14 AĞUSTOS 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Sinemaseverlere bir müjde ve Korona günlerinde bir moral anlamı taşıyor bu hafta! 14 Ağustos 2020’de vizyon tekrar bizimle! Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız… Beş filme ev sahipliği yapıyor bu hafta! Jerzy Kosinski’nin ünlü eseri ‘The Painted Bird / Boyalı Kuş’ nihayet beyazperdede. Çekya-Slovakya-Ukrayna ortak yapımı, Çek sinemacı Václav Marhoul imzası taşıyor. ‘The Lodge / Mürit’, ilkin 13 Mart 2020’de vizyona girmişti. Severin Fiala ve Veronika Fanz’ın birlikte yönettikleri korku-gerilim, bu hafta yeniden buluşuyor izleyiciyle. Bu iki filmi notlarımız arasında bulacaksınız. Jason Wright imzası taşıyan animasyon ‘The Lost Lion Kingdom / Aslan Krallığı’, Türkiyeli sinemacı Metin Güngör’ün üç yönetmeninden ve oyuncularından biri olduğu aksiyonu bol macera ‘Fists of Righteous Harmony / Kahramanlar’ ile korku-gerilim türündeki ‘Portal / Geçit’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri.
Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne dek, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz ve nihayet Ağustos aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2010 yılının Ağustos ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Ağustos’unda sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!
14 Ağustos 2020
BOYALI KUŞ
-Derinde yatan karanlık-
Polonya asıllı Amerikalı usta yazar Jerzy Kosinski’nin (1933-1991), 1965 yılında kaleme aldığı, oldukça ses getirmiş ve tartışmalar yaratmış ünlü eseri ‘Boyalı Kuş’, nihayet perdeye yansıdı! Kaba özetiyle, II. Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından güvenliği için uzak bir köye gönderilen küçük bir çocuğun oradan oraya savruluşunun sinirleri hırpalayan hikâyesidir ‘Boyalı Kuş’. Dehşetle vahşetin, masumiyetle sevginin, karanlıkla aydınlığın röntgeni sayılabilecek ve insan ruhunu didikleyen müthiş roman, Doğu Avrupa fonunda, zorlu zamanlarda insanların ne denli kötü olabileceğine ve ruhun derininde gizlenmiş karanlığa dair ‘rahatsız edici’ saptamalar yapar.
Çek sinemacı Václav Marhoul’un beyazperdeye uyarlayıp yönettiği Çekya- Slovakya-Ukrayna ortak yapımı, dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde gerçekleştirmişti. İnsanlığın, savaş sırasında saplandığı bataklığı, bir başına kalmış bir çocuğun gözünden yansıtıyor yürek söken film. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, kimsesiz kalmış, yalnız bir çocuk, köyden köye, haneden haneye seyahat ediyor. Cani, hoşgörüsüz, ümitsiz, acımasız korkan ve hain karakterler arasında salınıp duruyor Joska. Siviller, askerler, kadınlar, erkekler, çocuklar, büyükler, hepsi aynı… Savaşın en acımasız noktasında kendi fiziksel ve ruhsal kavgasını verip, büyüklerin dünyasına adım atan çocuğun gözünden ruhun karanlık tarafı izlediğimiz. Hayatta kalabilme adına verilen uğraşın törpülediği ruhlar. Belirsizlik, önyargılar, batıl inançlar, katı gelenekler, vahşi, kapkara bir dünya!
Küçük yıldız Petr Kotlár’a uluslararası ustalarla dolu bir oyuncu kadrosu eşlik ediyor bu karanlık yolculukta! Harvey Kietel, Udo Kier, Stellan Skarsgård, Julian Sands, Barry Pepper, bu isimlerden ilk akla gelenler. Vladimír Smutný’nin görkemli kamerası eşliğinde, yürek dağlayan ve bizi; insan atlasının en ücra köşelerinde kapkara bir yolculuğa çıkaran siyah beyaz yapımın 35mm sinemaskop çekildiğini de önemle not düşelim. Ajitasyondan uzak durmayı başarmış, koyu bir dramın tuzak unsurlarından kendini sakınmış ‘şiir filmi’ yedinci sanat adına kaçırmayın uyarısını yapmak zorundayız. (4,5 / 5)
MÜRİT
-Kör inanç-
Avusturyalı ikili Severin Fiala ve Veronika Franz’ı psikolojik derinliklerimizle oynayan etkili bir korku-gerilim olan 2014 tarihli ‘Ich Seh ich seh / Ölümcül Oyun’la tanımıştık! Yazıp yönettikleri ilk uzun metraj kurmacalarının odağında, on yaşını süren ikizler Elias ile Lukas vardı. Sıcak bir yaz günü, gözlerden uzak, ıssız bir inziva mekânındaki şık evlerinde annelerini beklemektediydiler. Estetik ameliyattan dönen bandajlı kadının anneleri olmadığını düşünen ikizler, yaşadıkları şüpheyi, uç noktalara taşıyorlardı!
Fiala ve Franz, ikinci uzun metrajlarında, korku-gerilim orjinli bir dramla karşımıza çıkıyorlar bu kez! Senaryoda ikiliye eşlik eden isimse Segio Casci. İlk filmdeki sıcak yaz günü, buz gibi bir kışa evrilmiş. İzole evimiz ise aynı… Evlenmek üzere olduğu adamın iki çocuğuyla birlikte, karlarla kaplı ıssız ve boş arazide bulunan aile evine Noel tatili için gelmeyi kabul eden Grace, acılı geçmişini geride bıraktığını düşünmektedir. Yakın zamanda anneleri intihar eden ve Grace’i bu trajik ölümden sorumlu gören çocuklar Aidan ve Mia ise, genç kadınla uzlaşmaya niyetli değildirler. Kar, buz ve ıssızlığın ortasındaki izole evde garip ve ürkütücü olaylar meydana gelmeye başlar.
Yorgos Lanthimos filmlerinin gözü olan Yunanistanlı görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis’in yetkin kamerasıyla gerçekten ürpertici bir atmosfer yakalamış film. Çoğu tek mekânda geçen, yapım tasarımı ‘sağlam’ gizemli öykü, işin aslı korku-gerilimden öte, derin bir dram içeriyor. Bağnaz bir inançla körü körüne inanmış ve hayatlarını liderlerinin sözüyle feda etmiş tarikat üyelerinin geride bıraktıkları ‘mirasçının’ tetiklenen geçmişi ve hemen her yaşı etkileyen tutuculuk… Hikâye, tamamen öngürülebilen, tahmini zor olmayan durumlar içerse de, filmin ilerleyen anlarında, aslında arka planda yatanın, asıl üzerinde durulan ‘mesele’ olduğunu fark edecek izleyici. (3 / 5)
Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan / Ağustos 2010
YUVA
‘… Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.’
Edip Cansever
François Ozon, bildik meselelerine yine bildik dokunuş ve duyarlıkla değiniyor. Gerçeküstü tatlar içeren fazla oyuncaklı ‘Ricky’nin ardından yine duygusal ama daha ‘düz’ ve daha ‘insan’ bir filmle çıkageldi Ozon. Birbirlerine aşık iki sevgili. Uyuşturucu ayırıyor onları. Erkek, yüksek dozdan ölünce, kadın tek başına kalıyor. Hamile olduğunu öğreniyor sonra. Paris'ten uzaklara kaçıyor. Deniz kıyısındaki bir yuvada bekliyor bebeğinin doğumunu. Ölmüş sevgilisinin, çocuğunun babasının erkek kardeşi, yuvaya katılınca, herkesin duygusal dünyasına farklı derinlikler ekleniyor. Aşk, fedakârlık, dostluk, doğallık, anne olmak, tedavi, ölüm, seçimler, iyilik ve hayatın gücü üzerine duygu dolu görüntüler. Isabelle Carré’nin güvercin ürkeği bakışından, Ozon’un yeni keşfi, Louis-Ronan Choisy’nin ‘üzerine gerçek iyiliği giyinmiş erkek kardeş karakterine’ dek hemen her oluşun mutlak ‘insanla’ yoğun olduğu, gerçek, fikri ve vicdanı hür, özgürlük aşığı bir yapım var perdede. Sıcak yuvaların her daim varlığı konusunda olduğu gibi, kesin ve duygu dolu bir kanıt Ozon’un filmi. Nedensiz, belki de – yok hayır kesinlikle nedenli Necatigil sıçraması zihinde: Evin -de hali, saadet. Isınmak ocaktaki alevde. Sönmüş yıldızlara karşı, ışıklar varsa evde…
ALACAKARANLIK EFSANESİ: TUTULMA
Yabancılaşma efektleri ve kaz dağlarındaki tutulma
Amerikalı tüccar-yazar Stephenie Meyer’in dört kitaptan oluşan ve kırktan fazla dile çevrilen popüler romanının merakla beklenen beyazperde versiyonu hemen her yerde olduğu gibi ülkemizde de ilk olarak Ocak 2009’da vizyona girmişti. Vampirlerin konu edildiği korku edebiyatını, popüler kültür, özellikle gençlik jargonu ve bolca romantizm ile birleştiren eser, bir vampir ile ölümlü bir insan arasındaki büyük aşkı bir nevi modern Romeo-Juliet şeklinde işliyordu, işin içine kurt adamları katmayı unutmadan… 1990 doğumlu Kristen Stewart ve 1986 doğumlu Robert Pattinson’un başrolü paylaştıkları popüler yapımın, iki genç başrol oyuncusu da çok iyiler. İlk filmin ardından, özellikle vampiri canlandıran Robert Pattinson’un gerçekten; bir insan değil, bir yaratık görünümünde olduğunu yazmıştım. Yetenekli aktör, şu an ‘ölü yüzü’ ve vakur karizmasıyla; genç kızlara çığlıklar attıran bir beyazperde ilahı olmuş durumda. Serinin üçüncü filmi “Tutulma”, kendisine delice aşık iki yakışıklı, vampirimiz Edward Cullen ve kurt adam Jacob Black arasında kalan Bella Swan’ın zor seçimine odaklanmış. ‘Sophie’nin Seçimi’gibi bir durum yaşıyor Bella. İşin içinde yine intikam kokan, kötü yaratıklarla dolu bir aksiyon öyküsü de var tabii. Kötücül Victoria ve ‘yeni dönüşenlerden’ kurduğu orduya karşı, Cullen klanına, kurt adamlar yardım ediyorlar. Sanat ve zanaat ilişkisi üzerine ciddiyetle eğilen, ‘Hard Candy’ ve ‘30 Days of Night’ gibi başarılı korku-gerilimleri imzalamış İngiliz David Slade’in yönettiği, romantizm bazlı fantastik maceraya Bryce Dallas Howard ve Dakota Fanning renk katıyorlar. Romantik türün ve klasik gençlik filmi jargonunun, karanlık bir vampir öyküsüne konu olması, gişeyi çok sevindirmiş durumda. Anlaşılır gibi değil…
Öykü, Amerikalı. Sen kalk Arizona’dan, Washington yakınlarındaki Forks adlı küçük kasabaya gel. Burada daha önce tanıdığın hiç kimseye benzemeyen, gizemli ve yakışıklı Edward ile tanış. Bir de kurt adam var ortada Jacob. Yahu Bella derler adama; hiç mi insan evladı kalmadı ortada. Bırak vampiri, kurdu; insan ol önce ya! Hadi tamam, elin Amerikalısı sevdi bu hafif gerilimli romantik durumları. Hani folklordur, mittir, olur dersin geçersin. Peki ya bizim memleketteki bu ‘Alacakaranlık’ çılgınlığına ne demeli? Edward Cullen perdede her göründüğünde ciyak ciyak bağıran genç kızlar, Bella’ya aşık yeni yetme oğlanlar. Yok yani; olan vampir ve kurt adam jargonuna oluyor. Kapkara, tekinsiz bir atmosferin hâkim olduğu, Transilvanya’dan çıkma Kont Dracula ile ezeli düşmanı Van Helsing’i bir araya getiren kazıklı, aynalı ve sarımsaklı vampir filmleri, gümüş kurşunla ölen ve dolunayda kurt adama dönüşen asilzade Lawrence Talbot. Onlara ne oldu peki? Her şeyi hafifletme kültürü artık gündelik hayatın atar damarlarında dolaşıyor tamamen. Neyse bu kadar laftan sonra sadede gelelim. En önemli satırlar şimdi başlıyor. Bir süre İstanbul dışındaydım. Ailecek, anne-babamın Kaz Dağları eteğindeki yaz evlerindeydik. Şule, ben ve Öykü. Yan evde ise Cumhur var. O, iki aydır buradaymış. Adresi net: Cumhur Canbazoğlu, Fener, Altınoluk… İstanbul’daki arkadaşlarım, bizim takım; basın gösterimlerini bensiz sürdürüyorlardı. Sadece ekibi değil; sabah matinelerini de özlemiştim. ‘Tutulma’nın 30 Haziran’da bütün Türkiye’de aynı anda vizyona gireceğini benden önce söyledi Öykü kahvaltı sofrasında. ‘Baba’ dedi. ‘Ben ve arkadaşım Ceren; ‘Tutulma’yı görmek istiyoruz, Edward Cullen hastasıyız, haklıyız, kazanacağız’. Onlara itiraz etmek, imkânsıza yakın. Biraz direndim. ‘Yahu kızım, şimdi burada doğru dürüst salon yoktur, filmler dublaj oynar, bekle biraz; beş gün sonra İstanbul’da izlersin Edward Cullen’i dedim’. Öykü, kararlılıkla bir gazete uzattı önüme. ‘Bak’ dedi, ‘üstelik orijinal oynuyor film’. Baktım, ne göreyim; Balıkesir Akçay Olive City Atlas Sinemalarında oynuyor film. Matineyi de tespit etmiş Öykü; ‘baba bize 16:45 uyuyor’ demez mi… Deniz üstü Edward Cullen… İtiraz ne mümkün; koyulduk yola. Ben, Öykü ve Ceren… Eve 7 km. uzaklıktaki Akçay’a geldik. Sinemaya bir baktım; şaşırdım kaldım. İstinye Park AFM’ye gelmişiz sanki on dakikada.
Büyük alış veriş merkezinin en üst katı, bu klasik. Patlamış mısır kokusu; bu da klasik. Bağıran çağıran çocuklar; bu da klasik. Klasik olmayan; bilet fiyatları: Öğrenci altı, tam bilet yedi milyon. Şahane; ‘bir sırayı kapatıyorum’ usta demek geldi içimden. İçerisi de şahane. Salonun havalandırması yeterli. Film başladı; projeksiyon hatasız. Ses düzgün. Ama gel gelelim benim durum düşündürücü. Salonun yaş ortalaması 13,5. En yaşlı benim içerde. Kırk yaşın yalnızlığı… Doğal olarak ‘bu nedir bu yahu’ ünlemleriyle izledim filmi; içerdeki ‘Alacakaranlık’ fanatikleri arasında. Bizim Bella, bir Edward’ı öpüyor bir Jacob’u. Jacob, üst bedeni çıplak vaziyette sürekli. Ürettiği kaslarını sergiliyor millete. Bizim kızlar bayılıyor bu duruma. RTÜK oldum bir anda. Bırakın kızlar dedim bu işleri… Kitap okuyun kitap. Dostoyevski okuyun, ‘Pal Sokağı Çocukları’nı, ‘Sevdalı Bulut’u, Behrengi’yi okuyun. Lütfen seçici olun, bırakın popüler kültürü; ondan size fayda yok. Dinler gibi yaptılar ama oralı bile olmadılar. ‘Edward Cullen’den kıl kapanlar kulübü kuracağım yarın’ dedim; sen iyice yaşlandın ve çıldırdın baba cevabını aldım Öykü’den… Yenik ve yorgun döndüm Akçay’dan. Ama sinemadan dolayı mutlu. Önümdeki filmlere bakacağım artık. Beş dakika arada salona dalan Alaska-Frigocunun insanca sözleri, vampirlerden, kurt adamlardan, günümüz gençliğinden ümidi kesen bana yeni bir umut verdi: Koko da var abi…
SIRADAN İNSANLAR
‘…Zamanıdır konuşmanın ölümden.’
Metin Altıok
Doğu Avrupa sinemasının en önemli festivallerinden Cottbus’ta ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödüllerini kazanmıştı Vladimir Perisic’in ilk uzun metrajı. Ben de oradaydım. Eski Doğu Almanya’nın kültür başkentinde bulunmak keyifliydi. FIPRESCI olarak bilinen uluslararası film eleştirmenleri birliği jürisinde görevliydim ve film, ben dahil bütün jüriyi etkilemişti. Uzun tartışmalar sonrası, gerçekten çok iyi filmlerin yer aldığı yarışmada Hırvatistan yapımı ‘Crinci / Tha Blacks’ adlı filmi ödüllendirmiştik. Ana jüri ise tercihini ‘Sıradan İnsanlar’dan yana kullanmıştı... Sırbistan yapımı, çok acı bir dram özünde. Savaşın insanlıktan çıkarıcı yanını, genç insanların birer canavara, katile dönüşmesini, günlük bir uğraşa dönüşen cinayetleri, inanılmaz etkileyici ve doğal anlatıyor.
Acımasız, kesin savaş koşulları altında, devlet, otorite tarafından planlanıp organize edilen suçlar. Bir barbara dönüşen, insanlıktan çıkan sıradan bireyler. Sözü, minimale indirip, ortadaki kanayan gerçeği olanca çıplaklığı ve sarsıcı yanıyla perdeye yansıtan yapımın ana karakteri ‘Dzoni’yi canlandıran Relja Popovic’in sahici, müthiş oyunu sonra. Savaş filmi türüne kafa tutan cesur bir deneme. Yönetmen Perisic ve başrol oyuncusunu takibe almak gerek.
ÖLÜM ZİLİ
Susunuz, susunuz, ziller susunuz…
Güney Kore patentli filmlerin ‘garantili sinema’ içerdiği önermesinin ağır yara aldığı bir örnek ‘Ölüm Zili’. Yeni yetmelere yönelik, zorlama korku-gerilim türünün yarı hayaletli, kan revan, saçma sapan örneği, ucuz formüllerle gişe başarısına göz diken Güney Korelileri tanıştırıyor bizlerle. ‘Testere’ ve ‘Hostel’a öykünen uzak doğulu haller. Az eğitim sistemi üzeri bol kan revan. Kilo ile alıp-satılan filmlere bir örnek. ‘Ölüm zili’ çalarken uyanmışım, bir de baktım uzun siyah saçlı bir kız hayaleti, kanlı canlı bir katil intikam peşinde ve sabahın köründe asla nihayete ermeyen ‘neden ben’ sorusu; okul zilleri sustuğu halde, kesintisiz bir uykuyu terk eden eleştirmenin sıcak İstanbul sabahı yalnızlığında…
(Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan / Ağustos 2010)
MURAT ERŞAHİN