Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

07 ŞUBAT 2014

06 Şubat 2014 Perşembe 20:54
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Yeni vizyonun film sayısı altı. Oscar adayı yapımlar ve hemen her beğeniye seslenen farklı türdeki filmlerle zenginleşen haftanın, notlarımızda yer alamayan yenileriyse, üç boyutlu animasyon ‘The Lego Movie / Lego Filmi’ ile adına ön gösterim düzenlenmeyen üç boyutlu fantastik aksiyon ‘Hercules: The Legend Begins / Herkül: Efsane Başlıyor’. İçinizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insana’ sıkı sıkıya sarılmayı ihmal etmeyin sakın! Herkese iyi seyirler.

MUHTEŞEM GÜZELLİK
Bazı filmler vardır; onlara üzerine, içinize sinecek satırlar yazabilmek güçtür. Çok sevmiş, çok önemli bulmuşsunuzdur filmi ve hemen her şeyin, yönetmen tarafından söylenip bittiğine, üzerine daha fazla söylenecek söz olmadığına inanırsınız, ya da sarf edilecek bütün sözlerin boş ve anlamsız olduğuna. Ortadaki, yedinci sanatın yetkin bir ürünü olmanın ötesinde, ‘yüksek sanat’ ürünüdür. ‘La Grande Bellezza / Muhteşem Güzellik’, yalnızca son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri değil, kanımca; sinema tarihinin, en önemli yapımlarından biri olmaya aday. 2008 tarihli ‘Il Divo’, 2011 yapımı ‘This Must Be the Place / Olmak İstediğim Yer’ adlı filmleriyle dikkat çeken İtalyan sinemacı Paolo Sorrentino’nun, 2013 tarihli filmi ‘Muhteşem Güzellik’ aynı adı gibi… Cannes’de Altın Palmiye için yarışan, ‘En İyi Yabancı Film’ dalında Altın Küre’yi kazanmış ve aynı dalda Oscar’ın da en güçlü adayı olduğunu düşündüren yapım, insan hayatı, Roma, aristokrasi, çürüyen kurumlar, geçmiş ve büyüsünü yitirmiş acımasız, adaletsiz dünya üzerine ‘bambaşka’ ve görkemli bir ağıt. Altmışbeşinci yaş gününü, dost ve arkadaşlarıyla, belki de bütün bir Roma sosyetesiyle kutlayan Jep Gamberdella ile tanışıyoruz; onun yakın çevresiyle de. Roma’nın büyüleyici, ihtişamlı atmosferinde, görkemli tarihinde yaşıyor Jep. Yaşadığı çok doğru mu bilmiyoruz; gece; evinde yaşayanlar yataklarına girdikten sonra başlıyor; özellikle röportajlarıyla tanınan usta gazeteci Jep’in hayatı. Roma’nın hızlı gece hayatının vazgeçilmez siması o. Kırk yıldan beri yaşadığı kente geldiği ilk günlerde; jet sosyetenin dünyasını aralayıp, içlerine süzülmüş. Kendi gibi, zengin ama soğuk, yalnız odalarda yaşayan arkadaşlarıyla, çılgınca eğlencenin, uyuşturucunun, alkolün, cinselliğin yaşandığı partilerde alıyor soluğu hemen her gece. Seçkin zevkleri, kültürel birikimi, hayat gustosu var Jep’in. Geçmişinde yazdığı ilk ve tek romanı bayağı bir ses getirmiş o dönem. Roma yüksek sosyetesinin kendisini kabulünü kolaylaştıran bir araç olarak düşünmüş belki de o romanı. Sıklıkla, geçip giden gençliğini, geride kalan anlamı özlüyor. Unutamadığı aşkı, belki de masumiyetini koruduğu tek değer. Çevresinin ve bizzat kendinin değişimi, insanlıktan çıkma noktasına geldiğini düşünmesi, yeniden yazma zamanının geldiğini işaretliyor Jep’e, kim bilir; belki de hayatla, geçmişi ve bugünüyle ilk ve son kez hesaplaşmayı! Paolo Sorrentino, -şimdilik- başyapıtını imzalarken, bütün o görkemli İtalyan sinema tarihine şefkatle yaklaşıp, içten saygılarını sunmuş. Federico Fellini, Michelangelo Antonioni, Roberto Rossellini, Pier Paolo Pasolini, Ettore Scola, Marco Ferreri başta olmak üzere; sinemanın yedinci sanat olarak kabulünde yapı taşı olmuş, birçok usta İtalyan sinemacı ve onların önemli filmlerine saygı sunuyor Sorrentino. ‘Amarcord’a, ‘La Dolce Vita / Tatlı Hayat’a, ‘8½ / Sekizbuçuk’a, ‘L’Avventura / Macera’ya, ‘La Notte / Gece’ye, ‘La Terrazza / Teras’a, ‘La Grande Bouffe / Büyük Tıkınma’ya ve daha nice başyapıta… İnanın, yıllar sonra; bu eşsiz klasiklerin yanında anılabilecek düzeyde bir film olmuş ‘Muhteşem Güzellik’. Her şeyden önce Roma’nın görkemli tarihi var, müthiş bir açılış sekansıyla başlayan incelikli dramda. Örneğin, bizim ülkemizde hiç olmamış Aristokrasinin, artık yok olduğuna dair, lümpen taşralıların jet sosyetesini oluşturduğu Roma’da yaşanan sosyo-kültürel erozyona dair, çürüyen kurumlara -ki başta din kurumu olmak üzere- dair, evrensel anlamda yozlaşan ve çürüyen insanlığa, önemi kalmamış etik ve ahlaka, çoktan gözden çıkarılmış sevgi ve dostluğa, yitip giden değerlere ve unutulan, ötelenen tarihi görkeme dair, yok edici, yürek parçalayan bir dram çekmiş Sorrentino. ‘Gibi yapmaktır’ hayat, oyalanmaktır yalanlar ve önemsizliklerle, illüzyondur özetle diyor yönetmen. ‘Şeytan çıkarma / exorcism’ seansları ile ünlü kardinalin, kötücül, açgözlü ve fazla dünyevi davranıp,
şeytanın bizzat kendisi olması, kutsal azizenin, ‘yoksulluk anlatılmaz, yaşanır’ açıklaması, eskinin aristokrat çiftinin, düşüp, yoksullaşıp, sattıkları kendilerine ait evde birer bakıcı gibi; bodrum katta yaşamaları ve önem arz eden davetler için ‘acil aristokrat aranan’ gecelerde, yol parası karşı tarafa ait olmak üzere, kişi başı iki yüz elli euro’ya davete katılmaları, zürafayı ‘ortadan yok eden’ sirk çalışanının, ‘eğer gerçekten zürafayı kaybedebilseydim, bir sirkte ne işim vardı’ cevabı, filmin bin bir renginden birer örnek sadece. Bir imparatorluğun heybeti üstüne kurulu Roma şehrinin, büyülü atmosferinde, küçük insanın acı dolu kaderini ve arayışını; aristokrasinin yitmiş mirası üzerine kurulu, yozlaşmış, lümpen üst sınıfın amaçsızlığı ve şuursuzluğunu; eşsiz bir duyarlılık ve bilinçle öyküleyen başyapıt, son yıllarda İtalyan sinemasından kaliteli ürün çıkmadığını söyleyenlere tokat gibi bir cevap öte yandan. İtalyan sinemasının, sadece Ferzan Özpetek’e ‘kalmadığını’ kanıtlaması açısından da önem arz ediyor enfes yapım. Gerçek ‘sinema’ izlemek isteyenler için bir mecburiyet. Sorrentino, çıtayı çok yükseklere taşımış. Gündelik hayatın yok edici sığlığına inat, sanatın ve yaratıcılığın, ‘umut’ olduğunu kanıtlayan film, ‘muhteşem güzelliği’ arayanlara! (5 / 5)

PARA AVCISI
‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’ dahil, beş dalda Oscar adayı olan biyografik dram, Jordan Belfort’un gerçek öyküsünü taşıyor perdeye. Wall Street’e, köşeyi dönme hayalleriyle gelen Jordan Belfort, kısa sürede finans piyasasının ‘kurdu’ olur. Bütün hileleri, kurnazlıkları, ayak oyunlarını öğrenen genç adam, çalıştığı büyük yatırım firması battığında, menkul değerlerle uğraşan küçük ölçekli bir yerde işe başlar ve değeri son derece düşük hisseleri, çok yüksek fiyatlardan satıp, büyük kâr elde eder. Amerikan rüyasına inanmış, son derece sıradan, eğitimsiz, hangi yoldan olursa olsun sadece para kazanma arzusundaki hırslı ekibiyle birlikte, ülke tarihinin büyük vurgunlarına imza atmak üzere kolları sıvar. 72 yaşındaki dev yönetmen, Martin Scorsese’nin, gencecik bir adamın enerjisiyle, inanılmaz bir tempo ve sağ kolu Thelma Schoonmaker’ın hünerli kurgusuyla kotardığı dinamik suç öyküsü, büyük resimde, küçük Amerikalının içindeki, rahata, lüks yaşama aç ve paragöz canlıyı çıkarıyor karşımıza! Başrolü üstlenen, Leonardi DiCaprio’nun ‘en iyi erkek oyuncu’ dalında Oscar adayı olduğu ve ‘gerçekten’ döktürdüğü filmde, ‘dünün sorunlu ergeni’ Jonah Hill’de, ‘Moneyball / Kazanma Sanatı’nın ardından, ikinci kez ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ Oscar’ı için yarışıyor. Scorsese, aynı zamanda bir hediye sunuyor perdeye. 1990 Avustralya doğumlu aktris Margot Robbie, bu filmin ardından, akıl dışı cazibesi ve yeteneğiyle, birçok büyük prodüksiyonun aranılan ismi olmaya aday kuşkusuz. Matthew McConaughey, Kyle Chandler, yönetmen-aktör Rob Reiner, bir diğer yönetmen-aktör Jon Favreau, Jean Dujardin, kadronun öteki yıldız isimleri. Scorsese, en iyi aktörden, en ufak figürasyona kadar, elindeki oyuncu malzemesini müthiş kullanmış. Yönetmen var ortada tabii… Bu arada filmin 180 dakikalık süresinin, upuzun olduğunu da söylemek gerek. Scorsese’nin müthiş enerjisine ve sihirli dokunuşlarına rağmen, sınırları belli öyküsüyle, elde değil, birçok tekrar yapıyor film. Uzadıkça uzayan, bir türlü bağlanmayan, birbirinin aynısı birçok sahne yansıyor perdeye. Bir yavanlık, aynılık tadı, elde değil kalıyor damakta. Vampirden hallice, içi boş, sadece para kazanmaya odaklanmış, her türlü ahlaki ve etik değerden yoksun insanların, ‘in god we trust’ ibareli yeşil dolarlar peşinde, hemen her şeyi satma arzularını ve bu yönde verdikleri mücadeleyi ibretlik biçimde çıkarıyor karşımıza film. İnsan müsveddesi yaratıkların, çıkar ve kazanım dışında herhangi bir değerle ilgilenmedikleri vahşi bir dünyada, eldeki en basit şeyi, hiç tanımadığın karşındakine satma çabası, hayat. Bu beceriye sahip olmayanların, olanları hayranlıkla izledikleri vahşi bir arena, hepsi bu! (3,5 / 5)

MR. BANKS
‘Mary Poppins’ kitaplarının yazarı P.L. Travers (1899-1996) ile Hollywood’un efsane ismi Walt Disney’in (1901-1966), iki bambaşka karakterin; bir film projesi için bir araya gelmelerinin öyküsü. Walt Disney, iki kızına, çok sevdikleri ‘Mary Poppins’ hakkında bir film çekmeye söz vermiştir. Böyle bir filmin çok tutacağına ve beğenileceğine emin olan cesur ve yaratıcı girişimcinin, orijinal eserin yazarı P.L. Travers’tan izin alması gerekmektedir. Bu yüzden, yazarı; Hollywood’a davet eder. Prensip sahibi, ilkeli, birçoğuna göre huysuz, zor beğenen, ‘aşırı İngiliz’, nevi şahsına münhasır yazar, 1961’de, daveti kabul eder ve kendini Hollywood’un görkemli Walt Disney stüdyolarında bulur. Anlaşma için Travers’ın da şartları vardır. Senaryo, onun onayıyla yansıyacaktır perdeye. Geçmişiyle hesaplaşmayı tam anlamıyla gerçekleştirememiş kadın, Hollywood’da geçirdiği süre içinde, geçmişine dönerek, bir türlü kavuşamadığı iç huzuru bulmaya ve ‘tüm eskiyle’ barışmaya çalışır. Robert Stevenson’un yönettiği 1964 tarihli ‘Mary Poppins / Gökten İnen Melek’ filminin gerçek çekim sürecini ve ön hazırlığını; öyküsünde kullanan ve eserde yatan gerçek derinliğe ve meselelere dokunma gayretindeki biyografik dramı, John Lee Hancock yönetmiş. Başrolünü Sandra Bullock’un üstlendiği, Amerikan futbolu hikayeli ‘The Blind Side / Kör Nokta’ ile anımsayacağınız yönetmenin filminde başrolleri, iki usta isim; Emma Thompson ile Tom Hanks üstleniyorlar. Colin Farrell, Paul Giamatti, Jason Schwartzman, Kathy Baker, Bradley Whitford ve B.J. Novak, zengin kadronun diğer ünlü oyuncuları. Julie Andrews ve Dick Van Dyke’ın başrolleri üstlendikleri beş Oscar ödüllü ‘Mary Poppins / Gökten İnen Melek’ filminden sahneler izlerken, filmin, dolayısıyla uyarlandığı eserin altında yatan gerçek nedenleri, acıları, adına hayat denen zorlu yolculuğun, insan üzerindeki etkilerini izliyoruz. Ülkeden ülkeye veya dönemden döneme farklılık göstermeyen insan hikayeleri ve ‘bir acıya kiracı’ olan ömrümüzün zorlu basamakları… Geçmişin örselediği çocuk ruhları, büyürken beraberimizde taşıdıklarımız, unutamadığımız en sevdiklerimiz, kendimizi bağışlamanın imkansızlığı, bizle gezinen yükler ve hepimizin her an çektiği acılara karşın, hayatın olanca gücü! Birbirini anlamak ve dokunmak diğerine; gerçekten dokunmak! En önemlisi de, kapkara, duyarsız, bu soğuk yerde, aniden beliren, kim bilir, belki de hep orada olup, inatla bekleyen umut. ‘Saving Mr. Banks / Mr. Banks’, yanımıza usulca sokulup, ‘merak etme, yalnız değilsin, ben varım’ diyen, insan sıcağı, sahici, son derece dokunaklı, hüzün yüklü bir film! (4 / 5)

DAİRE
Felsefe bölümünde öğretim görevlisi olan Feramuz, babasının ölüm haberinin ardından, doğup büyüdüğü Kuzey Ege’ye, Burhaniye’ye geri döner. Yıllardır kullanılmayan havalimanında işe giren Feramuz, para karşılığı meyhanede intihar denemeleri yapan hava limanı çalışanı Arif ile hasta olan kızı ve oğluyla yaşayan tiyatrocu Betül’le dostluk kurar. Eski eşi, uzun zamandır görmediği oğlu ve hayattayken bir türlü barışamadığı babasının anıları, her an peşindedir Feramuz’un. Öte yandan herkes bir şeye tutunma gayreti içindedir… Atıl İnaç’ın yazıp yönettiği dram, vazgeçmek, çaresizlik, yoksunluk, ölüm, hayat, seçimler ve yaşama gayreti meseleleri üzerine içi dolu tespitler yapıyor yapmasına ama gayet iyi ve yalın açılan film, ayakları yere basan gerçekçiliğinin omuz başında ilerleyen, absürt ve gerçeküstü oluşlarla, daha fazla şey söyleme isteğiyle yara alıyor ve iki arada bir derede kalıyor sanki. Feramuz’un akıbetine inandıramıyor bizi öykü. Buna karşılık Betül’ün öyküdeki yeri çok gerçek ve sağlam. Sadece, belediyenin cenaze ve gasil işlerinde kendine ölü yıkamacılığı işini bulan Betül, çocukları ve komşusu Feramuz’un öyküsü olsaydı keşke film. 2007 tarihli ‘Zincirbozan’ ve 2009 yapımı ‘Büyük Oyun’un ardından İnaç’ın üçüncü uzun metraj deneyiminin oyuncu kadrosu ise gayet başarılı. Nazan Kesal çok iyi. Fatih Al ve Erol Babaoğlu ise gayet iyiler. Kanbolat Görkem Aslan ve Selen Uçer, kadronun yardımcı oyuncuları. Görüntü yönetimi ise Hayk Kirakosyan imzası taşıyor. Ana karakterinin uzmanlık alanı olan ‘felsefe’, metinde ağırlıklı olarak yer almış. Film, kendini biraz daha az önemseseymiş keşke. Yine de kalburüstü, insancıl, kafa yorulmuş bir iş. (2,5 / 5) MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar