / Tek Başına’, notlarımızda yer alıyor. Norveçli yönetmen Lars Klevberg’in ilk uzun metrajı olan ABD-Norveç-Kanada ortak yapımı gizemli korku öyküsü ‘Polaroid’ ile Çin asıllı Kanadalı sinemacı Aisling Chin-Yee’nin ilk uzun metraj kurmacasını yönettiği Kanada’dan çıkagelen dram ‘The Rest of Us / Geriye Kalanlar’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri.  
Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos ve nihayet Eylül aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, eskiyi; 2012 yılının Ekim ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Ekim’inde sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!

TEK BAŞINA

Kaçışlar üzerine…

Usta yönetmen Peter Hyams’ın sinemacı oğlu John Hyams imzası taşıyan gerilim, soğukkanlı bir seri katil tarafından kaçırılıp, bir dağ kulübesine hapsedilen, kocasını yeni kaybetmiş dertli bir kadının hayatta kalma mücadelesini öykülüyor. İntihar eden eşinin beklenmeyen kaybı ile yıkıma uğrayan Jessica, yaşadığı büyük acı ile mücadele etmek için alışkanlıklarından ve yaşadığı yerden uzaklaşma kararı alıp yollara düşer. Karayolunda, yabancı bir arabanın ufak tacizlerıyle başlayan gerilim, Jessica’nın kendisini kaçıran seri katilin elinden kurtulmak için vereceği ölümcül bir mücadeleyle sürecektir.
2011 İsveç yapımı ‘Försvunnen’in yeniden çevrimi olan ve başrollerini Jules Willcox ile Marc Menhaca’nın üstendikleri sürükleyici gerilimi, özellikle kurguda usta adımlar atan John Hyams yönetiyor. Hyams, başarılı ve kapkara TV dizisi 2019 tarihli ‘Black Summer’la ses getirmişti. Orijinal filmin yönetmeni ve senaristi İsveçli Mattias Olsson’un senaryosunu yazdığı gerilimi yüksek hikâye, farklı kaçışlarımız, korkularımız ve kurtuluş metotları üzerine incelikli satırbaşları da açıyor. Çekimleri Portland, Oregon’un ıssız ve çetin doğasında gerçekleşen, kurgusu, titiz tasarımı ve iki iyi oyuncusuyla kendini izlettiren yapım, av ve avcı temalı birçok tür benzerinden; yarattığı atmosfer, titiz işçiliği ve içeriğindeki ‘öz’le bir parça ayrılıyor aslen! (2,5 / 5) 

BİNA

Yerel ‘big brother’!

Dünya galasını Toronto Film Festivali’nin ‘keşif’ bölümünde, ülkemiz galasını ise, 56. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin ‘ulusal yarışma’ bölümünde gerçekleştiren distopik korku-gerilim, 39. İstanbul Film Festivali ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinde de yer almış; ‘Seyfi Teoman En İyi İlk Film’ ödülünün yanı sıra, ‘Jüri Özel Ödülü’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ (Engin Özkaya) ile ‘En İyi Özgün Müzik’ (Can Demirci) ödüllerinin sahibi olmayı başarmıştı.
Orçun Behram’ın yazıp yönettiği zamansız öykü, tamamen distopik bir atmosferde geçiyor. Kapkara ilk filminde Behram, kendine radyo ve TV’nin ağırlıklı iletişim aracı olduğu seksenli yılları seçmiş! Otorite, baskıcı yönetimini sürdürmektedir. Tek koldan yayın yapan yayın ağı, hemen her yeri ele geçirmiştir. Mehmet’in güvenlik görevlisi olarak çalıştığı apartmana, belediye tarafından yeni bir anten yerleştirilecektir. Anteni takmaya gelen görevli çatıdan düşüp ölünce, Mehmet’in gerçeklik algısı yara alır. Anten ve antenden gelen yayın, canavarca bir tehdide dönüştüğünde Mehmet, etrafındaki hemen her şeyin başka bir gerçekliğin eseri olduğunu fark edecektir.
Otoritenin toplumun hemen her alanına enjekte ettiği mesajların ortasında kalan küçük insanın çıkmazı ve günümüz insanının hücresine nüfuz eden çaresizlik ve çıkışsızlık hissi! Tek mekânda geçen yapım, işin aslı eski ve çok anlatılmış meselelerin ötesine geçmeyi başarsaymış çok çok iyi olabilirmiş. Yine de dertli hali ve uğraşılmış yapım tasarımı, ilk film için bir hayli önemli kılıyor ‘Bina’yı. Keza ses miksajı da öyle! George Orwell’in klasiği ‘1984’ün ‘büyük birader’i, ülkede seksenli yıllarda iyiden iyiye güçlenen gözlem ve baskı sürecinin öznesine dönüştürülmüş. Apartmanın en üst katında oturan ve iktidarın bekasını kollayan yöneticiden, aynı Mehmet gibi haber bültenlerinden kaçınan Yasemin karakterine dek yan karakterle de besliyor öyküyü. Başrol oyuncusu İhsan Önal’ın yanı sıra, Gül Arıcı ve geçtiğimiz Mart ayında yitirdiğimiz usta aktör Levent Ünsal başarılı performanslar sergiliyorlar. Yönetmenin hayranı olduğunu belirttiği 80’li, 90’lı yıllar tür sinemasının ustalarının referanslarından, Carpenter, Lynch, Cronenberg sekanslarından geçilmeyen hikâye, yerel bir örnek olarak kayda değer pek tabii. Sağlam atmosfere sahip distopik, politik alegori, izlenmeli. (2,5 / 5)   

SİNEMADAN ÇIKMIŞ İNSAN / SİNEMA DERGİSİ / EKİM 2012


ŞİİR VE SİNEMA
Şiirsiz kaldı hayat ya sinema?

İç içe olduklarını bilmenin verdiği rahatlık… Peliküle yazılmış mısralar. Metin Erksan yazım üzerine Hüseyin Alemdar’ın içten, nazik ve dostça mesajını aldığımda duyduğum mutluluk. Şairin günün birinde kitap haline getirmeyi düşündüğü ‘sıkıŞIK 7’ başlığı altındaki enfes satırları, dizeleri… İnsanın şu dönen yuvarlakta yalnız olmadığının ispatı şiir. Bu denli net. Yaşatıcı, güç ve umut verici. Sahici… Oturup, vizyon filmlerini yazmak var oysa. Kalabalık bir gösterim takvimi. Salt gişeyi düşünen yerli yabancı filmler arada. Başka şeyler yazmalı diyen bir ses yürekten yükselen. Sinemayı ‘sanat’ yapan insanların varlığı. Dreyer, Ozu, Godard, Tarkovsky, Bresson, Antonioni, Bunuel, Bergman… Gencecik yaratıcılara dek uzayıp giden bir liste. Kadrajın şiirle dolacağını bilen bir sürü ‘duyarlı’ sanatçı. Başucu kitaplarım vardır. Canetti’nin ‘Körleşme’si, Rilke’nin ‘Malte Laurids Brigge’nin Notları’, Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ı gibi. Birçok ‘önemli’ isim ve onların kitapları. İzzet Yasar’ın sinemaya başka türlü baktığı ‘Balta/zar’ adlı kitabı da bunların içinde. ‘Bana bir filme bakmakla bir şiire bakmak arasında fark olmadığını öğreten Mustafa Irgat’ın anısına’ yazılı daha en başta… Mina teyzenin (Urgan) oğluydu Mustafa Irgat. Çok iyi bir şairdi ve her çok iyi şair gibi genç yaşta ayrıldı aramızdan. Belki de bu kitapla tanışmam bu sihirli cümle yüzündendir diye düşündüm hep. Bu kitabı sevmem de öyle… On iki yazı vardır kitapta. Hepsinden sinema sevgisi fışkırır. Şiiri sinemadan soyutlamak imkânsız sanırım. Yedinci sanat denen şey, bir şiirin perdeye yazılması zaten. Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever, İlhan Berk. Hepsi gerçek birer sinema sevdalısı. Şiire olan sevgi ve inanç tükendiği gün artık iyi filmler çekilemez fikrindeyim. Umudun yok olduğu gündür şiirsiz kalan gün. Şiirin öldürülmek istendiği ayrı bir gerçek. Bitmek tükenmek bilmeyen ‘anlam arayış’ içinde insanın en onurlu uğraşlarından biri şiir. Ruhun sesi. Umudun, emeğin, sevginin, yaratımın, annenin, kuşun, böceğin, bir çocuğun bahçeden koşarak sokağa çıkmasının, ‘Bisiklet Hırsızları’nın, ‘Gece’nin, Fellini’nin, gökyüzünden yağan kurbağaların, su içmenin, Derek Jarman’ın, öksüz erguvan ağacının, Pasolini’nin, Alvy Singer’ın, yatağın ucunda oturup çorabını giyerken ıslık çalmanın, sevdiğine sarılıp öpmenin, beş dakika aranın sesidir… Süreya’nın dizesindeki ‘Hayat kısa, kuşlar uçuyor’dur sinema. Resimli konuşmalar tarihidir! Mengü Ertel’in afişleridir. Atılgan’ın ‘sinemadan çıkmış insan’ıdır. Şimdi yerinde olmayan bir dolu sinema salonudur. Kızıltoprak Kent’tir, Harbiye Konak’tır. Suare çıkışları Süreyya sinemasının önünde mısır satan ‘doktor’dur. Aşktır. İlk öpülen sevgilidir. Nasıl yok olur aşk? Şiir nasıl yansımaz perdeye… Soğuyup yok olana dek gezegendeki son ‘insan’ şiirle sinemanın bir olduğunu mırıldanmalı sürekli. Son ‘gong’ sesinden sonra başlar her şey. Elbet zorlu dışarısı. Elbet zulüm var, gözyaşı, yoksulluk, kan, nefret, sıradanlık alabildiğine, nobranlık, dehşet, diz boyu yalnızlık… Bütün bunları bile bile gülümsemeli gişedeki kadına. Sokakta eller cepte başın dik dolaşmalı. Bütün çocukların kafası okşanmalı, film afişlerini sevmeli, sinema çıkışları muhallebiciyi dolduran insanları, evde filmin sonunu heyecanla anlatan küçük kızı, yer göstericiyi, makinisti, kadife perdeleri, kırmızı koltukları, el fenerlerini… Sadece bir ‘iş’, kesik bir bilet olmadığını bilmek sinemanın. Önce seyirciler için değil, iyi filmler, şiir filmler yapmak için uğraşmalı sinemacı. Sonra o yaptıklarını ‘izleyicisiyle’ paylaşmalı ve ‘seyirciyi’ izleyici kılmalı! Hoşça vakit geçirmek için değil salt; geçirdiğin vakitleri anlamlı kılmak için bir gereklilik bu. Şiirsiz kalmış her şey gibi soluksuz ve büyüsüz kalırız aksi takdirde. İlhan Berk’in dediği gibidir sinema çıkışı sanki: ‘Dışarda bir dilim ekmek gibiydi gökyüzü’.


İLK VE SON AŞKIM
‘Sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?’ 
Yarın Gece – Haydar Ergülen

Senarist, oyuncu ve müzisyen Lorene Scafaria’nın ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi distopik bir romantik komedi. Dünyanın sonu üzerine tanıdık bir yol filmi olan yapım, içerdiği romantik ve insancıl dozla ‘duyarlı’ bir iş olmuş. Matilda adı verilen bir göktaşı, son hızla dünyaya yaklaşırken, bildiğimiz medeniyet için geriye sadece üç hafta süre kalmıştır. Sigortacı kahramanımız Dodge, kendisini terk edip giden eşinin ardından, geride kalan son günleri ‘kendine’ göre yaşamak ister ve aklından çıkarmadığı lise aşkını son kez görmek için yollara düşer. Yol arkadaşı, ilginç komşusu Peggy olacaktır. Son dönemde karşımıza çok çıkan muadillerini, sözgelimi; benzer düzlemde yol alan ‘Zombieland’i andıran ama bu kez romantik komedi sosuyla karıştırılmış yapımın başrollerini Steve Carell ile Keira Knightley paylaşıyorlar. İkilinin kimyası pek uyumlu değil ama öyle olması da gerekiyor bir yandan. Ne de olsa insanlar konuşa konuşa. Carell, hüzünlü ve geride ‘eksiklikler’ bırakmış yüz ifadesiyle ‘cuk’ oturmuş filme. Kadronun sürprizi ise, usta aktör Martin Sheen. Uzun süredir ortada olmayan ‘baba’ rolünde ‘donuk’ ama ‘yeterli’ bir performans sergiliyor. Bir de 1998 tarihli Don McCellar imzalı Kanada yapımı ‘Last Night’ı anımsatıyor film fena halde. Birbirlerinden tamamen farklı bireylerin, altı saat sonra gelecek olan dünyanın son anıyla nasıl yüzleşeceklerini planlamaları etrafında geziniyordu o öykü de. Sandra Oh ve bizzat Don McCellar’a Sarah Polley ve baba sinemacı David Cronenberg eşlik ediyorlardı. Yalnızlıktı demlenen… Ben kendimi düşündüm film esnasında; ne yaparım o son anlarda diyerekten; aklıma hemen en sevdiklerime sarılıp, onları öpüp koklamak geldi. Ama önemli soru şuydu; bakalım onlar benimle olmayı isteyecekler miydi o son saatlerde? Ben de hemen B Planına geçtim. Sevdiğim insanların ve anların fotoğrafları yanımda, plakta ‘Famous Blue Raincoat’ Leonard Cohen’den ya da Bach’ın ‘Goldberg Variations’ı Glenn Gould yorumuyla; çok sevdiğim Yoğurtçupark’ın dere kenarında, ne bileyim, Sedef Adası’nın Büyük Ada’nın at ahırlarına bakan kayalıklarında veya Kuzey Ege’nin canım Kaz Dağları’nın kıyılarında ufka dalıp, Zerrin Atakan’ın sesinden ‘Gurbete Kaçacağım’ı mırıldanmak isterdim sanırım. Yahut ta Çağdaş Türkü’nün ‘Yarın Gece’sini. Bir de ‘Sensiz Saadet Neymiş’i Yaşar Güvenir’den… - Ne çok şey istermişim bir anda fenalık geldi – Neyse, benden çıkıp filme dönersek; geriye kalanlar: ömür törpüleyen zaman kavramı, ruhu kemiren pişmanlıklar, bir hayat boyu zırvaladıklarımız, koskoca ‘keşke’ler, tedirgin yalanlar, vakit harcamalar, tehir etmeler, yalnızlıklar, fark edişler, terk edişler, aşkın halleri, gerçek aşk, 33’lükler, saklanan anılar, önceliklerimiz, özürler, ayrılıklar ve kavuşmalar… Trier’in ‘Melancholia / Melankoli’sinin mevzu ve meselesine popüler, yüzeyden ve oldukça basit bakan, buna karşılık asla ‘sığ’ olmayan film, başarılı bir bağımsız son tahlilde.   


ARAF
Her yer ‘araf’

Memleketin şartları ortada diyor Ustaoğlu. Yoksulluk kader olamaz ama işte ortada her şey. Yoksunluk, sıkışmışlık, kapkara bir çıkışsızlık. Emeğin şehri Karabük’teyiz. Kara bir şehir. Dumanlı şehrin puslu gençleri ise mutsuz. Düşleri, umutları, arayışları, hep televizyonun verdiklerine göre şekilleniyor. Acun abilerinin onlara gösterdiği ‘yırtma’ biçimi, ‘kutumu açalım’… Küçük yaştan beri çalışıyor gençler. Hepsi bir şekilde ‘yırtma’ derdindeler. Ter, kan, gözyaşı ve aynılık kokan, erimiş haldeki demir çeliğin cehennemi andıran boşluktaki atıklarıyla bir başına bırakılan bu yerden kaçıp gitmek amaçları. Umutsuzca pes edişin gözlerinin önündeki ebeveyn örneklerinden sıkılmışlar. Kimi evlenip kaçmak, kimi sadece kaçmak, kimi kısa yoldan köşe dönme derdinde. Anlık şöhret olmak mesela. Olmuyor tabii. Hayat, düşlerdeki gibi değil. Onların bildiği gibi; ısırıyor… Aşksa, hayal kırıklıkları ve hata demek. Yeşim Ustaoğlu’nun en iyi filmi olmuş kanımca ‘Araf’. Ama Ustaoğlu’nun ‘en iyi filmi’. Evrensel pencereden bakmak gerek. O denli iyi film çıkıyor ki karşımıza dünya sinemasında; ‘Araf’la hemen aynı meselelere parmak basan, o derece ‘ağır’ durumları belgeleyen… Filmin teknik düzeyine söyleyecek hiçbir şey yok. Görüntü yönetimi, ışık, ses; hepsi gayet iyi. Öyküde bir ‘ikna edememe’ durumu var gibi. Karakterlerin öykülerinde ve oluşlarda bazı eksiklikler, boşluklar var; izlerken akla takılıp kalan. Çok iyi çekilmiş ‘düşük’ sahnesinde örneğin, anne neden uzunca süre kapıda bekliyor. Kızı, ‘sen girme anne’ dediği için mi? Bir tanecik kızı ‘nedensizce’ iki büklüm kıvranırken, bir anne nasıl içerde ‘ne olduğunu’ merak etmez? İki erkek arkadaşın, Olgun ile ‘kankası’ Emenike’nin diyalogları çok sahiciyken, diğerleri arasında neden hep soru işaretli ‘es’ler yaşanmakta? Dardenne kardeşlerin işleri geliyor akla ister istemez. ‘Lorna’nın Sessizliği’, ‘Bisikletli Çocuk’. Bu yapımlarla kıyas etmek istiyor çünkü göz Yeşim Ustaoğlu’nu. İki genç oyuncuyu ise kutlamak gerek. ‘Zehra’da Neslihan Atagül ve ‘Olgun’da Barış Hacıhan çok iyiler. Nihal Yalçın için yazılan monolog ise, ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ iddiası taşıyor. Özcan Deniz’in diyalogsuz kullanımı ise o rolde bir farklılık yaratmıyor. 

(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ekim 2012)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar