Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

09 EKİM 2020

08 Ekim 2020 Perşembe 19:11
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 

Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız. Yaklaşık üç ay önce yeniden başlayan vizyon, 9 Ekim haftasında altı yeni filme ev sahipliği yapıyor. Haftanın belki de en dikkat çekici yenisi olan ‘Waiting for the Barbarians / Barbarları Beklerken’ notlarımızda yer alıyor. Nobel ödüllü usta kalem J. M. Coetzee’nin aynı adlı kitabından bizzat yazar tarafından perdeye uyarlanan dramın yönetmeni ise yaman Kolombiyalı sinemacı Ciro Guerra. 

Keith Thomas’ın yazıp yönettiği ilk uzun metraj kurmacası, ‘The Vigil / Ölü Nöbeti’ ilginç bir korku-gerilim denemesi. Fransa-Almanya-Güney Afrika-İsviçre-Fas-ABD ortak yapımı macera ‘Mia et le lion blanc / Vahşi Dostum’, yediden yetmişe bütün aile üyelerine sesleniyor. Gilles de Maistre imzalı sıcacık öykü, on yaşındaki Mia’nın bembeyaz bir aslan olan Charlie’yle olan dostluğunu taşıyor perdeye. Malezya’dan çıkagelen ve özellikle küçük yaştaki izleyicilere seslenen animasyon ‘Boboiboy: The Movie’, aynı adlı TV serisinden uyarlanmış perdeye. Bülent Demirdelen’in yönettiği komedi türündeki ‘Aile Hükümeti’ ile yönetmen koltuğunda Samet Başormancı’nın oturduğu korku-gerilim ‘Bir Psikopatın Günlüğü’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. 

Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos ve nihayet Eylül aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, eskiyi; 2011 yılının Ekim ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Ekim’inde sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 

Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!


BARBARLARI BEKLERKEN

Geliyorlar, gelecekler, geldiler…

2015 tarihli ‘El abrazo de la serpiente / Yılanın Kucağında’ ve 2018 yapımı ‘Pájaros de verano / Göç Mevsimi’ gibi nitelikli filmleriyle tanıdığımız Kolombiyalı yönetmen Ciro Guerra’nın beşinci uzun metraj kurmacası olan ‘Waiting for the Barbarians / Barbarları Beklerken’, 2003 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış, 1940 doğumlu Güney Afrikalı usta yazar J. M. Coetzee’nin aynı adlı ünlü romanından bizzat kendi eliyle uyarlanmış perdeye!

Galasını, ‘Altın Aslan’ için yarıştığı Venedik’te yapan dram, yirminci yüzyıl başlarında, adı belirtilmeyen bir imparatorluğun ücra bir sınır bölgesinde geçiyor. Yerel idareden sorumlu insancıl sulh hâkimi, merkezden, sınır ötesindeki ‘barbar’ tehdidine karşı bölgeye gönderilen faşist Albay Joll’un acımasız tutum ve davranışlarına tanıklık edecektir. Otorite ve iktidar ile ilişkisi derinden sarsılan hâkim, bir dizi trajik olay yaşar ve… Uçsuz bucaksız toprakları olan imparatorluğun düşman yaratma konusundaki azmi, küçük insana egemen olan faşist, kötücül hisler, zorbalık, zulüm, baskı, güvende olma hissi ve ‘öteki’lerin yükselen sessizliği! 

İtalya-ABD ortak yapımında başrolü üstlenen Mark Rylance’ın ‘müthiş’ performansına, usta aktör Johnny Depp ve yükselen değer Robert Pattinson başarıyla eşlik ediyorlar. Gana Bayarsaikhan, Greta Scacchi, David Dencik ve Sam Reid, ‘zengin’ oyuncu kadrosunun öne çıkan diğer isimleri. Usta görüntü yönetmeni Chris Menges’in neyi görüntülediğinden emin kamerası, titiz yapım tasarımıyla birlikte artı değer yaratsa da, uyarlandığı enfes satırların üstüne çıkmayı başaramadığını belirtmek de önemli yapımın. 

Kitabın genel atmosferi, ‘yaman’ yönetmen Guerra’ya rağmen, perdede avare biçimde salınıyor. Bölümler halinde ‘derin ve çarpıcı’ olsa da, kitabın genel ve zengin içeriği olan ruh altı durumlarını, birçok karakter birer karikatür gibi giyinmiş üstüne. Yine de evrensel değinileri, dünyanın ve doğru kullanılmayan gücün değişmeyen makûs talihi, insanın kadersizliği ve ‘düşman’ yaratmanın matematiği üzerine iyi bir film duruyor perdede! (3,5 / 5)    


Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ekim 2011


KOVBOYLAR VE UZAYLILAR
Western üzeri bir buçuk bilimkurgu

Hollywood, uzaylıları; vahşi batıya da monte etmeyi başardı sonunda. Kovboylar ve Kızılderililer, tüfekle, okla, mızrakla, batının zengin altın rezervinin peşine düşmüş kötü niyetli uzaylılara karşı! Beyaz adam, kısa süreliğine, ezeli düşmanı Kızılderililerle barışıp, kendi zenginliğini çalmak üzere topraklarına dek gelmiş kötücül uzaylılarla savaşıyor. Yürütücü yapımcıları arasında, kârlı işlerin kokusunu çok uzaklardan alan Steven Spielberg’in de bulunduğu bilimkurgu western’in yönetmen koltuğunda, ‘Iron Man’ serilerini imzalamış aktör-yönetmen Jon Favreau oturuyor. 1800’lerin son çeyreğine girerken, façası bozuk, iri kıyım yabancı yaratıkları taşıyan koca bir uzay gemisi, Arizona topraklarına iniyor. Amaçları, değerli maden ‘altın’ı hortumlamak. Ama karşılarında, hesaba katmadıkları bir canlı var. Canlıların en vahşisi olan insan… Aman yanlış anlaşılmasın; film böyle demiyor tabii. Bu bizim yorumumuz. Öyküde, kovboylar, iş sıkıya gelince; Kızılderililerle, Meksikalılarla bir araya gelip, ‘kahramanca’ savaşıyorlar kendilerinden kat be kat üstün olan uzaylılarla. Bir kahramanlık destanı! duruyor perdede. ABD, bütün ‘iç’ çıkarları bir yana bırakıp tehditkâr ‘yabancı’ uzaylılara saldırıyor ve ‘altını’ tamamen koruma altına alınca da, haydi bakalım kuralım müreffeh ülkemizi diyor. Sistem bir kere daha başarıyla test ediyor kendini ve bir kez daha ABD’nin kurucusu o kahraman kovboyları! saygıyla anıp, geçmişiyle övünüyor. Vaziyet oldukça Amerikan yani. Bu muhafazakâr, fazlasıyla cumhuriyetçi resmin ardında Scott Mitchell Rosenberg diye bir adamcağız var. Kendisi, Platinum Stüdyoları’nın kurucusu. Eğlence sektörünün bu ünlü şirketi, çizgi roman karakterlerini barındıran dünyanın en geniş bağımsız kütüphanesini de kontrol ediyor. Bu karakterler; televizyona, sinemaya, yazılı ve görsel medyaya adapte edilirken bu şirketle görüşülüyor. Tehlikeli(!) bir adam yani bu Scott Mitchell Rosenberg. ‘Kovboylar ve Uzaylılar’ bu tehlikeli adamın fikri aslen. Ardından bir dolu tehlikeli adam bir araya gelip hayata geçiriyorlar projeyi. Başrolde, ‘yeni James Bond’ Daniel Craig var. Kendisi sözüm ona hep bir kovboyu canlandırmak istemiş. Başarılı olmuş mu; orası tartışma götürür! Yıldızın yanında bir başka usta aktör; geleceğin ABD başkan adaylarından Harrison Ford duruyor. Uzaylı filan dinlemiyor ‘baba aktör’; kırıp geçiriyor ortalığı. İlk yarım saat, filmin bütününe göre başarılı. İlk sahnelerde, klasik westernin hemen bütün öğelerine rastlamak mümkün. Fakat süre ilerleyip, uzaylılar arzı endam ettikçe, yani çetrefilleştikçe öykü, perdedeki ‘iş’ birden intifa kaybetmeye başlıyor. Sarktıkça sarkıyor film. Saçmaladıkça saçmalıyor hikâye. Dinmesi mümkün görünmeyen bir gürültü, müthiş bir karambol, görüntü kirliliği içinde anlamsızca, inanılmaz biçimde uykunuz geliyor. Filmin ikna edici tek yanının, başka bir gezegenden dünyamıza gelen yaratığı canlandıran ‘fazla güzel’ aktris Olivia Wilde olduğunu söylememiz gerek. Oyuncunun, bu dünyaya ait bir güzellik olmadığı konusunda hemfikir oluyoruz ilk kez yaratıcı kadroyla. Son tahlilde, büyük üstat Yılmaz Atadeniz’i düşürüyor akla film; elde değil. Şu imkânlar, para pul, teknoloji, ekipman, Yılmaz babanın elinde olsa, neler yapardı usta sinemacı diye düşünüyorsunuz koltuğunuzda; Harrison Ford ve Daniel Craig, aynı karede dünyanın en sevimsiz ikilisini oluşturmuşlarken... Yıldızlı bir veriyorsunuz filme, ‘evimden uzakta, yalnız bir kovboyum’ nasılsa diyerekten.


GOETHE’NİN İLK AŞKI
Yeni başlayanlar için ‘Goethe’

Gerçek bir öyküden uyarlanmış macera-dram ‘Nordwand / Kuzey Yamacı’nın yönetmeni Philipp Stölzl’ün yeni filmi, ünlü Alman edebiyatçı Goethe’nin gençlik yıllarına götürüyor bizi. Stölzl, hikâye anlatmayı iyi bilen bir sinemacı. Kadraja, biçime, neyi nasıl anlattığına önem veren bir isim. ‘Weimar Klasik’ olarak adlandırılan edebiyat ekolünün, ‘Fırtına ve Coşku / Sturm und Drung’ döneminin öncüsü ve en önemli temsilcisi Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749 – 1832) gençlik yıllarına bakıyor bu kez Stölzl. Henüz 25 yaşındayken bütün Avrupa’da üne kavuşan yazarın 1774’te yayımlanan ünlü eseri ‘Genç Werther’in Acıları’nı kaleme alma öyküsü yansımış perdeye. Yani Goethe’nin gençliği ve onu ‘Goethe’ kılan eseri yazdıran büyük aşkı Lotte Buff ile olan ilişkisi. Frankfurt’un tanınmış ailelerinden birinin çocuğu olarak dünyaya gelen Johann Goethe’nin hukukçu babası, her baba gibi; oğlunun ciddi ve kabul görür bir meslek sahibi olmasını istemekte ve oğlunun yazı hevesini, ‘karalama’ olarak görmektedir. Hukuk eğitimini tamamlayan Goethe, babasının teşvikiyle Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesi’ne staja gider. Kıdemli meslektaşı Albert Kestner’la aynı kadına, Lotte Buff’a aşık olur. Buff ailesi ise, Lotte’nin maddi zorluklar yüzünden nüfuzlu ve zengin bir adam olan Kestner’la nişanlanmasını istemektedir. Nişan gerçekleşir. Bu esnada Goethe’nin en yakın dostu olan meslektaşı Wilhelm Jerusalem’de evli bir kadını sevmektedir ve imkânsız aşkı yüzünden intiharı seçer. Bütün bu gelişmeler sonucu, büyük yankı uyandıran ve Avrupa’daki gençlerin aşk intiharlarına yönelmesine neden olacak denli gerçekçi bir anlatıma sahip ‘Genç Werther’in Acıları’ çıkar ortaya. Aşk, dostluk, edebiyat, gerçeğin soğuk yüzü ve kelimelerin gücü… Stölzl, elindeki malzemeden, çok ağdalı olmayan, Goethe’nin eserlerinin dayandığı derin temelleri göz ardı eden, daha hafif bir metin çıkarmış ortaya. Bilerek yapmış bunu. İki genç insanın aşkından yola çıkarak, aşk acısından doğan felaketleri ve bu felaketlerin beslediği olağanüstü anları, durumları, onların tetiklediği farklı başlangıçları, verdiği esinleri ve esinlerin sonucu olan büyük eserlerin öyküsünü anlatmış. Edebiyatın dev isimlerinden Goethe’nin ‘olma’ sürecine değinirken, aslında sokaktaki herhangi bir adamın aşk için yapabileceklerini ve gideceği son noktayı merkez seçmiş kendine. Üç başrol oyuncusu, Alexander Fehling, Miriam Stein ve kadronun uluslararası isimlerinden Moritz Bleibtreu’nun performansları çok iyi. Kolja Brandt imzalı görüntü yönetimi ve Ingo Frenzel’in orijinal müziği de çok şey katmış filme. Kusursuza yakın sanat yönetimi ve akıllı yapım tasarımıyla, işlediği dönemin yapısı ve ruhunu başarıyla yansıtan serbest uyarlama, sınırlarını iyi çizen, hedefini bulmuş bir yapım. ‘Melankoli sendromu’ değil, ‘intihar’dır ölüm sebebi, imkânsız aşka düşmüş aşığın. Aşk ve ölüm birer seçimdir.


ÇILGIN ÇOCUKLAR
Aromascope bir deneyimin ‘evrakı metruke’si 

Tarantino’nun ‘kankası’ Robert Rodriguez’in, kendi çocukları için tasarladığı ve 2001’de hayata geçirdiği “Spy Kids” serisi dördüncü filmle sürüyor. Özellikle, 10 yaş ve altına seslenen filmin en önemli özelliği, bizleri dördüncü boyutla, yani ‘aromascope’ ile tanıştırması. Koku alma duyusuna seslenen teknoloji sayesinde, filmdeki bazı özel kokuları elinizdeki kartona dokunarak hissedebiliyorsunuz. Bir ilk… Meseleyi kavrayınca, kalktık gittik bütün ekip. Basın gösteriminde bizim sırada Mehmet Açar, Murat Özer, ben ve Uğur Vardan yan yana oturuyoruz. Gözümüzde üç boyut gözlükleri, elimizde bir karton. Üzerinde 1’den 8’e dek numaralar var. Derken film başlıyor. Ekranda bir numara beliriyor filmin bir yerinde. Örneğin: 2. Numarayı görünce, elinizdeki kartona, 2’nin üzerine parmağınızı sürüyorsunuz ki perdedeki görüntünün kokusunu alabilesiniz. Sekiz numaraya da sürdük parmakları büyük bir itinayla (her iki elin başparmağını dışarıda bırakmak suretiyle), sonuç şu: bütün kokular birbiriyle aynı. Mutfak pastırma kokuyor deniyor filmde. ‘1’ yanıp sönüyor; hemen ‘1’e sürülüyor parmak. Ne pastırma ne bir şey. Hani o pastırma dedikleri ‘bacon’ diyeceksiniz; e köpek gaz çıkarıyor; numara 8; o da aynı koku. Var bu işte bir yanlışlık. Bütün kokuların ortak paydası, kokulu silgi veya araba parfümü. Arada Murat Özer’e soruyorum sıkılarak; ‘aynı kokuyor değil mi’ diye? Uğur Vardan sağımda kokluyor da kokluyor parmakları. Mehmet Açar, arada gülümsüyor; vakur halinden sıyrılarak… Velhasıl kelam bitti film; zor attım kendimi lavaboya; parmakları yıkayacağım. O an düşünüyorum; yahu diyorum; ben de hep düşündüm şu filmlere eşlik edecek koku işini. Ne güzel olurdu, Bogart’ın sigarasının kokusunu, Lauren Bacall’ın parfümünü ne bileyim, ‘Kadın Kokusu’nda Al Pacino’nun duyumsadıklarını, Tom Tykwer’ın ‘Koku’sundaki bütün kokuları aynen koklayabilmek. ‘Kızarmış Yeşil Domatesler’i, ‘Çikolata’yı, ‘Büyük Tıkınma’yı izlerken salona yayılan aromaların çeşitliliği. Emmanuelle’in ten kokusu örneğin… Filmden tamamen uzaklaştık bunun farkındayım ama Rodriguez’in serinin devamını sağlamak için bulduğu bu zorlama formül dışında anlatacak hemen hiçbir yanı yok perdedekinin. Kırklı yaşlarımı sürüyorken, filmin tek numarası Jessica Alba’yken, Antonio Banderas ve Carla Gugino’da Rodriguez’i terk edip gitmişken, ajan çocukları ve robot köpekleri, kokulu silgi aroması eşliğinde izlemenin bir getiresi olmayacağını fark ettim bünyeye. Sokak, sonbahar yaprağı kokuyordu dışarı çıktığımızda; belki de bu koku meselesi ilerde çok gelişecek ve ne bileyim, ne isterse onu koklayabilecek izleyici diye düşündüm; sonra birden ayrımına vardım; hayal gücünü hızla öldürdüğümüzün. Her burnun koku almadığı gerçeği ve her oluşun size göre başka kokabileceği de düştü aklıma. Nina Ricci’ydi tercihim örneğin Jeanne Moreau ablada.

(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ekim 2011)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar