13 KASIM 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız. Yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyon, 13 Kasım haftasında; ikisi yerli yapım olmak üzere toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor.
Çocuk edebiyatının klasik eseri Pinokyo’nun, kendi topraklarından yetişmiş yaman sinemacı Matteo Garrone imzalı yeni beyazperde versiyonu notlarımızda! Will Wernick’in yazıp yönettiği, bir sosyal medya fenomeninin Moskova seyahatinde yaşadığı sıra dışı olayları perdeye taşıyan korku-gerilim ‘Follow Me’, ‘Happy Death Day / Ölüm Günün Kutlu Olsun’ serisinin yaratıcısı Christopher Landon’un yönettiği, korku-gerilime mizah ekleyen ‘Freaky / Sıra Dışı’, bir adada tecrit edilmiş azılı suçlular üzerinde uygulanan kanunsuz tıbbi deneylerin doğurduğu dehşetengiz sonuçlarla edilen mücadeleyi izleyeceğimiz Gallerli yönetmen Russell Owen imzası taşıyan İngiltere yapımı korku örneği; ‘Patients of a Saint / Azizler Hapishanesi’, Marcus H. Rosenmüller’in yönettiği, keşfettiği sihirli bir ayna ile ödev ve sorumluluklar gibi istemediği şeyleri yaptırabileceği ikizine kavuşan Frido'nun, sihirli aynayı yakın arkadaşı Emil’e göstermesiyle gelişen olayları öyküleyen Almanya’dan çıkagelen aile komedisi ‘Unheimlich perfekte Freunde / Çifte Bela: Sihirli Ayna’ ile birlikte iki yerli yapım; efsane sanatçı Ahmet Kaya’nın hikâyesini ele alan, Hakan Gürtop ve Gani Rüzgar Şavata’nın birlikte yönettikleri biyografik dram ‘İki Gözüm Ahmet’ ve bir adada balıkçılıkla hayatlarını idame ettiren beş arkadaşın, aralarından birinin kaybolması ve vahşi bir kurdun ortaya çıkmasıyla yaşadıklarını izleyeceğimiz Seyid Çolak imzası taşıyan gizemli öykü ‘Kapan’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim ve nihayet Kasım aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2010 yılının Kasım ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Kasım’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
PİNOKYO
-Ete kemiğe bürünmek isteyen tahta kukla-
‘Gomorra’, ‘Tale of Tales’ ve ‘Dogman’ gibi güçlü filmlerin yaratıcısı yaman İtalyan sinemacı Matteo Garrone’nin yönetmenliği üstlendiği onuncu uzun metraj kurmacası, hemen herkesin bildiği klasik masalı bir kez daha perdeye taşıyor ve böylelikle insan karakterini derinlemesine sorgulama imkânı buluyor bir kez daha!
İtalyan yazar Carlo Collodi’nin 1881 yılında kaleme aldığı ve ilk olarak bir çocuk gazetesinde tefrika olarak yayımladığı eser, 1883’te kitap olarak basılmış ve dünya çocuk edebiyatının başucu eserleri arasında kabul görmüştür her daim! 260’tan fazla dile çevrilerek, dünyanın en çok dile çevrilen klasiklerinden olan eser, küçük bir çocuğa dönüşme yolunda tahta bir kuklanın başından geçenleri öyküler.
Yaşlı ve yalnız bir marangoz olan Geppetto usta, sihirli bir kütükten bir kukla yapar. Takta çocuk Pinokyo’yu evladı olarak benimseyen yaşlı adam, yaramazı okula gönderir fakat Pinokyo babasının sözünü dinlemeyip daha ilk gün okuldan kaçar ve onu etten kemikten kılacak; insanları ve dünyayı tanıma yolculuğuna çıkar! Çevreye kanıp yapılan hatalar, yalanlar ve emek vermeden kazanma düşü, iyi bir çocuk olmak isteyen Pinokyo’nun aydınlanmasını ve kaderini çizen yolda yürümesini sağlar öte yandan.
Uzayan tahta burnunun ‘yalan söylemek, bir çocuğun sahip olabileceği en kötü huydur’u kavratmasına yol açacak Pinokyo’nun öyküsü, anavatanında ve Garrone’nin klasik esere saygı gösterip, evrensel temaları yakalayan kendine has sinemasıyla epey lezzetli bir hal almış.
Merhametli ve iyi kalpli Geppetto usta rolünde Roberto Benigni çok iyi. Tahta kukla Pinokyo’yu canlandıran gencecik aktör Federico Lelapi de gayet nüanslı oyunuyla akılda kalıyor. Nicolai Brüel’in sıkı kamerası ve çok iyi bir sanat yönetimi içeren titiz yapım tasarımı, perdedeki iyi uyarlamalardan biri kılıyor fantastik dramı. Çıkarcı insanlarla dolu dünya, ufak avantajlar için sarf edilen yalanlar, kötüler, iyiler ve yaşam denen yolculukta bir arada kalabilmenin önemi. Ete kemiğe bürünürken, dünyada kök salarken ve yaşam denen döngüyü öğrenirken aldığımız yaralar. Mizahı, karamsar bir atmosferle hemhal etmeyi başaran yapımın ‘tonu’ çok sağlam! Masalsı ve fantastik bütün oluşları kimi zaman iç burkan bir gerçeklikte ve oldukça yalın işleyen film, adalet, haklı, haksız, masum, suçlu gibi hemen her coğrafyada erozyona uğrayan temel kavramlara da önemle değinmeyi unutmuyor. (3,5 / 5)
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Kasım 2010
17. ALTIN KOZA
Çukurova’dan Angelopoulos geçti…
Önce Adana’daydık… 17. Altın Koza Ulusal Uzun Metraj Film yarışmasının galibi ‘Bal’ oldu. Üzerine yazdık çizdik zaten. Tartışmasız iyi film ‘Bal’. Adana’daki rakipleri arasında büyük ödüle ulaşması zor olmadı. Onur Ünlü’nün yazıp yönettiği ‘Beş Şehir’, toplam dört dalda en iyi seçilerek büyük sükse yaptı. Demirdelen, ‘en iyi yönetmen’ heykelciğini, Levent Semerci ile paylaşırken, ‘Beş Şehir’le birlikte damga vuruyordu festivale. Adana’da dünya prömiyeri gerçekleşen ‘Kavşak’, Amerikan Bağımsız Sineması’nın atmosferine sarmaladığı hüzünlü öyküsünü, insancıl ve bağırmadan işlemiş. Katmanlı öykülerin ustası Alejandro González Iñárritu’ya göz kırpan Demirdelen, yaşarken başımıza gelebilecek felaketleri, kırılma noktalarını ve yeni başlangıçları, sakin, ölçülü yansıtmayı başarmış perdeye. Eksikler ve yerine oturmayan kimi parçalar, büyük resmi tamamen zedelemiyor. Demirdelen, ‘Gabriele Muccino’nun yolunda. ‘Nefes: Vatan Sağolsun’, jüriden sadece en iyi yönetmen ödülünü aldı. Törenin ardından, özellikle teknik ödüllerde, örneğin ‘en iyi görüntü’ ve ‘kurgu’da hakkının yendiği konuşuldu. Yılmaz Güney Jüri Özel Ödülü ise Nesli Çölgeçen’in ‘Denizden Gelen’ine gitti. Festivalin önemli ödüllerinden olan bu özel heykelcik, yapıma, sadece insan haklarına ve ırkçılığa olan duyarlı yaklaşımıyla verildi sanıyorum. Sinema olarak zayıf, epey problemli bir iş olduğunu söylemekte yarar var. Bu arada ödül töreninde sahneye çıkan Nur Sürer, Yılmaz Güney adının festivalde yeteri kadar anılmadığını, tek bir filminin bile programda olmadığını söyleyerek, festival yönetimine sitemlerini gönderiyor ve Merkez Park Amfi Tiyatro’yu dolduranların alkışını alıyordu. Festivalin en önemli konuğu kuşkusuz Theo Angelopoulos’tu. 1935 doğumlu büyük usta, ‘Balkanların Belleği’ bölümünde yer alan yedi filmiyle Adanalı izleyicilerin hayatını değiştirdi. Adana’yı onurlandırıp, sahnede ‘en iyi yönetmen’ ödülünü veren Angelopoulos, gönlünü sinemaya kaptırmış gençlerin belleğinden asla çıkmayacak sanırım. ‘Arıcı’, ‘Leyleğin Geciken Adımı’, ‘Ulis’in Bakışı’, ‘Kitera’ya Yolculuk’, ‘Sonsuzluk Ve Bir Gün’, ‘Ağlayan Çayır’ ve ‘Zamanın Tozu’, Adana’dan bir devin geçtiğinin kanıtları oldular… Alin Taşçıyan’ın moderatörlüğünü üstlendiği ‘Filistin’de Sinema Yapmak” adlı panel, 17. Altın Koza’nın unutulmazlarından oldu. Filistinli sinemacıların katıldığı ve yüzeyde dolaşmak yerine derine inmeyi başaran panelde, Nasri Hajjaj adlı yönetmen, yazar ve eleştirmen, insani bir noktaya değinerek yaşanan gerçeğin belki de en önemli kanıtını sundu salondakilere. Babasının doğduğu köye, özel izinle, doğumundan elli beş sene sonra, yani tamı tamına elli beş yaşında ayak basabildiğini, o an hissettiklerinden dolayı ölmeyi düşündüğünü ama ölse bile kendisinin o topraklara gömülme hakkı olmadığını söylemesi, yaşanan acı gerçeğin yanında sinemanın maalesef önemini yitirdiğini gösteriyordu. Buna karşılık, inadına sinemanın, sanatın ve insanın gücüne sığınmayı seçtiğini kısa ve net bir konuşmayla açıkladı. Gerçek bir sanatçı, sinemacı olmanın bireysel ve toplumsal sorumluluğunu bir de. Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması ile Öğrenci Filmleri Yarışması’nı unutmamak gerek. Gelecek adına umut vaat eden işler festivalin konuşulan konularından oldu. ‘Bal’ filmine, Adana Arıcılar ve Bal Üreticileri Birliği üyelerinin mesleki gelişim kursu adı altında katılımı, gülümseyerek hatırlayacağım bir anı olarak hep hafızamda kalacak.
47. ALTIN PORTAKAL
Çoğunluk, Pirselimoğlu, Cardinale ve diğerleri…
29. İstanbul, 21. Ankara, 17. Adana derken, 47. Altın Portakal’ı da geride bıraktık işte… Program yoğundu. Ulusal Yarışma filmlerini kaçırmamak için uluslararası gösterimleri feda ettik. Birçok film için ‘önümüzdeki maçlara bakacağız’ artık… ‘Çoğunluk’ bu yıla damga vurdu. Seren Yüce imzalı film, babasının kendi için çizdiği yolda ilerleyen bir gençle, Mertkan’la tanıştırdı bizi. Hiçbir donanımı, genel kültürü, dünya görüşü yoktu Mertkan’ın. Kendisi gibi olan yaşıtlarıyla takılıyordu. Babasının inşaat işlerine koşturuyordu arada. Kişiliği, çoğunluğun sıradanlığıyla, nobranlığıyla aynıydı. Çoğunluğun bir ferdiydi o. Bomboş geçen hayatı, Gül ile tanışınca allak bullak oluyordu. Vanlı genç kız İstanbul’da Kuştepe’de oturmakta ve ailesinden gizli olarak çalışıp okumaktaydı. Dünya görüşü vardı, korkuları, endişeleri vardı ve tutup Mertkan’ı sevdi. Mertkan, çıldırmış, uyuşturulmuş, düşüncesiz, duygusuz, sevgisiz, bayağı kalabalıktan, ‘çoğunluktan’ biri olmaktan kurtulabilecek miydi? Seren Yüce ilk uzun metrajında bu önemli sorunun cevabını ararken, çok yerinde tespitler yapıyor. Ama ilk film olmasından sanırım, biraz çoğunluğa oynamış ‘Çoğunluk’. İddia ve kör göze parmak bazı açıklamalar perdedekini bir parça zedeliyor ama bu, Yüce’nin filmini kötü kılmıyor. Umut veren bir sinemacı olduğunu düşündüren Seren Yüce’yi takip etmek gerek. ‘Mertkan’ rolünde filmin lokomotifi olan Bartu Küçükçağlayan, ilk performansında iyi bir iş çıkarmış. ‘En İyi Erkek Oyuncu’, ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’ ile birlikte üç ödülle ayrıldı ‘Çoğunluk’ Antalya’dan. Benim favorim ise ‘Saç’tı. Tayfun Pirselimoğlu, hayatın arka beşlisinde oturanların filmini çekmişti yine. Suç, ceza, vicdan, ölüm, yoksunluk, yalnızlık, sistemden pay alamayan terk edilmiş ruhlar, çıkışsızlık, sevgisizlik ve insanı sarıp sarmalayan boğucu karanlık… Rainer Marie Rilke’nin ünlü romanı ‘Malte Laurids Brigge’nin Notları’ şöyle başlar: ‘Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar. Burası ölünecek yer desem daha doğru…’. Bu satırlarla oldukça paraleldi ‘Saç’ın özü ve sanırım birçoğumuz hızla kısalan boylarımızı ölçmekten çoktan vazgeçmiştik… Filmin oyuncuları Ayberk Pekcan ile Nazan Kesal ‘gerçekten’ müthiş performanslarının karşılığını alamadılar. Buna karşılık Rıza Akın, ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ seçilerek ‘nasılsa’ jürinin dikkatini çekmeyi başardı. “Saç”, Ercan Özkan’la ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ ödülünü de kazanıyor ve festivalin bence ‘en iyi filmi’ olarak sadece iki ödülle noktalıyordu Antalya macerasını. Bu mesele üzerinde durmakta fayda var. Tavizsiz sinemacı bildiğini okuduğu ve ödün vermediği için kolay kabul görmüyor sanırım. Halbuki güçlü, yetkin, meselesi olan, ödünsüz, derin, tablo gibi filmler çekiyor. Hem de aynı ustalıkla. Kaba, hoyrat, düşüncesiz, ‘geçiştirilmiş’, cahil, değerlerini bozdurmaya can atan, ideallerini, düşlerini bile yitirmiş günümüz atmosferinde Pirselimoğlu gibilerinin varlığını hissetmek tedavi edici bir şey. Jüri Özel Ödülü kazanan ‘Press’ önemliydi. Sedat Yılmaz’ın yönettiği film, 90’ların başında Güneydoğu’da yaşanan gazeteci cinayetlerini, ‘Özgür Gündem’in içinden inceliyor, konuşulması gereken gerçekleri işaretlemesi açısından, cesur, insani ve samimi öyküsüyle önem arz ediyordu. Selim Güneş imzalı ‘Kar Beyaz’, Mircan’la yalnızca ‘En İyi Müzik’ ödülünü elde edebildi. Perdeye, Sabahattin Ali’nin ‘Ayran’ adlı öyküsünden uyarlanmış yaman filmde, Doğu Karadeniz’in bir dağ köyünde geçen içli yaşam mücadelesine, yokluk ve imkânsızlıkla sarmalanmış karakterler eşliğinde tanıklık ettik. Sinema sevgisiyle yapılmış, kendine önem yüklemeyen, bağırmayan, derli toplu, insan sıcağı, çok iyi bir filmdi ‘Kar Beyaz’. Yolu açık olsun. İlksen Başarır’ın ikinci uzun metrajı ‘Atlıkarınca’ fazla iddialı bir sosyal sorumluluk projesiydi sanki. Kanayan yara ‘ensest’ öyküsü, biraz yanlı, dolambaçlı, oyunlu duruyordu perdede. ‘Zefir’, doğa belgeseli tadında karanlık bir öykü anlattı. Neredeyse festivaller için çekilmiş bir filmdi ama eli boş ayrıldı Antalya’dan. Altın Koza’dan dört ödülle dönen ‘Kavşak’, Altın Portakal’da umduğunu bulamayan filmler arasında başı çekti. Jüri, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü, ‘Sinyora Enrica İle İtalyan Olmak’ filmindeki rolüyle 1938 doğumlu ünlü İtalyan aktris Claudia Cardinale’ye verdi. Bir dönemin efsane kadınlarından Cardinale’yi onurlandırayım derken, gözünün önündeki birçok kadın oyuncuyu harcamış oldu jüri. Gecenin garip karalarından biriydi bu. ‘Saç’taki incelikli performansıyla Nazan Kesal, ‘Atlıkarınca’ ile Nergis Öztürk ve ‘Kavşak’la Sezin Akbaşoğlu pekala kazanabilirlerdi bu ödülü. Cardinale biraz fantezi kaçtı, gereksiz bir üçüncü dünya tadı vererekten. Bir de ödülün ardından kurulan telefon bağlantısı. Kamera nerede diye sormak geldi içimden. Yok hayır, kesin bir kamera şakasıydı sanki her şey. Sunucu Ebru Akel, mikrofonu cep telefonuna yaklaştırıp, Cardinale’nin kelimeleri ve duygularına tanıklık etmemizi istedi sanırım fakat sahnedeki görüntü, kara komedi tadında bir plan sekans olarak kazındı zihnime. Nereden bilebilirdik öte yandan işletilmediğimizi. Telefondan gelen ses; pronto pronto derken, ‘Sinyora Enrica ile rezil olmak’ durumu yaşandı bir süre… Derviş Zaim’in gönlünü ise bizimkiler aldı. SİYAD ödülü, ‘Gölgeler ve Suretler’e gitti. Özcan Deniz, Hüsnü Şenlendirici ve ‘eksik’ Anadolu Ateşi gösterisi, sahnenin bir köşesinde kalakalmış Antalya Devlet Senfoni Orkestrası elemanlarını biraz üzdü sanırım. Jüri başkanı Kadir İnanır’ın, ‘kazananlar sevinsin ama kaybedenler de üzülmesin’ sözlerini, gündelik hayatta kullanmak üzere borç alarak ayrıldım geceden… Evet, festival elinden geldiğince ağırlamaya çalıştı konuklarını. Kusturica’ya, ‘dışarıdan’ yapılan ayıp büyüktü. Kimi meslektaşlarının Kusturica’ya olan tepkisi, bu ayıbı daha da arttırdı. Festival yönetiminin bu ayıp karşısındaki duruşu ise düzgün ve tavizsiz oldu. Film sonları, biz sinema yazarlarının moderatörlüğünü üstlendiği söyleşilerde, Portakal Cafe’yi dolduran kalabalığı görmeliydiniz. Gözlerinden ve yüreklerinden geçen film şeritlerine bizzat şahit oldum.
MURAT ERŞAHİN