Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

15 ARALIK 2023

15 Aralık 2023 Cuma 23:50
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

15 Aralık…
On beş gün sonra yeni yıl! Eski yılı usulca uğurlayıp, yeni yılı karşılayacağız. Yepyeni umutlarla! Her geçen yıl aynı şeyler dilenir. Tek gerçekliktir sağlık! Mutluluk ve umut bir de!
Oradan, buradan, o gazeteden, şu kanaldan soruyorlar, ‘size göre en iyi Noel ve yılbaşı filmleri nelerdir’ diye… Sıkılmadı insanlar yıllardır aynı şeyleri sormaktan, yanıtlamaktan ve en önemlisi okumaktan! Tuhaf…
Sinema ile ilgili herkes ve hemen her kurum, yıl sonu listelerini hazırlayıp yayınlıyor… sinemamuzik.com yazarları olarak biz de koca bir sezon boyu izlediğimiz filmlerin üzerinden geçip, yıl sonu listelerimizi buluşturacağız sizinle…
Bu hafta doğan ve hayata veda eden sinemacılara bakalım… 18 Aralık, usta yönetmen Steven Spielberg’in doğum günü. Brad Pitt ve Ray Liotta da aynı gün dünyaya gelmişler. 19 Aralık Jake Gyllenhaal’ün dünyaya geldiği gün. Samuel L. Jackson ve Kiefer Sutherland ise 21 Aralık doğumlular… Blake Edwards, Charles Laughton ve Joan Fontaine 15 Aralık günü aramızdan ayrılmışlar. Dev auteur Robert Bresson ve Zsa-Zsa Gabor ise 18 Aralık’ta vefat eden isimler. Marcello Mastroianni, 19 Aralık günü veda etmiş hayata. 
Edebiyatçıları unutmayalım… Jane Austen 16 Aralık doğumlu. Emily Bronte 19 Aralık günü aramızdan ayrılmış. 20 Aralık Aziz Nesin’in doğum günü! 21 Aralık ise Namık Kemal’in. F. Scott Fitzgerald ise aynı gün hayatını yitirmiş. 

Ahmet Telli’nin ‘Sıcak Bir Kış’ şiiriyle koyalım giriş yazımıza son noktayı…

Saçlarını gittikçe kısalttığın günlerde
Sen söylemiştin bu sözleri unutmadım
-Her aşk bir ayrılık gizler, ayrılıklarsa
Bir merhabanın sıcaklığını taşır kendisinde

Kalıcı olan hiçbir şey yok diyordun
‘An’lar var yalnız ömrü karşılayan
Şimdi sımsıcak bir kar yağıyor yine
Yüreğimin üstüne yağıyor hiç durmadan

Ellerin nasıl da üşüyor, bozacının
Karlı sesi doluyorken odamıza
Hava gittikçe kirleniyor bu kentte
Ve aralıksız kar yağıyor kar yağıyor

Kar ayrılık hüznüdür ve ne çok
Ayrılıklar yaşandı şu son birkaç yılda
Yurdundan ayrılanları düşünüyorum ve birisi
Özledim diyor, ülkemin kar kokusunu da özledim

Hiçbir ‘an’ını tanımlamaya kalkmadan
Kısacık ömürler biçiyoruz kendimize
Sonra yolculuklara çıkıyoruz, bir kentten
Ötekine giderken özlüyoruz bir başkasını

Özlediğimiz birileri olmalı diyordun
Yanındayken bile özlediğimiz birileri
Öyleyse kalkıp Ati’ye gitmelisin, İstanbul’a
Belki hala saklıyordur bir gülü kimbilir

Yaşandı mı o sıcak kış, yaşlandık mı
Aynalara bakmaya vakit bulamadık
Dönüp dönüp birbirimize bakmalardan
Yaşandı mı o sımsıcak kış, ne dersin


 

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

L’Atalante
(Yönetmen: Jean Vigo / 1934)

La Grande Illusion / Harp Esirleri
(Yönetmen: Jean Renoir / 1937)

Les Enfants du Paradis / Cennetin Çocukları
(Yönetmen: Marcel Carné / 1945)

Mademe de…
(Yönetmen: Max Ophüls / 1953)

Viaggio in Italia / İtalya’ya Yolculuk
(Yönetmen: Roberto Rossellini / 1957)

 

 

Vizyonda bu hafta (15 Aralık 2023)

Üçü yerli yapım olmak üzere toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor 15 Aralık vizyonu! Zeki Demirkubuz’un yeni filmi ‘Hayat’ notlarımız arasında! 


HAYAT
-Herkes için ağlamak!-

Her şeyden önce son derece vicdanlı, dürüst, elem yüklü ve ‘içli’ bir film ‘Hayat’! Usta yönetmen Zeki Demirkubuz’un ülkemiz galasını ‘filmekimi’nde yapan yeni filmi, insanın yaşadığı ve dünyayı dolduran sahici acılar üzerine öncelikle! Sinop’un Boyabat ilçesinde açılıyor film. Ekmekçi ve emekçi dedenin büyüttüğü ve ekmek fırınında birlikte çalıştığı torunu Rıza, Hicran’la nişanlanmıştır. Babasının zoruyla nişanlanan Hicran evden kaçar. Hicran’ın zaten onu istemediğini düşünen Rıza, bu durumu önceleri pek umursamasa da durum giderek zoruna gitmeye başlar ve Hicran’la yüzleşmeye karar verir. Sadece bir iki kere gördüğü nişanlısının peşinden İstanbul’a gidip uzun sürecek, meşakkatli bir arayışa başlar. Bu noktadan itibaren öykü, ikilinin etrafındaki farklı karakterlere dokunarak sürer. 
Demirkubuz’un yazdığı, yönettiği ve kurgusunu bizzat üstlendiği ‘Hayat’, auteur ismin 2016 tarihli ‘Kor’un ardından yönettiği ilk film. ‘Masumiyet ‘ve ‘Kader’ çizgisinde düz koşu yapan  ‘Hayat’, kendine ait bir soluk ve bir kimlik içeriyor ayrıca! Oyuncu kadrosunda yer alan genç oyuncular Miray Daner ve Burak Dakak gayet iyiler. İki genç ismin yanı sıra, Cem Davran, Umut Kurt, Melis Birkan, Osman Alkaş, Doğu Demirkol, Ozan Dağara ve Kayhan Açıkgöz, oyuncu kadrosunun diğer isimleri. Burada Cem Davran ve Osman Alkaş’ın performanslarına özellikle değinmek gerek. Her ikisi de ‘sahicilikte’ yükseltiyorlar perdedeki ‘meseleleri’! 
Zeki Demirkubuz ‘Hayat’ hakkında, ‘Otuz dört yıl sonra (bir) anıdan, sonrasında yaşadığım, tanık olduğum, dinlediğim benzer hikâyeler ve gözlemlerden yola çıkarak yazdığım bir grup insan arasında geçen bir gençlik ve aile draması gibi görünse de, temelde insanın yazgısı ve bu yazgı karşısındaki çaresizliği ile ilgilenen, ne yapılırsa yapılsın bir türlü geçmeyen ve geçmeyecek olan ‘imkânsızlık duygusuna’ dair eski bir hikâyedir’ demiş. Evet, elem yüklü öykü; işçi, emekçi sınıfın, bozuk düzen kaldırımı insanlarının, kader yolcularının, imkânsızlıkla örülmüş dünyalarda çaresizlerin, çekip gidenlerin ve geride kalanların hikâyesi! Ahlak, karakter, yetersizlik, vicdan, sevgi, özveri, acı, pişmanlık, isyan, korku, endişe, hüzün, kıskançlık, öfke, sahici insan halleri, gerçek sokaklar ve hakiki evlerle buluşmuş. Ocaklara düşen acılar, onlarla baş etmenin zorluğu, kaderin sillesi, olanaksızlıklar içinde bir yer edinme, bir anda geride bırakıp gitme sonra… Öksüzlük, yalnızlık, söyleyememek, haykıramamak, sarılamamak, affedememek ve ağlayamamak… Sadece kendi yazgın için değil, dolaylı olarak öykün ve hayatın içinde yer alan yaralı, acılı herkes için ağlamak son tahlilde! 
Uzun ve bol diyaloglar bir olsun sıkmıyor, sarkmıyor ve yama gibi kalmıyor. Ardı arkası, dayanağı ve geçmişi var çünkü anlatılanın… Acısı var! Bütün karakterlere öylesine değil, yüreklerine dek dokunuyor Demirkubuz. Artistik olmayan, kıvırmayan, gibi yapmayan, oynamayan, numarasız, sahici gerçekliğiyle buz gibi söylüyor söyleyeceğini. Antolojik bazı diyaloglar mevcut filmde. ‘İnanmak istediğine inananların ülkesi burası’ diyor Demirkubuz bir noktada ve ekliyor; ‘maç maç düşünüyoruz’!
Yılın en iyi yerli filmi! Yüreğin ve zihnin küçük, dağınık ama sıcak odasında yatıya kalıyor anlatı. Öyle afili, şık değil, temiz, pamuk yorganlı bir yer yatağında… Kaçırmayınız! (4,5 / 5)

Haftanın diğer yenilerine yapım notlarına yer vererek bakalım…
1940'’ı yıllarda yazdığı özellikle çocuklara yönelik kitaplarla en çok satan yazarlar arasına giren, Norveçli bir ailenin çocuğu olarak Llandaff, Cardiff, Galler’de dünyaya gelen ünlü roman ve kısa öykü yazarı Roald Dahl (1916-1990) imzalı, tüm zamanların en çok satan, en popüler çocuk kitaplarından biri olan ‘Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nın ikonik karakterini merkezine alan ‘Wonka’, mucit ve çikolata üreticisi Willy Wonka’nın gençliğine odaklanıyor. Paul King’in yönettiği komedi macerada Willy Wonka’nın gençliğini Timothée Chalamet canlandırıyor! Olivia Colman, Sally Hawkins, Rowan Atkinson, Matt Lucas ve Keegan-Michael Key, oyuncu kadrosunun öne çıkan diğer isimleri.
Aksiyonu yüksek yapım 1993 yılında Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde geçiyor. ‘Nefes - Yer Eksi İki’, farklı dönemlerde yaşanmış birçok gerçek hikâyeyi bir araya getiriyor ve üç farklı karakterin kesişen öykülerini anlatıyor. Senaryosunu Hakan Evrensel’in kale alıp, Ozan Uzunoğlu’nun yönettiği yapımda başlıca rolleri Murat Yıldırım, İlker Aksum, Şahin Kendirci ve Arda Anarat üstleniyorlar. Eren Hacısalihoğlu, Begüm Akkaya, Cezmi Baskın, Burak Sergen ve Erdal Cindoruk, oyuncu kadrosunda öne çıkan diğer isimler.
Yaşadıkları yeri basan selden eski bir piyanoya sığınarak kurtulan kedi Vincent ve fare Maurice’in bir müzeye kadar varan serüveni! Vincent adlı uysal bir kedinin yaşadığı adadaki şatoyu sel basar. Vincent, adada yaşayan küçük bir kemirgen olan akıllı fare Maurice tarafından kurtarılır. Fare Maurice ve kedi Vincent’in içine saklandıkları antik piyano, selin etkisiyle denize açılır. Denizde akıntıyla ilerleyen antika piyano bir grup denizci tarafından bulunarak müzeye teslim edilir. Piyano içine saklanmış olan Vincent ve Maurice kendilerini dünyanın en ünlü tablolarının bulunduğu kocaman bir müzede bulurlar. Vincent burada kendilerine müzenin koruyucuları diyen bir grup kediyle karşılaşır. Bu kediler müzedeki tabloların kemirgenler tarafından yenmesini engellemeye çalışıp korumaktadırlar. İşin kötü yanı fare Maurice eski tabloları kemirmeye bayılmaktadır. Vincent müzenin koruyucu kedilerinin dostluğunu ve güvenini kazanıp arkadaşlık kurabilmeyi düşlerken diğer taraftan da hayatını kurtaran fare Maurice’i de kedi grubundan gizlemeye çalışır. Rusya yapımı animasyon ‘Koty Ermitazha / Kediler Müzede’, Vasiliy Rovenskiy imzası taşıyor.
İran-Lübnan-Malezya ortak yapımı animasyon ‘The Elephant King / Kral Fil’in yönetmeni Hadi Mohammadian. Eritre adalarından birinde filler, kralın oğlu Şadfil’in doğumunu kutlarken, vahşi avcıların başı olan ‘Asfal’, hayvanları Yemen kralına satmaya çalışır. Shadfil’in dış görüntüsü kabilesini hayal kırıklığına uğratır ve birçok soruna neden olur ama adaya yapılan saldırılardaki gücü onu herkesin kalbine daha da yakınlaştıracaktır. Pervasız Fare ile olan yol arkadaşlığı onu güçlendirirken Şadfil’in Fil Kral olma yolculuğu başlar.
‘Güneşi Beklerken Simitçi’, Serkan Özarslan tarafından yönetilmiş… Senaryosu Avni Özgürel tarafından kaleme alınan dramda başlıca rolleri Gürbey İleri, Tolga Güleç, Ece Gökçen, Bülent Alkış ve İlke Al üstleniyorlar. 
‘Demon Slayer: Kimetsu No Yaiba - Orchestra Concert / Kimetsu Orkestrası Konseri’, animasyonla müziği harmanlıyor. Manga serisinin bu ayağında Tokyo Filarmoni Orkestrası’nı dinliyoruz. 
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!  


 

TARİHTE BU HAFTA

On yedi ve altı yıl öncesine, 2006 ve 2017 yıllarına dönüyor, tarihte bu haftayı anımsıyoruz!


Vizyonda bu hafta (15 Aralık 2006)

CENNETİ BEKLERKEN
Derviş Zaim’in yazıp yönettiği ‘Cenneti Beklerken’, ilk kez izleyici karşısına çıktığı 43. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Özel Efekt’ ödülünü kazanmıştı. Zaim, senaryosunu yazarken, 12. yüzyılda Anadolu’da geçen bir öyküden ve bir 17. yüzyıl eseri olan Velazquez’in ‘Nedimeler’ adlı tablosundan esinlenmiş. 17. yüzyılda İstanbul’da yaşayan bir minyatür ustasının, istemediği bir yolculuğa çıkıp, mecburi bir görevi yerine getirme zorunda bırakılması, kahramanın değişimi ve gelişimi eşliğinde anlatılıyor. Bir yol filmi şeklinde gelişen dram, aksiyondan da besleniyor. Kayseri, Kapadokya ve İstanbul’da çekilen filmin başrollerini, Serhat Tutumluer ve Melisa Sözen paylaşıyorlar. 

 

‘DÜNYAYI KURTARAN ADAM’IN OĞLU
1982’de doğan efsane, yepyeni devam filmiyle sürüyor. 82’de senaryosunu Cüneyt Arkın’ın yazıp başrolünü üstlendiği, yönetmenliğini Çetin İnanç’ın yaptığı ‘Dünyayı Kurtaran Adam’, kısa sürede ‘kült’ olmuş ve bütün dünyada geniş bir hayran kitlesi edinmişti. ‘Türk Star Wars’ı olarak nitelendirilen yapım, aradan geçen 24 yıla rağmen hâlâ yurt dışı festivallerinde büyük ilgi görüyor. Özellikle fantastik film meraklıları için bir başucu filmi olan yapımın çekimleri üç haftada tamamlanmış, dünyayı kurtarmakla meşgul olan Cüneyt Arkın’a, Aytekin Akkaya eşlik etmişti. 2006 tarihli devam filminin yönetmeni Kartal Tibet. Bu kez dünyayı kurtaran adam Cüneyt Arkın’a eşlik eden isim, filme adını veren ‘Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu’ Mehmet Ali Erbil. Eski Beşiktaşlı futbolcu Pascal Nouma ve şarkıcı Deniz Seki gibi popüler isimlerin de rol aldığı komedi-aksiyon katkılı bilimkurgu, orijinal filmin aksine, iki yılı aşkın bir sürede hazırlanmış ve hatırı sayılır bir bütçeye mâl olmuş. Yeni senaryosu, gelişmiş modern efektleri, yeni oyuncuları ve büyük bütçesiyle beyazperdeye yansıyan yapım, bakalım orijinal filmin başarısına ulaşacak veya yaklaşabilecek mi?
 

FARE ŞEHRİ
Londra’nın sosyetik bir semtindeki lüks bir evde refah içinde yaşayan şımarık sosyete faresi Roddy, kendini şehrin kanalizasyonunda bulunca, hayatın gerçekleriyle yüzleşir. Yeraltındaki fareler şehrinde lağım fareleriyle karşılaşıp kendini tehlikeli bir maceranın içinde bulan kahramanımız, hayatla beraber aşkı da tanıyacak, bağımsız ruhlu dişi fare Rita’ya gönlünü kaptıracaktır. Orhan Veli’nin ünlü ‘sen ciğercinin kedisi ben sokak kedisi; senin yiyeceğin kalaylı kapta, benimkisi aslan ağzında…’ dizelerini anımsatan nefis animasyon, sadece küçük izleyicilere değil, her yaştan sinemasevere göre bir film. ‘Tavuklar Firarda’ ile ‘Wallace ve Gromit’ adlı unutulmaz animasyonları gerçekleştiren şirketin üçüncü çalışmasını kesinlikle kaçırmayın.

 

BAKİRE VE HAMİLE
Bağımsız sinemanın kalesi olan Sundance Film Festivali’nde bu yıl, hem ‘Jüri Büyük Ödülü’nü, hem de ‘İzleyici Ödülü’nü alarak büyük bir başarıya imza atan bağımsız yapım, Richard Glatzer ve Wag Westmoreland adlı iki yönetmenin imzasını taşıyor. Sade ve sıcak film, bu yıl İKSV’nin düzenlediği ‘Filmekimi’nde izleyiciyle buluşmuştu. Los Angeles, Echo Park’dayız. Meksika kökenli bir ailenin kızı olan Magdelena, geleneksel on beş yaş kutlamalarından birkaç ay önce hamile kalır. Evini tek eder ve ailesi tarafından reddedilen kuzeni Carlos ile birlikte, sevgi dolu amcası Tomas’ın yanında yaşamaya başlar. Irk, sınıf ve gelenek çatışmaları arasında kalan küçük, sıradan insanlar. Aşkları, seçimleri, sorunları, hayat kavgaları ve sevgileriyle ABD’nin içindeki küçük Meksika. Güçlü, gerçekçi, hüzünlü ve son derece insancıl bir film. Kaçırmayın. 

 

ERAGON
Fantastik edebiyatın ‘kutsal kitabı’ sayılan ‘Yüzüklerin Efendisi’ne öykünmüş ‘Miras’ üçlemesinin ilk bölümü olan ‘Eragon’, beyazperdede. 1983 doğumlu genç yazar Christopher Paolini’nin 15 yaşında yazmaya başladığı roman, J.R.R. Tolkien’in ünlü eseri gibi, iyi ve kötülerin savaştığı bol karakterli zengin bir dünya yaratıyor. 90 milyon dolar bütçeli filmin yönetmeni, Stefan Fangmeier. Görsel efekt uzmanı olan Fangmeier’in bu ilk yönetmenlik deneyiminin başrolündeki isimde beyazperdede ilk kez gözükecek olan 19 yaşındaki İngiliz Edward Speleers. Jeremy Irons, John Malkovich gibi usta aktörlerin değer kattığı kadroda Robert Carlyle ve Djimon Hounsou da rol alıyorlar. Bir çiftçi çocuğu olan Eragon ile Saphira adlı ejderha, kötü kral Galbatorix’e karşı dünyanın son umudu olacaklardır. Her yaştan izleyiciye seslenen bol aksiyonlu fantastik yapım, “Yüzüklerin Efendisi” ölçüsünde olmasa da sürükleyici ve izlemeye değer.

 

LÜTFEN BENİ ÖLDÜRME  
Maliye müfettişi olan sıradan bir adam, yaptığı her hareketi, düşündüğü ve hissettiği her şeyi tüm ayrıntılarıyla anlatan bir kadın sesi duymaya başlayınca, bir romanın yakında yazarı tarafından öldürülecek başkahramanı olduğunu anlar. Yazarı bulması ve öykünün sonunu değiştirmesi gerekmektedir. ‘Monster’s Ball / Kesişen Yollar’, ‘Finding Neverland / Düşler Ülkesi’ ve ‘Stay /Gitme’ gibi çok nitelikli filmlerin yönetmeni Marc Foster imzalı ‘Lütfen Beni Öldürme’, fantastik öğelere sahip, zeki bir komedi. Başrolde özellikle ülkesinde çok sevilen komedyen Will Ferrell’ı izleyeceğimiz filmde Dustin Hoffman, Maggie Gyllenhaal, Emma Thompson ve Queen Latifah gibi önemli oyuncular rol alıyor. Bir çeşit ‘Truman Show’ öyküsü olan film, sıradan bir adamın kendi gerçekliğinin aslında kurgudan ibaret olduğunu anlaması üzerine kurulu. ‘Lütfen Beni Öldürme / Stranger Than Fiction’, akıl dolu, kıvrak senaryosu, usta yönetimi ve zengin oyuncu kadrosuyla yılın en dikkat çekici filmlerinden biri olmaya aday.

 

 

Vizyonda bu hafta (15 Aralık 2017)
Yeni hafta, uzun süredir merakla beklenen ve normalden iki gün önce vizyon gören ‘Star Wars: Son Jedi’ dahil, ikisi yerli toplam yedi film içeriyor. Star Wars efsanesinin mottosu olan ‘Güç sizinle olsun’u ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamanızı hatırlatıp, iyi seyirler dileyelim herkese.


STAR WARS: SON JEDİ 
(13 Aralık Çarşamba)

‘Star Wars’ efsanesinin sekizinci filmi beyazperdede! ‘Brick’, The Brothers Bloom’ ve ‘Looper / Tetikçiler’ filmleriyle tanıdığımız Rian Johnson’a emanet edilmiş yönetmen koltuğu! Johnson’un, bu büyük sorumluluğun altından başarıyla kalktığını belirtelim öncelikle. Başarılı yaratıcı, ‘Jedi düzeninde’ çekmiş filmini adeta! Tıkır tıkır işleyen el yapımı bir saat perdedeki yeni bölüm! Yeni filme geçmeden eskilere, yedinci filme geri dönmekte yarar olduğu kanaatindeyim.
George Lucas’ın 1977’de yarattığı ve perdeye yansıyan altı filmiyle ‘hakiki’ bir efsane olarak anılan ‘Star Wars’un yedinci filmi, iple, değil, halatla çekiliyordu hayranları tarafından. Vizyona 17 Aralık 2015 tarihinde merhaba diyen efsanenin yedinci halkası, ‘Star Wars: Güç Uyanıyor’, ‘Star Wars’ evreniyle ilk kez karşılaşacak taptaze jenerasyonu, aynı ataları gibi kucaklayan bir filmdi. Serinin üçüncü üçlemesinin ilk halkasının yönetmen koltuğunda, son dönemin dahi çocuklarından J. J. Abrams oturuyordu. Lucasfilm’in yapımcılığında hayata geçen yeni üçlemenin ilk filminin öyküsü de, yine Abrams, Lawrence Kasdan ve Michael Arndt tarafından kaleme alınmıştı. 
Efsane, ikinci üçlemenin son bölümü olan ‘Revenge of the Sith / Sith’in İntikamı’ ile veda etmişti bize. Yeni film, imparatorluğun yenilgiye uğramasının otuz yıl sonrasında başlıyordu. Karanlık taraf, ilk düzen (first order) adıyla, galaksinin yeni tehdidiydi. Direniş, hiç beklenmedik biçimde ortaya çıkan yeni kahramanların, Rey ve Finn’in de yardımıyla aydınlık tarafa yeni bir zafer kazandırmak için müthiş bir mücadele verecekti. Karanlık ve aydınlık tarafların sonsuza uzanan savaşında, ‘güç’ yine odakta yer alıyordu. 
Müthiş maceranın zihinde ve gönülde yer etmiş kahramanlarının yanı sıra, yeni üçlemeye eklemlenen müthiş karakterle de tanışıyorduk. Aydınlık tarafın temsilcileri; filmin güçlü kadın kahramanı Rey, bir kaçakken özgürleşen ve hayatını anlamlı kılan Finn, yüzbaşı Poe Dameron, bilge Maz Kanata ve sevimli mi sevimli droid BB-8 ile Darth Vader’in tahtına göz diken karanlık tarafın temsilcisi Kylo Ren, General Hux ve en nihayet karanlığın kötü lideri Snorke’ydi. Korkusuz savaşçı Rey, Star Wars evrenindeki özel bağıyla; başlı başına ayakları yere basan bir kadın kahraman olarak tek kelimeyle büyüleyiciydi. Ona hayat veren İngiliz aktris Daisy Ridley’in yıldız ışığı ise göz alıcı! Efsane öykünün, gerçek bir Shakespeare trajedisi olmasındaki en büyük etmen olan baba-oğul durumu, yeni filmde de unutulmamıştı. Darth Vader-Luke Skywalker ilişkisi, bu kez Han Solo ile Kylo Ren arasında kurulmuştu. Eski dostlar Han Solo, Prenses Leia, Chewbacca, C-3PO, R2-D2 ve tabii ki finalde de olsa Luke Skywalker, yine bizimle birlikteydiler. Han Solo ve Chewbacca’nın perdede ilk görüldüğü an, salondan yükselen alkış sesleri, karakterlerin, filmin, ne bileyim belki de çocukluğumuzun ne denli özlendiğinin kanıtıydı. 
Kapitalist endüstrinin en önemli ürünlerinden olan, özel bir meta ve ticaret sembolü haline alan görkemli seri, bir tarafıyla da, duygusal yanı kuvvetli, nostaljik serüveniydi beyazperdenin. J. J. Abrams, bu sahici bağımlılığı çok iyi analiz etmiş ve neredeyse orijinal filmin aynısını çekmişti. Dekorlara, kostümlere, karakterlere ve o orijinal ‘ilk’ hallere dokunmadan. Yeni üçleme merakla ve hararetle izlenecekti kuşku yok… ‘Güç sizinle olsun!’ diyerek yeni filme geçelim.
Rian Johnson önderliğindeki sekizinci film ‘Star Wars: The Last Jedi / Star Wars: Son Jedi’nin öyküsü, yönetimi ve kurgusu birinci sınıf! Oldukça da duygusal. Bildiğimiz tanıdık evrenin duygu tonunu bir an olsun ihmal etmeden anlatıyor öyküsünü. Aksiyon son derece tempolu, yeni dokunuşlarsa, ayrı bir artı değer! Finaldeki Oliver Twist göndermesi ise kreması, bu nefis pastanın! ‘Güç’ün gizemleri, geçmişin sırları, unutulmamış efsaneler ve geleceği besleyen umut! Yeni Jedi adayımız Rey ve gerçek efsane Luke Skywalker buluşuyorlar. Kylo Ren’in hangi tarafı seçeceği sorusu bir süre bizi meşgul ederken, Poe Dameron, Finn ve efsaneye yeni dahil olan cesur savaşçı Rose, mücadeleyi sürdürüyorlar tabii. Prenses Leia’nın önderliğini, Amiral Holdo’nun dirayetli cesaretini ve eski dostlarımız Chewbacca, R2-DE ve C-3PO’nun kahramanlıklarını unutmamak gerek bu arada!
Daisy Ridley’in seriye iyiden iyiye alıştığı ve parıldadığı filmde, kült filmin efsaneleri Carrie Fisher, Mark Hamill’in yanı sıra, Adam Driver, Oscar Isaac, Domhnall Gleeson, John Boyega’ya, Kelly Marie Tran ve usta oyuncular Benicio Del Toro ile Laura Dern eklenmiş.
Yeni bir finale yelken açan ve umudu yeşertip kollayan film, Rose’un, Finn’e söyledikleriyle anımsanabilir: ‘Savaşı böyle kazanacağız: nefret ettiklerimizi öldürerek değil, sevdiklerimizi kurtararak!’ Bir önceki bölümün eksik kalmış parçalarını tamamlayarak, son derece matematik bir kurguda ilerleyen ama öykünün duygusal boyutunun içini doldurmayı asla ihmal etmeyen yeni film, kült serinin önemli halkalarından biri! Söylemeden geçmeyelim ve adet olduğu üzere koyalım noktayı: ‘Güç sizinle olsun!’ (4 / 5)  

 

GODARD VE BEN
-Zorlu adam, genç kız, aşk ve dünya hali-

Yedinci sanatın dahi isimlerinden ‘Yeni Dalga’nın asi lideri Jean-Luc Godard ve kendisinden on yedi yaş küçük eşi aktris Anne Wiazemsky’nin ilişkileri, Godard’ın dünyayı değiştirme düşü ve insanlık halleri… 2011 tarihli romantik dram ‘The Artist / Artist’ ile en iyi yönetmen Oscar’ı kazanan Litvanya asıllı Fransız sinemacı Michel Hazanavicius’un yönettiği biyografik yapım, Anne Wiazemsky’nin ‘Un an après’ adındaki otobiyografisinden uyarlanmış perdeye. Cannes’de Altın Palmiye için yarışan incelikli biyografi; dev bir sinemacının ve onun gen. Oyuncu eşinin dramdan komediye uzanan öykülerinin yanında bir dönemin de ruh altı röntgeni öte yandan.
Paris’teyiz. Yıl, 1967. Dönemin hakkında en çok konuşulan, hemen herkesin dahi olarak nitelediği, Fransız Yeni Dalga’nın mimarlarından Jean-Luc Godard, ‘La Chinoise / Çinli Kız’ filmini çekmekte. Filmin başrolünde, Anne Wiazemsky var. Sinemaya Bresson’un başyapıtlarından ‘Au Hasard Balthazar / Rastgele Balthazar’ ile başlayan 1947 doğumlu Wiazemsky, seçkinci ve aristokrat bir aileden gelen bir yıldız adayı ve 1952’de Nobel edebiyat ödülü kazanmış, muhafazakar dünya görüşü ile tanınan 1885-1970 yılları arasında yaşamış usta kalem François Mauriac’ın da torunu. O güne dek, ‘À bout de souffle / Serseri Aşıklar’, ‘Le Mépris / Nefret’, ‘Pierrot le fou / Çılgın Pierrot’ gibi birçok başyapıta imza atıp, sinemayı adeta yeniden tasarlayan kişi olarak gösterilen Godard, sevdiği kadın olan Wiazemsky ile evlenir. Her şey son derece hoştur ilk başlarda. Çiftin mutluluğu, Godard’ın zorlu kişiliği, dünyayı saran 1968 olayları, değişen dünyanın hali ve farklı kişiliklerinin de etkisiyle acıya, duygu kaybına ve ayrılığa yol açacaktır.
Sadece dünya ile değil, kendisiyle de kavga halinde olan bir sanatçının, politik benliği her şeyin üzerinde olan yetkin bir sinemacının, bir düşün insanının ama ikili ilişkilerde, özellikle evlilikte başarısız olan, sadece kendisini değil; çevresini ve hemen her şeyi sorgulayan bir insanın öyküsü izlediğimiz. Godard’ı Louis Garrel, Wiazemsky’i ise Stacy Martin’in canlandırdığı filmde, Bérénico Bejo da rol alıyor. Dönemin entelektüel simaları, siinemacılar başta olmak üzere sanatçılar, Godard’ın ve Wiazemsky’nin yakın çevresi, öykünün fonunda yer alıyor. Ünlü yönetmen Marco Ferreri örneğin!
İki insanın ilişkisi ekseninde, onları çevreleyen dünyaya, döneme ve sanatçı özelinde, Godard’a farklı bir bakış; Hazanavicius’un yeni filmi. Zor bir adamın, kendinden farklı sevgilisi ve idealleri arasında kalışı, dünyayı ‘zor’ biçimde algılayan ve bu zorluğa karşın, herkesle ve en önemlisi kendisiyle mücadele eden bir aydının fotoğrafı duruyor perdede. İyi yazılmış, oynanmış ve çekilmiş, rafine bir yapım orijinal adıyla ‘Le Redoutable’! (3,5 / 5)


THE PARTY
-Koyun can derdinde, kasap et!-

İngiliz sinemacı Sally Potter’ın, Berlin’de ‘Altın Ayı’ için yarışan filmi, eğlenceli olsun diye çekilmiş bir kara komedi! Kutlama vesilesiyle bir araya gelen yedi kişinin sırlarının ortaya çıkmasıyla trajediye dönüşen bir parti… Muhalefet partisinin gölge sağlık bakanı olarak atanan Janet, başarısını eşi ve sevdiği dostlarıyla birlikte kutlamak için evinde bir parti düzenler. Birbirlerinden farklı fakat geçmişlerinin ve şartların birbirine bağladığı arkadaşların sırları su yüzüne çıkmaya başlayınca, ‘kimin kimi kiminle’ aldattığı anlaşlmaz hale gelen tuhaf bir hesaplaşma gecesine dönüşür parti.
Potter’ın yazıp yönettiği filmde birbirinden önemli isimler yansıyor perdeye. Yedi kişi arasında geçen öyküde, Patricia Clarkson, Bruno Ganz, Kristin Scott Thomas, Timothy Spall, Cillian Murphy, Emily Mortimer ve Cherry Jones tabir yerindeyse döktürüyorlar! Tek perdelik bir sahne oyunu adeta Potter’ın yeni filmi. Sınıfsal ve politik dertleri olan bir eleştiri olarak bakılabilir pekala filme fakat daha ziyade, snop bir bilmişlik ve tükenmişlik oyalanması izlediğimiz! Dünyanın hali ortadayken, üst sınıf bir grup İngiliz’in sıcak salonlarında oturup, birbirlerini kiminle aldattıklarını ve ilişki durumlarının ahvalini izlemek son derece gereksiz geliyor bir yerden sonra. Üstelik sağlıklı bir eleştiri noktasına varmayan, herkesin sadece tensel zevklerine göre takıldığı, vicdansız ve üstten bir zırvalık akıyor, tekdüze anlatıdan. Bakalım şimdi laf nereye gelecek derken, bir dizi anlamsız ve saçma eylemin hiçbir yere çıkmaması, daha da sinirlendiriyor insanı. Yedi usta oyuncunun kendi hallerine bırakıldığı çıkışsız, sıkıcı ve yavan bir ağız kalabalığı! (2 / 5)

ABD-Somali-Kenya-Sudan-Güney Afrika ortak yapımı Al Pacino’lu biyografik dram ‘The Pirates of Somalia / Somali Korsanları’, Alain Chabat’ın yazıp yönettiği ve başrolü üstlendiği Fransa-Belçika ortak yapımı aile komedisi ‘Santa & Cie / Yeni Yıl Tehlikede’ile birlikte iki yerli yapım; Osman Taşçı’nın yönettiği ‘Poyraz Karayel: Küresel Sermaye’ ile yönetmen koltuğunda Mehmet Doğan’ın oturduğu ‘Papatya’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar