Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

08 OCAK 2021

08 Ocak 2021 Cuma 11:38
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim, Kasım, Aralık ve şimdi Ocak aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2009 ve 2010 yıllarının Ocak ayındayız! O yılların Ocak ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

La Strada / Sonsuz Sokaklar
(Yönetmen: Federico Fellini / 1954)

Umberto D.
(Yönetmen: Vittorio De Sica / 1952)

Hiroshima Mon Amour
(Yönetmen: Alain Resnais / 1959)

Zerkalo / Ayna
(Yönetmen: Andrei Tarkovsky / 1975)

Una Giornata Particolare / Özel Bir Gün
(Yönetmen: Ettore Scola / 1976)


Güncel öneriler

Filmler:

Clemency / Merhamet
(Yönetmen: Chinonye Chukwu)

Bernadine Williams, idam cezasına çarptırılan suçluların bulunduğu bir hapishanede müdürlük yapmaktadır. Birçok infaza şahit olan Bernadine, bir süre sonra bu durumdan fazlasıyla etkilenmeye başlar! Usta aktris Alfre Woodard başrolde.


Voces / Sakın Dinleme
(Yönetmen: Ángel Gómez Hernández)

İspanya yapımı korku gerilim, çekirdek ailenin yeni evlerine taşındıktan sonra yaşadıkları kâbusu öykülüyor! Bir hayaletin yardım çağrısı, evden gelen tuhaf sesler, çaresiz aile ve ünlü bir paranormal olaylar uzmanı!


We Can Be Heroes / Kahramanlık Sırası Bizde
(Yönetmen: Robert Rodriguez)

Yaman yaratıcı Rodriguez, çocukları unutmuyor! Uzaylı istilacılar, dünyanın süper kahramanlarını kaçırırlar. Onların çocuklarıysa, hem ebeveynlerini hem de gezegeni kurtarmak için bir araya gelirler.


Es gilt das gesprochene Wort / Söz Senettir
(Yönetmen: İlker Çatak)

Kadın pilot, erkek ise müzisyen! Saygın, ideal bir çift… Almanya’dan uçağa atlayıp yaz tatili için Türkiye’ye geliyorlar ve jigololuk yapan genç bir adamla tanışıyorlar. Bundan sonrası üç kişilik bir oyun! Yönetmen İlker Çatak, toplumsal cinsiyet rolleri ve tekeşli ilişkilerin çizdiği çemberleri sürekli esneten, muzip bir komedi yönetmiş!

La Belva / Bir Babanın Öfkesi
(Yönetmen: Ludovico Di Martino)

Kızı kaçırılan problemli savaş gazisi, eski özel kuvvetler mensubu, onu kurtarmak için içindeki vahşi canavarı ortaya çıkarır ve çok geçmeden şüpheli konumuna düşer. Tempolu bir suç öyküsü!

 

Diziler:

Bridgerton
(Yönetmen: Chris Van Dusen)

Bridgerton ailesinden birbirine sıkı sıkıya bağlı sekiz kardeş, Londra yüksek sosyetesinde aşkı ve mutluluğu arıyor. Hafif hissedeceğiniz romantik dizi, Julia Quinn’in çok satan popüler öyküsünden uyarlanmış.

Equinox
(Yönetmen: Tea Lindeburg)

Danimarka’dan çıkagelen gizemli gerilim, ‘şüpheyi’ hep canlı tutuyor! Ablasının sınıf arkadaşlarıyla ortadan kaybolmasından sonra korkunç kabûslar gören Astrid, yirmi bir yıl sonra olayı araştırmaya başlar ve karanlık, ürpertici gerçeği keşfeder!

The Ripper / Yorkshire Canavarı
(Yönetmen: Jesse Vile & Ellena Wood)

Mini dizide, soruşturmacılar ve tanıklar 1970’lerin sonlarında, efsane seri katil ‘Karındeşen Jack’i kopyalayan bir katilin İngilter’'nin kuzeyinde nasıl dehşet saçtığını anlatıyor.

Alice in Borderland
(Yönetmen: Shinsuke Sato)

Japonya yapımı gizemli ve fantastik aksiyon, Tokyo’da geçiyor! Amaçsız bir bilgisayar oyuncusu ve iki arkadaşı kendilerini paralel evrendeki Tokyo’da bulur. Hayatta kalmak için bir dizi acımasız oyuna katılmaları gerekmektedir!

El desorden que dejas
(Yönetmen: Carlos Montero)

Gerilimli İspanyol dizisi, ödüllü bir romandan uyarlanmış. Evliliğine ikinci bir şans vermek isteyen ve lisedeki görevine yeni başlayan bir öğretmeni odağına alıyor! Eşinin doğduğu kasabaya gelişinden üç hafta önce yaşanan şüpheli bir cinayet, kahramanımızın kendi hayatı için endişelenmesine yol açacaktır!)


SİNEMADAN ÇIKMIŞ İNSAN / SİNEMA DERGİSİ / OCAK 2009

BURSA İPEK YOLU FİLM FESTİVALİ

Bursa’dan kervan geçti

Bu yıl üçüncüsü düzenlendi Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin. İlkinde, festivalin ödülü olan ‘Altın Karagöz’ü veren jürideydim. İlk festivalin ilk ödülü yüzünden mi, yoksa Koza Han’da oturup orta şekerli kahvemi içerken, varoluşumun beni ilk kez rahatsız etmediği gerçeğinin verdiği iç huzurdan mı bilmiyorum, hep çok rahat ve mutlu hissettim kendimi Bursa İpek Yolu’nda. Sakin, bilge, aydınlık avluları, ağaçları, evleri ve sokaklarıyla sinemaseverleri bir hafta boyunca en iyi şekilde ağırladı tarihi şehir. Biz SİYAD üyeleri, yine pek ayrılmadık birbirimizden. ‘Simultane’ oluşlara bırakıverdik kendimizi. Sinema salonlarının dışında, birçok tarihi ve doğal güzelliği ziyaret ettik, Bursa’nın simgelerinden İskender kebabın tadına baktık (defalarca), lobi sohbetlerini sürdürdük, fasıl ve şiir eşliğinde dayanışma ve dostluk kavramlarını sağlamlaştırdık, namı sınırların dışına çıkmış Bursa Spor seyircisini, stadında izleme şansı bulduk. Hatta ‘oynasana oynasana oynasana oynasana Bursa Spor’ tezahüratını, sıkıcı seyreden film aralarında içimizden mırıldandık… Festivalin açılış konuğu Gael Garcia Bernal, aklını fikrini magazinle bozmuş ‘bir elinde cımbız bir elinde ayna’ kişiler tarafından merakla izlendi. ‘Kısa boylu ama çok şirin’, ‘şu gülüşe bak’, ‘ay ne sempatik’ yorumları etrafta dönerken, ben genç yaşına rağmen, günümüzün önde gelen aktörleri arasına nasıl girdiğini sorguladım basın toplantısında karşımda duran ve tuhaf sorulara cevap vermeye çalışan otuz yaşındaki bu insanın. Bir film festivali için gerçekten önemli bir konuktu Bernal. Popüler, mütevazı, ağırbaşlı, bilgili, hepsinden önemlisi, ilkokulda birlikte okuduğunuz eski bir sınıf arkadaşı gibiydi, meraklı ve hayran bakışlar arasında hafif mahcup ve kibarca oturup, çayını yudumlarken. Galasını Bursa’da yapan yerli film “Hayatın Tuzu”, birçoğumuzun beğenisini topladı. Ben örneğin, gayet iyi buldum bu ilginç filmi. Senaryosunu, ‘Leman’dan bildiğiniz Ender Özkahraman’ın yazdığı, Murat Düzgünoğlu’nun yönettiği yapım, ticari kaygılardan uzak, samimi, sıcak, gerçeküstü oluşlarla bezenmiş gerçekçi bir tasvir, etkileyici bir dramdı. Levent Ülgen’in başı çektiği oyuncu kadrosu, bazılarını ilk kez tanıdığımız ‘iyi’ oyunculardan oluşuyordu. ‘Gurur hayatın tuzudur’ derken, acıtan gerçekleri seriyordu film gözlerimizin önüne. Bitlis’te yaşayan bir ailenin çıkmazları. İmkânsızlık, izole bir zamansızlık ve ulaşılmazlık… Uzak, yalnız ve gizemli, küçük bir doğu şehrinin samimi tablosu. Bir ilk film için doğal kabul edilen ‘birçok meseleye değineyim, bu fikri de ekleyeyim’ isteği ve bazı ‘an’lar gereksiz ‘dış ses’ haricinde gerçekten iyi bir filmdi ‘Hayatın Tuzu’. O derece samimi geldi ki bana, gözüme çarpan, bence olmamış küçücük ayrıntıları ötelemek istedim, hatta görmedim bile. Bütün emeği geçenleri gönülden tebrik etmek ve bu ekibin takipçisi olmak düşüyordu artık bize. Sırbistan yapımı “Aşk ve Diğer Suçlar” da beğendiğim bir film oldu. Yeni bir düzene geçişin, gerçekte yok olmuşluğun sancılarını ve çaresizliğin damakta bıraktığı o garip, iç burkan yalnızlık tadını başarıyla yansıtıyordu film. Acımasız vahşi düzen karşısında yenilmiş, yok olmuş insan ruhları. Gri, yüksek, soluk apartman bloklarıyla çevrili Belgrad’dan yokluk ve hüzün manzaraları. Çıkmazlarla kaplı eski bir şehrin artık nefes almayan umutsuz insanları. Birer hayalet gibi mırıldandıkları aşk ve umut melodisiyle hayatla bir şekilde baş etmeye çalışan küçük insanlar. Gezegenin yok olacağı ana dek dinlenmekten vazgeçilmeyecek belki de o en hüzünlü aşk şarkısı, İspanyolca Meksika ezgisi ‘Bésame Mucho’nun eşlik ettiği ve defalarca söylendiği film, kendini aşka adayan ama bir şekilde yitiren, kaybeden, yok olan, tutturamamış insana, ülkeye, kıtaya adanmış acılı bir ağıttı… Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması Jürisi’nin ‘En İyi Film’ seçimi beni şaşkınlığa uğrattı. ‘Gökten Üç Elma Düştü’, ödül için yarışan on filmin en zayıfıydı bana göre. ‘Süt’, ‘Nokta’ ‘Gitmek’, ‘Fırtına’, ‘Hayatın Tuzu’, ‘Gölge’ ve ulusal SİYAD jürisinin en iyi film olarak seçtiği ‘Dilber’in Sekiz Günü’nden çok sonra gelen bir yapımdı ‘en iyi film’ seçilen ‘Gökten Üç Elma Düştü’. Jüri kavramına bakışım ve hoşgörüm yine sınandı. Hatta bu kez zarar gördü, yıprandı. Demek ki dedim içimden, ‘gerçekten tuhaf bütün oluşlar’… Bésame Mucho çalarken ruhumun derinlerinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bazı satırlarını Bursa’da, bir avluda oturup kulpsuz bir fincanda kahvesini içerken yarattığını hayal ettim. Bursa’ya gelecek yıla dek veda edip İstanbul’a dönerken, otobüs terminalinin telaşlı kalabalığında bir film kervanı geçti aniden gözümün önünden. Tahmin edeceğiniz üzere Bésame Mucho çalıyordu fonda.

SONBAHAR

Ama umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor… Nazım Hikmet

Aklıma hep Nazım Hikmet’in, Ahmed Arif’in, Can Yücel’in şiirleri geldi ‘Sonbahar’ı izlerken… Ruhi Su’nun içli sesi eşlik etti onlara… İçerdiği tavizsiz ve gerçek karanlığa rağmen, inadına gülümseyen bir filmdi perdedeki. ‘Yaşamak şakaya gelmez’ diyordu bir yandan, bir yandan da ‘kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir’ diye sesleniyordu. Uzun, hüzünlü bir palto giyinmişti… Çok iyi bir film ‘Sonbahar’. Bir ‘ilk film’ için son derece olgun, yürekli ve doğru... Ülkede yaşanmış ve yaşanan acıları, toplumsal yaraları ajite etmeden yedirmiş öyküsüne. İnsanın ta içine işliyor. İnsancıl. F-tipi cezaevleri, açlık grevleri arasında yıllarını geçiren Yusuf’un öyküsü anlatılan. Tahliye edildikten sonra Artvin’deki dağ köyünde, yaşlı annesiyle birlikte sonbaharın kışa dönüşünü izleyen Yusuf’un… O içerdeyken, on yıl zarfında yani, babası ölmüş, ablası büyük kente göçmüş, bir başına kalan anası, çok sevdiği çayı bile içemez olmuş… Hayatını, evinden, ülkesinden uzakta; etini satarak kazanan Gürcü kızla birlikte yeniden yaşama isteği bulan genç adam, nefis doğa görüntüleri eşliğinde son bir sonbahar yaşıyor. Etrafı kuşatan zulüm, yalnızlık, adaletsizlik ve imkânsızlık aslında bütün dünyanın bir F tipi cezaevi olduğunu söylüyor... Bir ağıtla sona eriyor içinde devrim ateşi yanan film. Acılı ama insandan, iyilikten, güzellikten ve gelecekten yana umudunu kesmeyen bir ağıtla...

SICAK

Uzun, upuzun bir sıcak…

‘Sıcak’ adını duyunca aklıma ilkin Nazım’ın ünlü eseri ‘Şeyh Bedreddin Destanı’nın dizeleri geldi: ‘Sıcaktı sıcak sapı kanlı kör bir bıçaktı sıcak’. Ama mevzunun hiçbir ilgisi yoktu tabii bu durumla… Abdullah Oğuz, suç, vicdan ve kader üzerine bir öykü çekmiş. Ama film pek sıcak gelmedi bana… Düpedüz soğuktu hatta. Öyküsünde ciddi sorunlar vardı. Gitmiyordu senaryo. Özensiz ve özelliksizdi. Diyaloglar büyük büyük laflardan oluşmuştu. Zorlamaydı. Karakterler emanet gibiydi. Karakterlerin dünyasına girilmemiş, son derece yüzeysel değinilmişti. El yordamı ve öğrenilmiş, tanıdık hislerle bağ kurmaya çalışıyordu insan perdede gördükleriyle. Ebru Akel, düzgün fiziği ve ‘iyi, dozunda’ oyunuyla sivriliyordu rol arkadaşlarının arasından. Teknik işçiliği ise iyiydi filmin. Görüntüleri, sesi, müziği… Ama bu kadardı işte. Oğuz, ‘Mutluluk’tan sonra çıtayı aşağı düşürmüştü. Oysa ümitliydim ben. Olmamıştı. Bir de upuzundu film. Bitmek bilmiyordu. 120 dakikada neler anlatıyordu oysa insanlar… Bu meseleleri kurcalayan, buna benzer öyküler anlatan ne kadar çok film izlemiştik. Onlarca, yüzlerce, yerli, yabancı film… Öylesine bir şey vardı perdede. Açılımı olmayan, sizi sıkıca kavramayan, yeni bir şey söylemeyen, yeni bir tarza sahip olmayan, sarsmayan, heyecanlandırmayan, çok sıradan bir filmdi ‘Sıcak’. Film değil, sadece salon sıcaktı…

ARAMIZDA CASUS VAR

Aptallığın verimli ovasında…

Ustalık payesini belki de ilk filmleri ‘Blood Simple’ ile kazanmış Coen Kardeşler, geçtiğimiz yıla damga vuran ‘İhtiyarlara Yer Yok’un ardından absürd bir kara komediye imza atmışlar. Çok rahat, tavizsiz, nasıl istedilerse öyle bir film çekmişler. ‘Burn After Reading’ için, aptallığın dayanılmaz trajedisi üzerine incelikli bir kara mizah diyebiliriz. Dünyayı dolduran, hatta gezegenden taşan aptallığın… Bütün oluşların ve de ‘önemli’ meselelerin, en ufak bir zekâ pırıltısı olmadan çözümlendiğine dair sağlam bir kanıt Coen’lerin filmi. ABD’de, hatta bütün gezegende. Öte yandan, ‘zekâ, göreceli bir kavramdır!’ da diyen yapımda George Clooney, Brad Pitt, Tilda Swinton, John Malkovich ve Frances McDormand gibi yıldızlar döktürüyorlar. Özellikle McDormand ve zekâ özürlü spor salonu çalışanı rolünde Pitt muhteşemler. Averaj hatta, averaj altı zekâların her yerde gemilerini nasıl yürüttüklerini, ‘boş’luğun, ‘donanım’ karşısında bir erdem halini aldığını, içi boşaltılmış, ideolojiden soyutlanmış, yabancılaşmış, aklını sadece zayıflama egzersizleri ve tüketim ile bozmuş günümüz insanını bekleyen ‘mutlu sonu’ haykıran film, iyilik, doğruluk, mantık ve zekâ gibi olmazsa olmaz kavramların günümüzde ne derece önemsizleştiğini acı ile gülümseten bir öyküde anlatıyor. Politik bir hiciv olarak da izlenebilecek yapım, ABD’nin, özellikle tıkanmış neo kapitalizmin ve doğal olarak sistemin sunduğu, dayattığı medeniyetin, akıl ve zekânın en büyük düşmanı olduğunun altını çiziyor. Çok zeki ve doğal olarak hınzır bir film.


SİNEMADAN ÇIKMIŞ İNSAN / SİNEMA DERGİSİ / OCAK 2010

15. GEZİCİ FESTİVAL’İN ARDINDAN

Cilveloy Nanayda…

Her film festivali dönüşü, insan ‘fena olur’… O kentte yaşadıklarını, gördüklerini, tanıştıklarını, izlediklerini özler. Bir boşlukta uyanır ertesi sabah. Şehrine, rutinine dönmüştür. Bu gerçeğin yürekte bıraktığı sızı ya kısa sürede geçer, ya da sürer epeyce. Bazen de hep sizinle kalır; belki bir sonraki festivale dek… Gezici Festival böyle bir etki bırakır işte insanda. Sonra da kalbinizi bırakıp döndüğünüz şehrin yerini bir diğeri alır… Bu yıl 15 yaşını kutladı Gezici Festival. Dokuz yaşındaki kızım, bana ‘gezici’ dönüşleri gördüğüm yerleri anlattırırdı. Kars’ı anlattım ona en çok. Orayı görmeden biliyor şimdi… Gezicinin bu seneki durağı ise Artvin’di. Yeni aşkımız… Çok tuhaf, kendine has, ‘başka bir yer’ burası. Tepelere, yükseğe kurulmuş bir şehir. İnsanı düzgün. Aydın, ilerici, iyi… ‘Onca yoksulluk varken’, ne kadar zengin insanlar, her şeylerini sunuyorlar size; kalplerini açıyorlar. Musluktan akan suyunu içebiliyorsunuz, dimdik merdivenlerle birbirine bağlanan sokaklarında gezdiğiniz şehrin. İnönü, Cumhuriyet ve Hürriyet caddeleri… Sanayi yok. En çok lokanta var şehirde. Kahve, pastane, erkek kuaförü ve ilginçtir, fotoğrafçı… Yoksulluk ve yoksunluk, göçü hızlandırmış. Nüfus 25 bini az aşıyor. Çoruh nehri, şehre can veriyor. Tuhaftır, soğuk ve sert iklimde bir Akdeniz esintisi de var. Mandalina, kivi, zeytin yetişiyor Artvin’de. Bahçesi var, bağı var, ayvası var, narı var... Cevizi ve balı da… Her ilçesi ayrı bir doğa güzelliğine ev sahipliği yapmakta. … Bu arada ben gezi yazarı değil, sinema yazarıyım tabii ama yedinci sanat ki; her şey, düşler ve hayatın kendisi değil midir? Hüzünlü sokakları, dik merdivenleri, görsel zenginliği ve izole haliyle sinematografik bir kent Artvin. Béla Tarr burada film çekmeli. Artvin’in ağırladığı konuklardan olan ve ‘Uluslararası Altın Boğa Film Yarışması’ jürisinde yer alan Reha Erdem, çekeceğini açıkladı zaten. Kars’ın ‘Kosmos’u var. Artvin’in de olmalı. Gezicinin perdeleri açıldığında, gözlerim de şaşkınlıkla açıldı: Üstadın adını almış; Ahmet Hamdi Tanpınar Kültür Merkezi’ndeki film gösterimleri neredeyse izdihama yol açıyordu. Hem de çok kez. Ahmet Boyacıoğlu, ünlü gezgin, elindeki mikrofonla ilan etti bu gerçeği: ‘Çok yer, çok izleyici gördüm, ama böylesini değil.’ Gencecik bir izleyici kitlesi vardı salonda. Şehrin bilim yuvası Çoruh Üniversitesinin öğrencileri, Artvin’in lise, ortaokul, hatta ilkokul talebeleri. Memurlar, esnaf, yediden yetmişe bütün Artvinliler sahip çıktılar festivallerine; ‘şehre sinema gelmişti’… Gezicinin devrimci etkisi, kapanış gecesi valinin sözleriyle bir kez daha görüldü: Kültür merkezi sinema salonu, artık her hafta bir filme ev sahipliği yapacaktı. Söz verilmişti. İnsanın ve insanlığın gelişimi ‘karşı durabilmekle’ ilgili. Artvin’de ‘karşı filmler vardı bu yıl. Burjuvaziye, cinsiyetçiliğe, eğitime, işkenceye, kapitalizme, militarizme, milliyetçiliğe, otoriteye, savaşa ve sömürüye karşı birbirinden güzel filmler izledi Artvin halkı. ‘Türkiye 2009’ bölümünde bu yılın önemli filmleri yer aldı: 11’e 10 kala kıskandık, aya seyahat, uzak ihtimaldi… Gümüş Boğa ödülü ‘İki Dil Bir Bavul’a sığdı. Altın Boğa, bizim SİYAD ödülü ile birlikte bir Romanya filmine, ilk uzun metrajı ‘Bükreş’in Doğusu’ ile dikkat çeken Corneliu Porumboiu’nun ‘Polis, (s.)’ adlı filmine gitti. Sözünü, ‘dil’in görsel gücünden yola çıkarak söyleyen, zor ama zeki bir işti Romanya yapımı. Ben yarışma filmleri arasında en çok İsveç yapımı ‘Bir Kız’ı sevdim. Taşrada, tek başına çocukluktan, yetişkinlerin dünyasına adım atan on yaşındaki bir kızın öyküsüydü film. Bir büyüme, olgunlaşma öyküsü. Çevresindeki yetişkinlerin saçma, duyarsız dünyasından, başka bir yere, gerçeklikten kopup kendi evrenine yolculuk eden bir kızın kırılgan ama güç veren hikâyesi. Singapur-Kanada ortak yapımı ‘Burada’ ise tuhaftı gerçekten. Bazı anlar delice… Kendi gerçekliğine isim koymaya çalışan bir adam, insanlar… Buradaydık; çünkü orada olmadığımız bir gerçekti. Bazen kafası karışan, hatta kötü, bazı planlarıyla çok ince, zeki, güzel ve saçma… Festival, izleyicisini Litvanyalı bir avangartla, Audrius Stonys’le de tanıştırdı. ‘Kısa’ tabii ki iyiydi ve Artvin halkı birbirinden iyi kısa filmler izledi. Çocuk filmleri de Polonya’dan seçilmişti. Nisi Masa tarafından hazırlanan Nisimazine gazetesi festivalin her gününe ışık tuttu. Luxus coşturdu. Naim Dilmener çaldı… O sordu, ben ne çaldığını söyledim. Birkaç yerde çuvalladım ama Naim’i de zorladım epeyce. On beş yaşının çok üzerinde olgunluğu ve mesafesiyle gencecik bir çocuk. Elinde bir tulum; çalıp duruyor. İnsanın içine işliyor çıkan ses. Gencecik bir ekip, kızlı, erkekli, folklor oynuyorlar: Bar, horon… Bütün konukları dansa, horona davet ediyorlar, aralarına alıyorlar… Gürcü esintisi Doğu Karadeniz’in bütün güzelliğiyle karışıyor… Ve festival ekibi tabii: Hep, dünyanın en enerjik ve en çalışkan insanları olduğunu düşündüğüm Başak ve Ahmet… Diğerleri; Pınar, Selda, Uğur, Gürkan, Oktay, Gaye, Esra, Elif, Pelin… Hiç yorulmaz mı, bir an olsun suratını asmaz mı bu insanlar? ‘Göğe Bakma Durağı’ gezici festival. Turgut Uyar babanın dizeleri yaşanan her an: ‘Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım, inecek var deriz otobüs durur ineriz… Durma göğe bakalım…’. Bu arada gökyüzünden tarifsiz kuşlar gibi aşağı inen bembeyaz lapa karlar… Onlara bakışımız, ayaklarımızın yerden yükselmesi o an… Büyülü Artvin! Masal şehir… O halde, sizi bara, horona davet ediyorum: Ekip başının ayaklarını her sözden sonra yere vurarak bağırdığı gibi: 1,2! tak tak tak! 3,4! tak tak tak! 5,6! tak tak tak! 7,8! tak tak tak! 9,10! sondur son! benim için! senin için! onun için! sizler için! Ahmet için! Başak için! Artvin için! FESTİVAL için!


NEŞELİ HAYAT

Merry ‘Krismıs’ Mr. Rıza Şenyurt…

Yılmaz Erdoğan, dördüncü kez oturduğu yönetmen koltuğundan bu kez başarıyla kalkmış.

‘Neşeli Hayat’, gayet iyi. Frank Capra filmlerini hatırlatıyor. Son derece etkileyici, naif, ‘siyaseten doğru’ ve gerçek… Reşitpaşa Mahallesi’nde yaşayan yoksul insanlar, onların dertleri, düşleri, neşeleri, memleketin yürek söken sosyo-ekonomik tablosu ve bu tabloyu oluşturan küçük insanların büyük dünyaları… Gönülsüz Noel baba Rıza Şenyurt ve etrafındakilerin öyküsü, olabildiğince hüzünlü ve sıcacık. Erdoğan, bu kez senaryo meselesini çözmüş. Sulu sepken olmayan dozunda mizah, söyleyecek sözü olan toplumsal bir dramın hemen yanı başında ilerliyor. Oyunculuk nefis. Özellikle BKM Mutfak oyuncularından Büşra Pekin çok iyi. Rıza Akın ve Cezmi Baskın ise yine filme epey bir şey katmışlar. Uğur İçbak, görüntü yönetiminde bir kez daha çıtayı çok yukarılara taşımış; yapım tasarımı da oldukça özenli. ‘Yoksuluz, gecelerimiz çok kısa, dörtnala sevişmek lazım’ dedirten film, nohut oda, bakla sofa evlerde, kimseye kambur kalmadan yaşayan güzel, sıcak, küçük insanın ‘neşeli hayatı’ üzerine, zaman zaman yürek acıtan, tertemiz bir masal… Final ise gerçekten içe işliyor. A.Kadir’in unutulmaz dizeleri geliyor insanın aklına son jeneriklerde: ‘… Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, bir iner bir çıkarım bu yokuşu. Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, kazanırım çocuklarıma ekmek parası’. O halde hep birlikte; Hoh Hoh Hoh!


VAVİEN

Elektrik ve insan doğası üzerine…

Yağmur ve Durul Taylan üçüncü filmleri ‘Vavien’le, ‘işte budur’ dedirtiyorlar. Taşrada geçen kara komedinin senaryosu, aynı zamanda başrolü de üstlenen Engin Günaydın’a ait. Vavien, Fransızca’dan gelen bir sözcük. Elektrikle ilgili bir terim. Gitti-geldi mantığı… Bir mekân içinde kullanılan bir düzenek. Genelde merdivenlerde oluyor. Türkçesi, aynı ampule, iki ayrı anahtarla erişmek. Yani, şimdi siz merdivenden çıkarken elektrik düğmesine basıyorsunuz, ‘şak’ lamba yanıyor, yukarı çıktığınızda oradaki anahtarla söndürüyorsunuz lambayı; ‘şak’ karanlık… Sistem insanların iç dünyaları gibi biraz; bizim gibi… Gidip gelen ruh durumları, zihinsel değişimler, iyilik, kötülük, aydınlık, karanlık, bencillik, özveri, doğru, yalan, sevgi, nefret… Göründüğü gibi değil aslında hiçbir şey. Hiç kimse… Celal, Tokat’ta yaşıyor. Ortadan kaldırma planları yaptığı bir karısı var. Bir de oğlu. Mutsuz. Ağabeyi Cemal ile birlikte bir elektrikçi dükkânı işletiyorlar. Tek eğlenceleri, ‘orada bir ihale aldık’ bahanesiyle Samsun’daki pavyona gitmek. Celal, pavyonda çalışan Sibel’e fena halde aşık… Karısı Sevilay’a da Almanya’daki babasından paralar geliyor. Herkesin birbirinden gizlediği sırları var. Her aydınlık ve karanlık sonrası başka bir şeye dönüşüyor durumlar. Hayatın akımı çok güçlü… Günaydın’ın senaryosu, özellikle diyaloglar şahane. Sinemamız adına bir zenginlik bu. Taylan Biraderler, şu ‘birader’ olayını karakteristik ve kalıcı bir imzaya dönüştürmüşler artık. Coen Kardeşler oradaysa, Taylanlar da burada işte! Kapkara komedi, taşranın ‘yorgun yok ediciliğinde’ yaşayan küçük insanın ve oradaki yaşamın nabzını tutarak anlatıyor öyküsünü. Kendine ait bir görselliği, düzeni, matematiği var filmin. Ya oyunculuklar… Binnur Kaya nedir öyle? Çarçabuk, aniden karikatürleşebilecek bir rolü, ne kadar ölçülü oynuyor… Müthiş gerçekten. Günaydın’da iyi. Ağabey Cemal rolünü üstlenen Settar Tanrıöğen’e ne demeli? Adam oturmuş salonunda. Yalnızlıkla kadeh kaldırıyor. Rakısı, leblebileri… Elinde de bir bağlama. Karşısındaki televizyonda Neşet Ertaş çalıp söylüyor. O da eşlik ediyor ustasına… Gerçekten yüzde yüz sinema keyfi veren özel sahnelerden biri bu… Plan plan örülen kara mizah, daha farklı olabileceğini düşündüren ama bilinçli, tercih edilmiş bir finalle ‘helal olsun’ dedirtiyor insana. Bu biraderler, ‘vavien’ olayını çözmüşler…

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar