Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

12 HAZİRAN 2020

07 Haziran 2020 Pazar 13:34
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.

Bu hafta, yani 12 Haziran 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı. Madem Haziran ayındayız; siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Haziran sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2009 ve 2010 yıllarının Haziran ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Haziran’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…

Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!

 

Sinemadan Çıkmış İnsan (Haziran 2009)

 

28. ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NİN ARDINDAN

Tatlı bir yorgunluk…

Siz bu satırları okurken aylardan Haziran olacak… Bense halen Nisan’dayım… Bazen acele etmek gerekmiyor. Bir yıla da yayılabilir güzel anlar. Nisan ayı İstanbul’da başka bir güzel. İstanbul Film Festivali de var bu güzelliklerin içinde. Yirmi sekiz yıldır… 16 günlük film maratonu bitip evlerimize döndüğümüzde yorgunduk hepimiz. Ama hoş bir yorgunluk. Hani bir dostunuzla karşılıklı öğlen rakısı içmişsinizdir, yahut ta sevgilinize sarılıp upuzun yürümüşsünüzdür bütün gün. Eve girip, yalnız kaldığınız an başka türlü bir yorgunluk kaplar içinizi. Pişman olmayacağınız, yakınmayacağınız, dert etmeyeceğiniz, aklınızın bir köşesine keyifli bir anı olarak sakladığınız bir yorgunluktur bu… Bu yıl festivalde kendi payıma elliye yakın film izledim. Beni derinden etkileyenleri paylaşmak isterim. Ama bir teşekkürü unutmadan. Biz SİYAD’lılara İstiklal Caddesi’nin hoyrat kalabalığında, kendimizi evimizde hissettiren bütün festival ekibine çok teşekkürler. Özellikle, daha çok yorduklarımıza. İdil’e, Ayşe’ye, Berna’ya, Üstüngel’e ve adını unuttuklarıma… Evet, en çok sevdiğim film, daha önce de izleme şansı bulduğum ‘35 Tek Rom’ oldu. Hesapsız ve bozulamaz duyguların, karşılıksız özverinin ve aşkın öyküsünü anlatıyordu Claire Denis. Bir baba ve kızı, işçi evleri, sokakları, umutları, düşleri, trenleri ve yaşamın karşı konulmaz gücü…

Yine daha önce izlediğim ‘Gir Kanıma’ vampirli bir tutku hikâyesiydi. Tekin olmayan korku-gerilimin, duyarlı bir aşk öyküsüne eşlik ettiği naif yapım, özenle kurduğu atmosferine politik bir söylemi de ekliyordu. Festivalin en büyük keşiflerinden biriydi ‘Başsız Kadın’. Algı ve duygunun halleri vardı filmde. Sınıfsal bir kaybolmuşluk. Belirsizlik. Dondurulmuş bir insanlık. Fonda ise, ‘Mamy Blue’… Güney Kore yapımı ‘Takipçi’ zımba gibiydi. Sert, vahşi, eleştirel, hüzünlü, duygusal. Jilet gibi bir öykü, tempo, yönetmenlik, kurgu ve yüzde yüz sinema. Polonyalı usta Skolimowski, on yedi yıl aradan sonra muhteşem bir geri dönüşle festivaldeydi. ‘Aşk’ın ne olduğu üzerine kişilikli bir sinemayla. Yaşanmaz ve penceresiz bir dünyanın kanıtıydı ‘Anna ile Dört Gece’. ‘Uluslararası Yarışma’da ‘Altın Lale’yi kazanan ‘Tony Manero’, faşist, arızalı bir coğrafya ve zamandan, son derece arızalı bir şahsiyet ve toplum portresiydi. İnsanda, sert bir aparküt ve ani bir kroşe etkisi yaratıyordu. Başrol oyuncusu Alfredo Castro hayran bırakıyordu kendisine. ‘Yaz Saati’… Dakikalarca ağladığımı hatırlıyorum. İstiklal Caddesi boyunca bir uçtan diğerine yürümemi… Yozlaşmış ve erozyona uğramış hız çağında, kaybolmaya yüz tutmuş değerleri, eşsiz bir naifliğin yanında içi tamamen boşalmış duyguları, eşyalar ve mekânlar üzerinden inanılmaz bir duyarlıkla anlatması sebebiyle unutulmaz bir filmdi benim için. Sessiz sedasız bir büyüme, olgunlaşma öyküsüydü ‘Stella’. Son derece dokunaklı ve ayakları yere basan bir film. Üstelik yıl 1977’di… İçerdiği bütün sertliğe, çıplak, tavizsiz gerçeğe, acımasızlığa rağmen ruhu yaralayan yanıyla önemliydi ‘Öfke’. Vahşi doğanın ortasında izole edilmiş duygular geçidiydi. ‘Piçler’ güçlü bir film. İzleyiciyi, ‘şok edici’ finale hazırlayan, an be an yükselen isimsiz bir gerilim, çaresizlik ve çıkışsızlığın cevabı, sert bir tokat. ‘Tulpan’ direkt kalple izleniyor. Kazak stepleri, tabiilik, bir arada kalmak, sevgi ve doğanın ham hali… ‘Yaz’… Sadakat, dostluk, aşk ve özveri…

Bazen imkânsız hale gelen oluşlar, nüanslar ve adına hayat dediğimiz ‘hesapsız sürpriz’ üzerine yüreğe saplanan bir bıçak. Hepimizin geçirdiği yazlardan bir şeyler vardı, aşklardan, geri dönemeyişlerden, imkânsızlık ve pişmanlıklardan. Ama fedakârlıktı insanı insan kılan. ‘This is England’ ile aklımıza kazınan Shane Meadows, küçük ama içi dolu filmi ‘Somers Town’ ile gülücükler konduruyordu dudaklarımıza. Umut, emek, dostluk ve aşk kokuyordu film. Her türlü boktanlığına rağmen yine de hayatın yaşanmaya değer olduğunu gösteriyordu. Öykü anlatmasını ve sarsmasını iyi biliyor Lukas Moodysson. ‘Babil’e benzetilse de, farklıydı bence ‘Mamut’. Direkt ve samimi söylüyordu lafını. Yalındı, insancıldı, doğruydu ve acıtıcıydı. ‘Kuzey’, Norveç’ten esen ama üşütmeyen ılık bir rüzgârdı. Tuhaf yol filmi, hayatın anlamı-anlamsızlığı üzerine asla ‘yukardan’ olmayan akıllı ve insani şeyler söylüyordu. Usta olmak kolay değil. Fazla yanıltmıyor ustalar.

İsveçli Jan Troell, şiirsel filmi ‘Ölümsüz Anlar’ da, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişimleri, fedakâr bir anne ve eşin gözünden anlatıyordu. İnsanca, aşkla, tutkuyla. Baştan sona dümdüz, artı değere inanarak, dürüstçe. ‘Post-modern’ oluşlara inat bayıldım filme. İki yeni yerli film izledim. ‘Uzak İhtimal’, doğruydu ve kıvırmıyordu. Neyse oydu. İlk film için eksiğine, gediğine rağmen olgundu. Pelin Esmer’in ‘11’e 10 Kala’sı iyi başlayıp vasat sona erdi. Fazla uzun süresi, kurmacanın dokümanterle flörtünü zedelemiyordu ama tekrara yol açıyordu. Yine de iyi niyet ve duyarlılık, öteliyordu eksileri. Geçiverdi festival. Ben ve yakın dostlarım, ‘THX 1138’ istikrarı ve inadı ile İstiklal’e kilidi vurmadan önce serum takviyesiyle izin istedim festivalden. Mözer ile ‘Lades’ devamlılığımız, meşhur menemen, sucuklu yumurta ve yağda tavuk, Galatasaray sınırına dek film arası voltalar, kapanış biraları, Ak Sanat’ın sıcak ev ortamında happy hour, sabah poğaçaları, füniküler, Kabataş vapuru, Yeni Rüya, Emek, Atlas, akredite basın kartlarımız, biletlerimiz, hiç olmadı gibi oldu aniden… Gelecek Nisan çabuk gelse bari…

 

İŞKENCE ODASI

İnsafı olmayan yeni bir akım
Pascal Laugier’in yazıp yönettiği Fransız yapımının herkese göre olmadığını söyleyerek başlayalım. Son yıllarda fazlasıyla sert ve şiddet yüklü korku filmleri furyasıyla Hollywood’dan geri kalmayan Fransız sineması, ‘Haute Tension / Yüksek Tansiyon’, ‘À l'intérieur / İçerde’ ve ‘Frontière(s)/ Sınırda’ gibi örneklerle bu savı kanıtlamıştı. Olanca gerçekliğiyle sergilenen vahşet, sarsıcı, sinir bozucu bir hâl alıyordu ve bence ortaya yeni bir ekol çıkıyordu: ‘Yeni Dalga Gore’. ‘Martyrs / İşkence Odası’ işte bu ekolün yeni bir örneği. Dram soslu ‘vahşet’ filmi, akıl almayacak derecede tedirgin edici ve çok sert. Geçmişten günümüze uzanan bir işkence organizasyonu, kurbanlar ve bu sapkın organizasyonun nihai amacı… Yönetmenlik, biçim ve yapım anlamında sorunu olmayan ama ham ve tavizsiz bir vahşeti böylesine açık, rahat ve belgesel kıvamında perdeye yansıtması üzerine ‘soru işaretleri ve ünlemler’ içerebilecek bu yeni akım, midesi ve sinirlerinden yana derdi olanlarla türün iflah olmaz hayranları dışında kalanlara dikkatle önerilir… Bu arada gerçek hayatta gün be gün artan vahşet tabloları… ‘Gore’ bir dünya artık yaşadığımız. Batısıyla, doğusuyla, her yeriyle. Yeni akım ve hayat birbirlerinden besleniyorlar.


USTA

‘…Sevda ne yana düşer usta, hicran ne yana. Yalnızlık hep bana, bana mı düşer usta?’ Refik Durbaş

Toplumsal gerçekleri ve günümüz değer yargılarını başarılı biçimde yansıtıyor Bahadır Karataş’ın ilk filmi. Anlatım, yerli yapımlarda nadiren görülen ‘yakalanmış hoş ayrıntılar’ ve teknik açıdan da (sanat ve görüntü yönetimi dikkat çekici) başarılı bir film ‘Usta’. Benim kişisel sıkıntım, bu filmin gerçekten ‘çok iyi’ olabilecekken ‘teğet geçmesi’… Bazı noktalara itirazım var. Sloganvari görüşlerin altı fazla çizilmiş. Söylem didaktik olmuş. Bazı diyaloglar, bu ‘anlarda’ yama gibi kalıyor perdede. Daha rahat, daha göndermeli, ne bileyim daha büyülü olabilirdi her şey. Çünkü ekip ve yönetmen iyi. Sinema duyguları gelişmiş. Sinematografik yetenekleri gerçekten belli bir düzeyde. Bu yüzden kör gözün parmağına oluyor ‘söylenmesi gerekli ve söylenen bu sözler’. Bir de oyunculuklar… Yetkin Dikiciler iyi. Ama şöyle, ‘ustam seslendi uzaktan oğlum al takımları’ tadında bir usta değil asla. Ne bileyim, bana öyle gelmedi en azından. Fadik Sevin Atasoy, fazla ‘oynuyor’. Şevket Çoruh ise epey yukardan ve epey karikatür. Bir dostumun dediği gibi hayatta böyle insanlar var (hatta ‘sen de böylesin, farkında değilsin’ dedi bana. Haklı olabilir.) Ama örneğin kahvaltı sofrasında oturuyorlar. İki kişi konuşuyor. Çoruh, kaşıyla, gözüyle, her türlü mimikle o sahnede. Müthiş bir yetenek. Beyazperdedeki her anında bunu belli ediyor ama bu filmde ‘fazla’ ortada. Birkaç perde aşağıdan oynamalı gibi geldi bana. Sonra, şu ‘The Astronaut Farmer’ meselesi…

Başrolünü Billy Bob Thornton’un üstlendiği, Michael Polish imzalı 2006 ABD yapımı ‘The Astronout Farmer’ öykü olarak inanılmaz benziyor ‘Usta’ya. Eski bir NASA elemanı, çiftliğinde uzaya çıkmak üzere bir roket yapma gayretinde ve kimse ona inanmıyor. Ailesi, dostları ve resmi makamlarla olan ilişkileri var bir de… Yani, benziyor işte. Bu benzerlik, ‘Usta’ya kesinlikle kara çalmaz. Doğal bir şey. Fakat bu nedenleri üst üste koyduğumda ortaya çıkan sonuç, filmi ‘çok iyi’ bulabilecekken neden sadece ‘iyi’ bulduğumu anlatıyor bana. Daha güçlü, şaşırtıcı ve daha az didaktik bir film bekleyebiliriz artık Bahadır Karataş’tan. Çünkü yapabileceğini biliyoruz…

 

STAR TREK

Geçmiş zaman olur ki…

Eski dostlar, çocukluk arkadaşlarım, Kaptan Kirk, Mr. Spock, Doktor McCoy, Teğmen Uhura, Teğmen Sulu, Chekov ve tabii ki, ‘ışınla bizi’ Scotty. Yıllar sonra yeniden beyazperdedeler. Ama gençlik halleriyle. ‘Tıfıl’ biçimde. J. J. Abrams’ın hünerli ellerinde hikâye, en başından anlatılıyor. ‘Atılgan’ın ilk yolculuğu ve kahramanlarımızın nasıl olgunlaştıkları... Eski dostları, yeni yüzler başarıyla canlandırıyor. Eğlence, nostalji her şey yerli yerinde. İnsan elde değil hüzünleniyor yine de… Kaptanın seyir defterini kim yazar bilinmez artık ve insana en çok dokunan da, ‘Atılgan’ın son yolculuğuna çoktan çıkıp, geleneksel erkekler için son teknoloji bir jilete dönüştüğü gerçeği…

 

Sinemadan Çıkmış İnsan (Haziran 2010)

 

13. UÇAN SÜPÜRGE ULUSLARARASI KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ

‘O Kötü, Ya Sen?’

Ankara, Mayıs’ta bir başka güzel… İlkbahar’ın bütün yenileyiciliği ve iyileştiriciliği sokaklarda. Mutlu hissediyorsunuz kendinizi. Kızılırmak sinemasının önü hareketli, canlı… Masmavi gökyüzünde uçan süpürgeler var. Rengârenk uçurtmalar misali özgürce süzülüyorlar… Türlü aksilik sonucu yıllardır katılamadığım ‘Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’ için Ankara’daydım bu kez. Festivalin ana teması bu yıl ‘kötülük’tü: Sinemada kadına atfedilen kötülükler… İçi tıka basa ‘kötülükle’ dolmuş sığ, kaba dünyada artık ‘iyi olmak istemeyen’ kadının ironisiydi kötülük. Sinema tarihimizin meşhur ‘kötü kadın’ı Lale Belkıs, ‘yaptığı bütün kötülükler’ adına Uçan Süpürge Onur Ödülü’nü Hale Soygazi ve Deniz Türkali’nin ellerinden aldı. Bildik iyi, uslu, itaatkâr kadını değil, uyumsuz, özgür ve güçlü kadını perdeye taşıyan, sadece oyuncu olarak değil, müzikten resme, hemen her disiplinde fark yaratmayı başaran bu ‘gerçek insan’, sahnede yine harikaydı. Devlet Opera ve Balesi Salonu’ndaki açılış töreni ilginçti. Shakespeare’in ölümsüz oyunu ‘Macbeth’, Uçan Süpürge yorumuyla sahnedeydi. Üç Cadı ve Macbeth aynı zamanda töreni de sundular. FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği), 2004 yılından beri Festivale jüri gönderiyor. ‘Her Biri Ayrı Renk’ bölümünde gösterilen 13 film, bu prestijli ödül için yarıştı. Kazanan, Ursula Meier’in keskin dramı ‘Yuva’ oldu. İlki geçtiğimiz yıl verilen ‘Genç Cadı’ ödülüne ise ‘Bornova Bornova’daki performansıyla Damla Sönmez layık görüldü. ‘Kötülük’, ‘Sinemamız’, ‘Altın Kızlar’, ‘Made in Europe’, ‘En İyisi’, ‘Erkekler Matinesi’ ve ‘Kısa Olmazsa Olmaz’ diğer önemli bölümleriydi festivalin. ‘İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları’ ve ‘Nahide’nin Türküsü’, ‘Öteki Tarih’ bölümünün ‘yerleşik doğruları sorgulayan’ belgeselleriydiler. Kızılırmak Sineması uzun metrajlara, Goethe Enstitüsü ise kısa metraj ve belgesel filmlere ev sahipliği yaptı.

Film seçimi gayet titiz yapılmıştı. Emeği geçenleri kutlamak gerek. Minik ama kocaman yürekli ekibi… Uçan süpürgeleriyle, her türlü ayrımcılığı, etrafı doldurmuş gerçek kötülüğü yok etmek için uğraş veren, toplumsal cinsiyet eşitliği duyarlılığı için çabalayan bu bir avuç yürekli ve çalışkan insana teşekkür etmek çok önemli. Halime’ye, Aydan’a, Bilge’ye, Özlem’e, Hande’ye ve özellikle de Uğur’a… Bir de fedakârca çırpınan gönüllülere. Yeni dostlar, filmler, paneller, renkler, sesler, düşler… Her türlü desteğin koşulsuz verilmesi gereken bu ‘özgür’, ‘cesur’ ve ‘samimi’ festival için iyi dilekler. 14. Uçan Süpürge gelsin bir an önce.

 

PUS

‘…Böyle bir yer, insanın bütün özlemlerini öldürür…’ Elias Canetti

Tayfun Pirselimoğlu’nun kapkara filmi, yönetmenin sinemasından alışık olduğumuz üzere, yine son derece tavizsiz ve ‘doğru’ bir yapım. Pirselimoğlu’nun sinemasını seviyorum. Romanlarını, öykülerini, resimlerini ve kişiliğini de… Meseleleri, dünyayla ve yaşadığı gerçeklerle alıp veremediği olan, doğru, dürüst, mütevazı, nazik, düşünceli, duyarlı, neyse o olan bir ‘sanatçı’. Filmlerine yansıyan da bu: Neyse o olması… Duyarlılık meselesi çok önemli. Sinema her şeyden önce kalple, yürekle, duyumsamakla ilgili bir sanat. Şiir gibi. Pirselimoğlu, bu dili biliyor. İzleyicisinden çaba bekliyor. Anlamasını, görmesini, kendini zorlamasını, katılmasını ve sonuçta duyumsamasını… Bu girizgâh, ‘Pus’ için önemli. Türkiye gerçeklerini deşen, ‘karanlık’ bir öykü anlatıyor film. Korsan DVD işi yapan bir karakter ve onu farklı ‘ölüm’lerle buluşturacak beklenmedik bir olay. Suç, vicdan ve ölüm… İzole bir yalnızlık… İstanbul’un son hız büyüyen varoşlarından Altınşehir’de geçen öykü, ‘burası neresi?’ dedirten filmlerden değil. ‘Burası Altınşehir, İstanbul, Türkiye’ dedirtenlerden. Gerçeğin ta kendisi. Bazılarının, perdedekini gerçek gibi görmedikleri ‘kesin bir gerçek’ üstelik. Nefes alıp veren, bir müddet duran, sonra kendi doğal hızıyla süren, acımasız, adaletsiz, çıkışsız, sert, sterillikten uzak bir gerçek.

Filmin oyuncuları Ruhi Sarı, Mehmet Avcı ve Nurcan Ülger şahaneler. Her gün bir yerlerde fark etmeden yanımızdan geçen varoşta yaşayan insanın öyküsü var ‘Pus’ta. Büyük şehirle arasında gözle görünmeyen bir cam olan, apayrı bir yer ‘Altınşehir’. Orada yaşananlar tamamen farklı bir düzlemde. Refleksleri ve alışkanlıkları bakımından, her türlü gidişata yön veren büyük ve acımasız ‘sistem’ dışında kalan bir organizma sanki… Pirselimoğlu, kısa filmi ‘Dayım’la çıktığı yolculukta, ‘Hiçbiryerde’ ve ‘Rıza’nın ardından yine bildiği, inandığı şeyi yapıyor. Durum tespiti, oldukça acı. Perdedeki, ölümle, acıyla, çıkışsızlıkla ve bunların müsebbibi olan sistemle ilgili öykü gerçeğin ta kendisi. Yönetmenin yeni filmi ‘Saç’ı da merakla beklediğimizi not düşelim.

 

HAYATA ÇALIM AT

‘… Ne geçmiş tükendi, ne yarınlar. Hayat yeniler bizleri. Geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar.’ Murathan Mungan

Futbol fanatiği olan hayatı ıskalamış bir posta memuru, bir dolu sorunla boğuşurken, kendine yoldaş olacak hayali bir dostun koruması altına girer; ‘yetenekli filozof’ Eric Cantona’nın… ‘Takım olduğumuzda, tek başıma olduğumuzdan daha güçlüyüz’ diye bağıran film, ‘işçi sınıfının gür sesi’ Ken Loach imzalı. Ustanın diğer işlerinden daha hafif gözükse de, değindiği meseleler ve duygusu açısından küçük bir ‘büyük film’ olan yapımda, yüreğe işleyen performansıyla zihne kazınan usta aktör Steve Evets’a, eski efsane futbolcu-aktör-filozof Eric Cantona eşlik ediyor. Britanya’nın futbol adaletine kendi yasalarını yazdıran Fransız’ın adadaki silinmez etkisi perdeye yansımış. Loach’un kadim dostu Paul Laverty’nin senaryosu hayatın tam içinde nefes alıp veriyor. 2009’da Cannes’de Altın Palmiye adayı olan incelikli dram, zeki mizahı ve hüzünle örülmüş yapısıyla çok hoş. Manchester United, idoller, kurtlar sofrası, sınıfsal durumlar, kahrolası kapitalizm, sosyal adaletsizlik, birlikte kalmak, takım olmak, geç kalmış aşk, pişmanlıklar, dostluk, dayanışma, koşulsuz ve şartsız sevgi, Loach’un daha önce pek tanıklık etmediğiniz mizahıyla birleşmiş. En önemlisi de şu, Cantona diyor ki; ‘bana futbolculuk hayatımda unutamadığım bir anı, bir golü soruyorlar. Böyle bir an var. Golle biten bir atakta arkadaşıma verdiğim o son pas’. Her şey enfes bir pasla başlar… Herkesin unutulmaz bir gol atmak istediği günümüzde, unutulmaz bir gol pası vermeyi tercih edenlerin filmi…

 

ROBIN HOOD

‘Demokrasinin toplumsal kökenleri üzerine epik bir şölen’

Büyük usta Ridley Scott, bu kez beyazperdenin de çok sevdiği efsane bir kişiliğe, zenginden alıp yoksula dağıtan adaletli bir kahramana dokunmuş. Efsanenin doğmasına neden olan tarihi ve toplumsal gelişmelerden, meselelerden çıkmış yola. Sonu ‘Magna Karta’ya uzanan bir özgürleşme sürecinde, bu zahmetli yolda akıtılan teri, emeği öykülemiş. Robin Hood, Britanya folklorunun çok sevilen bir figürü. Scott, Haçlı seferine çıkmış Aslan Yürekli Richard’ın usta okçularından Robin Longstride’ın, ‘Robin Hood’ mitine dönüşmesini yine bildiğimiz ustalığıyla kotarmış. Tabii bunda, yetenekli kalem Brian Helgeland’ın da katkısı var. Dönemin toplumsal ipuçları ve mitin ortaya çıkmasının nedenleri, aksiyon ve romantizm yüklü, sürükleyici bir öyküde işlenmiş. Robin Hood’a hayat veren isim Russell Crowe. Scott ve Crowe’un birlikte beşinci çalışmaları olan tarihi macerada, hayran olunası aktris Cate Blanchett, yeteneği ve cazibesiyle bir kez daha büyülüyor. ‘Sherlock Holmes’ün kötü adamı Mark Strong, kötülüklerine bu kez ‘Godfrey’ karakteriyle devam ediyor. Matthew Macfadyen ise, kahramanımızın ezeli düşmanı ‘Nottingham Şerifi’ rolünde. Ama öyküde fazla rolü yok. Onun efsaneyle olan ilişkisi, filmin bittiği yerde başlıyor.

Sherwood ormanlarının cesur ve adaletli ‘hırsızlar prensinin’ yeni uyarlaması, yapım tasarımıyla da dikkat çekici. Kral Philip önderliğindeki Fransız çıkarması, ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ı getiriyor hemen akla. Tematik ve biçimsel olarak üst düzey bir sinema örneği Robin Hood. İzleyiciye sunulan ‘klasik’ bir armağan. Sinemanın büyüsüne denk düşen keyifli bir iş. Defalarca izlenecek tat ve kıvamda olan film, 70’lerin ünlü İngiliz kulübü ‘Nottingham Forest’i, karakterden esinlenmiş bir diğer ünlü kahraman ‘Ivanhoe’yu, Robin Hood’u daha çok sevdiren ‘Milliyet Çocuk Dergisi’ni, eski ‘Robin’ler Errol Flynn ve Douglas Fairbanks’i, ‘çocukluğun soğuk gecelerini’, çoktan yitirilen içi dolu anlamları hatırlatıyor insana. Hüzünle karışık gülümsüyorsunuz son jeneriklerde…

 

ELM SOKAĞI’NDA KÂBUS

Nerede bizim Freddy?

Yılların ‘Freddy Kruger’ı Robert Englund, yerini Jackie Earl Halley’e bırakmış.
Yeni ‘Kruger’ Halley iyi bir aktör. 2006 tarihli ‘Tutku Oyunları’nda canlandırdığı arızalı karakter ile ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ dalında Oscar adayı olmuş, Zack Snyder’ın ‘Watchmen’ ve Martin Scorsese’nin ‘Zindan Adası’ filmlerinde önemli roller üstlenmişti. Tabii, iyi bir aktör olmak, her karakteri başarıyla taşımak anlamına gelmiyor. Halley, ‘Freddy Kruger’i, başka bir yorum ve tipoloji ile canlandırsa da, insan ‘nerede Robert Englund baba’ diye soruyor kendine filmin her anında. Hızla yaşlandığımızdan mı, ‘eski’nin değerinden mi bilinmez, yeni Freddy çok iğreti duruyor perdede. Film de öyle. Bir yeniden çevrimden öte, kötü bir kopya olmuş izlediğimiz şey. Bildiğimiz öykü, hiçbir sinemasal numara içermeden, eskisinin üzerine yeni bir ‘lezzet’ ve buluş eklenmeden servis edilmiş. Anlık sıçramalar, suni bir oldu-bitti etkisi yaratıyor. Dilde kekremsi bir tat, iflah olmaz bir nostaljiyle çıkıyorsunuz salondan. ‘One, two Freddy come for you’ filan kurtarmıyor meseleyi. Önce ekmeklerin bozulması gibi bir his bu. ‘Elm Sokağı’nda hayatta kalmanın tek yolu, uykuya dalmamak ya; ‘yeniden çevrimi’ izlerken hayatta kalmak için uykuya dalmak gerekiyor inanın…
MURAT ERŞAHİN

 

 

 

 



Diğer Yazılar