Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

06 KASIM 2020

05 Kasım 2020 Perşembe 21:05
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız. Yaklaşık dört ay önce yeniden başlayan vizyon, 6 Kasım haftasında; ikisi yerli yapım olmak üzere toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor.
İrlanda sularında geçen korku-gerilim ‘Sea Fever / Derin Korku’ notlarımız arasında! Haftanın diğer yenilerini gelirsek… Francois Ozon’un yeni filmi ‘Eté 85 / 85 Yazı’, Normandiya’da bir sahil kasabasında büyüme krizleriyle mücadele eden 16 yaşındaki Alexis’in, David ile tanıştıktan sonra değişen hayatını öykülüyor. Kosovalı sinemacı Visar Morina’nın yönettiği ‘Exil / Yabancı’, göçmen olması sebebiyle iş yerinde ayrımcılıkla karşılaşan kimya mühendisi Xhafer’in hikâyesini anlatıyor. Başrollerini Diane Lane ile Kevin Costner’ın üstlendikleri suç gerilimi ‘Let Him Go / Gitmesine İzin Ver’, acılı bir çiftin, oğullarını kaybettikten sonra tek torunlarını bulmak için verdikleri mücadeleyi yansıtıyor perdeye. Başrolünde Liam Neeson’ın yer aldığı tempolu aksiyon ‘Honest Thief / Dürüst Hırsız’, aşkı uğruna kanuna teslim olmaya niyetli bir banka soyguncusunun yozlaşmış FBI ajanlarıyla olan mücadelesi. Haftanın iki yerli filmi ise; Hakan Yücel’in yönettiği romantik komedi ‘Aşk Seni Bulur’ ile Erkam Bülbül imzalı, başlıca rollerini Serdar Gökalp ile Ege Kökenli’nin üstlendikleri komedi aksiyon ‘Son Şaka’.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim ve nihayet Kasım aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2008 ve 2009 yıllarının Kasım ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Kasım’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!


DERİN KORKU
-Gerçek canavar nerede?-

Televizyon için yaptığı dizilerle tanınan İrlandalı Neasa Hardiman’ın yazıp yönettiği gizemli korku, türün seçkin festivallerinden ‘Sitges’de resmi yarışma seçkisinde yer almıştı. Batı İrlanda kıyılarında, açık sularda seyreden trol gemisindekiler, yakaladıkları balıklara sevinirlerken, büyük bir belayla yüzleşirler. Su kaynaklarında ortaya çıkan bir tür parazit, mürettebatı denizin ortasında mahsur bırakır.
İngiliz aktris Hermione Corfield’ın başrolde olduğu gerilimi yüksek yapımda Dougray Scott, Connie Nielsen ve Olwen Fouéré gibi usta isimler de yer alıyor. Diyaloglarında, özellikle Ridley Scott’un klasiği ‘Alien’e selam durmayı ihmal etmeyen film, öyküsü itibariyle dramatik unsurlar da içeriyor. İrlanda-ABD-İngiltere-İsveç-Belçika ortak yapımı, tek mekânı oldukça başarılı kullanmış. ‘The Thing’, ‘Alien’ gibi başyapıt seviyesindeki yapıtlara öykünürken, hayatta kalma mücadelesinde bildik yollara sapınca, binlercesini izlediğimiz tür örneklerinden birine dönüşen hikâye, içerdiği ‘insan zaafları’ ve karakter karanlığı meselesini bir noktadan sonra göz ardı ederek, ister istemez sıradanlaşıyor. Yine de türün meraklıları için uygun bir seçenek ‘Derin Korku’. (2,5 / 5)
 
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Kasım 2008

ORİJİNAL CİNAYETLER
Zaman kaybı…

Film, ülkemizde vizyona giren adıyla çelişiyor. En ufak bir orijinallik taşımayan yapım, sırtını tamamen, iki dev oyuncuya, yaşayan en önemli aktörlerden ikisine dayamış: Robert De Niro ve Al Pacino’ya… Michael Mann yönetimindeki 1995 tarihli ‘Heat / Büyük Hesaplaşma’, bu iki ustayı bir araya getirmiş, Los Angeles’ı fon alan incelikli suç destanı, 90’lı yılların en önemli filmlerinden biri olmuştu. De Niro ve Pacino bu kez, orijinal olamayan cinayetler çevresinde dönen bir öyküde bir aradalar yine… Jon Avnet yönetimindeki suç dramı, yenilikçi bir kara film olabilecekken, son derece sıkıcı bir izlenceye dönüşmüş. Kendini fazlasıyla ciddiye alan yönetmen, elindeki iki dev ismi, son derece sevimsiz hale getirmiş. Bu denli usta oyuncuları, perdede bu denli itici kılmak kolay iş değil. Adını, Spike Lee’nin 2006 yapımı özellikli filmi ‘Inside Man / İçerideki Adam’ ile duyup beğendiğim senarist Russell Gewirtz imzalı senaryo, aslında kötü değil. Hatta iyi. Bir yetersizlik öyküsü. Bir dostluk, kıskançlık, aşk, tutku, değişim, bozulma, çürüme, yenilenme hikâyesi. Sisteme muhalif duran bir yanı da var. Ama bütün bunlar, Jon Avnet’in elinde yok olup gitmiş. Öyküde var olan ve üzerine gidilebilecek her önemli nokta, sevimsiz bir oldu-bittiye, telaşlı bir baştan savmaya dönüşmüş. İncelikli bir dram olabilecek yapım, kaba ve sıradan bir TV filmi haline gelmiş birden. Yapımcı-yönetmen Jon Avnet, 1991’de yönettiği ilk sinema filmi ‘Fried Green Tomatoes / Kızarmış Yeşil Domatesler’ ile dikkat çekmiş ve umut vaat etmişti. Ardı sıra yönettiği ‘War / Savaş’, ‘Up Close & Personal / Çok Yakın ve Çok Özel’ ve ‘Red Corner / Kızıl Köşe’ beklentilerin altında seyreden ama yerlerde sürünmeyen sıradan filmler olarak yönetmenin kariyerine eklendiler. Jon Avnet, kendisinden beklenen filmi bir türlü çekemeyerek 90’ların ikinci yarısında beyazperde defterini ‘yönetmenlik’ anlamında kapadı ve yapımcılığa devam etti. On yıl süren TV çalışmalarının ardından 2007’de, yeniden beyazperde için bir film çekti Avnet. ‘88 Minutes / 88 Dakika’, başrole, yönetmenin yakın dostu olduğunu düşündüğüm Al Pacino’yu oturtuyor ve dev aktörün kariyerine utanılacak bir iş olarak yazılıyordu. Hızını alamayan Avnet, Al Pacino’nun yanına bu kez başka bir devi, De Niro’yu alarak çektiği ve sanırım, ‘bakalım şimdi ne diyecekler’ dediği ‘Righteous Kill / Orijinal Cinayetler’de çıtayı yere düşürmeyi yeniden başarmış. De Niro ve Pacino ise, karşılıklı oynadıkları, bir şeyler yapmaya ve filmi kurtarmaya çalıştıkları sahnelerde, ‘olamaz’ ve ‘neden’ yorumlarının dışında başka bir katkı sağlamıyorlar Jon Avnet’in filmine… Yazık, çok yazık diyerek ayrılırken salondan, insandaki dinmek, tükenmek bilmez hırsı ve iştahı düşündüm… Para, hırs, ne bileyim adını koyamadığım bir şey adına koskoca ve çok önemli kariyerlerini, olmayacak bir işe alet eden iki dev oyuncuya sitem ettim. Jon Avnet adını, herhangi bir afişte yeniden görmek istemediğime emin oldum ve kendimi gerçekten orijinal, sıradan olmayan bir şeyler yapmak, hayal kırıklığımı sarıp sarmalayarak tedavi etmek için sinemanın dışına attım. Olağanüstü ve orijinal bir gökyüzü ile karşılaştım binadan çıktığımda. Oh be dedim içimden. Yakın zamanda yitirdiğimiz dev şair İlhan Berk’in dediği gibi: “dışarıda bir dilim ekmek gibiydi gökyüzü”.

KARTAL GÖZ
Amerikan Kartalı

Steven Spielberg’in fikir babası olduğu ve yapımcılığını üstlendiği film, aksiyon içeren bir macera. ‘The Salton Sea’, ‘Taking Lives’, ‘Two for the Money’ ve son olarak ‘Disturbia’ adlı filmlerini izlediğimiz D.J. Caruso’nun yönettiği tempolu filmin başrolünü ‘Disturbia’, ‘Indiana Jones ve Kafatası Krallığı’ ve ‘Transformers’ filmleriyle büyük bir çıkış yapıp, hızla yükselişe geçen yıldız adayı Shia LaBeouf üstleniyor. Michelle Monaghan, Rosario Dawson ve usta aktör Billy Bob Thornton’un genç aktöre eşlik ettikleri film, 98 tarihli ‘Enemy of the State’ ve 2002 yapımı ‘Minority Report’ filmlerinden esintiler taşıyor. Hitchcock filmlerine saygılarını sunmayı ihmal etmeyen öykü, insanın geliştirdiği teknolojinin, düzeni tehdit eden kötücül bir güce dönüştüğü noktada, dünyayı bekleyen olası felaketi taşıyor perdeye. Heyecan dolu temposu ve senaryosunda yer alan değinmelerle özellikle genç izleyicileri hedef alan filmin yumuşak karnı, keskin bir militarist bir söylem içermesi ve ABD politik sistemine muhalefet etmeyen uzlaşmacı tavrı. İçinde bulunduğumuz teknolojik düzenin bir ‘düşman’ haline gelmesi tuhaf gözükmemeli diyen film, özellikle iç güvenlik adına yeni bir komplo teorisi oluşturuyor. Bazıları tarafından, 11 Eylül’e yönelik ‘içerden’ oluştuğu söylenen saldırıya dair, ‘eğer içerden oluşmuşsa, bu şekilde gelişmiş olabilir’ şeklinde bir okuma, antitez içeriyor. Genç, ahlaklı, sorumluluk sahibi Amerikalı portresini iyice abartmayı da unutmuyor. LaBeouf’un canlandırdığı ‘Jerry Shaw’ karakteri, bütün bir kahramanlığı, nihayetinde ‘babasının’ gözüne girmek için yapıyor. Ödülü ise, kazandığı saygının ve devlet madalyasının yanında, kendisinden büyük, olgun ve seksi kadına sevgili-sevgili adayı olmak oluyor. Michelle Monaghan’ın oynadığı Rachel Holloman karakteri, filmde, her sıradan Amerikalı gencin hayallerini süsleyen bir sevgili/kahramana dönüşüyor. Amerikalı gençler, öyle sırtlarına çantalarını takıp, avare biçimde oradan oraya gezemez diyor film. Gençler, Hindistan’da aydınlanma, Uzak Doğu’da kendini bulma yerine, orduya yazılıp, iç güvenlik ve ülkesi için ciddi işler yapmalı diyor. Bir fotokopicide oturup saatlerce fotokopi çekmenin ne gibi bir geleceği ve saygınlığı olabilir ki… Olgunlaşmalı, büyümeli, aynı ülkesini yoktan var ederek kuran, büyük, geniş toprakları verimli hale getirip sulayan, demir yollarını inşa eden o eski kuvvetli beyaz atalarına, fedakâr! babalarına layık olabilecek biçimde yaşamalı. Sorumluluk almalı. Sonuçta mutlaka ödüllendirilecek. Ya olgun, seksi bir kadın, ya saygın bir rütbe veya iş, ya da para, madalya veya sert bir babanın şefkat ve saygı dolu bakışları ile… Kendi olabilecekken, sistemin ‘iyi işleyen’ herhangi bir dişlisi olacak… Evet; bu eleştiriler filmin iyi plastiği, akıcılığı, sonuçta işini iyi yapıp, eğlendirdiği gerçeği yanında belirtilmesi gerekli önemli noktalar. Son tahlilde, teknik kalitesi çok yüksek, özenle çekilmiş yapımın, sürükleyici bir seyirlik olduğu inkâr edilemez. 

GÖLGELER
Yağmurdan Sonra…

1994 tarihli ilk uzun metrajı ‘Before the Rain / Yağmurdan Önce’ ile önemli bir yönetmen geliyor dedirten Makedonyalı Milcho Manchevski, aradan geçen 14 uzun yıla rağmen akıllarda ‘tek filmle’ kalmış bir sinemacı. 2001 yapımı western-dram ‘Dust’ın ardından ülkesinde çektiği üçüncü uzun metrajı ‘Senki / Gölgeler’ ile gerçek bir hayal kırıklığı yaratıyor. En azından bende… Film, Hollywood’un çok iyi bildiği, ustası olduğu bir hayalet öyküsü anlatıyor. Daha doğrusu anlatamıyor. Bu hayalet öyküsü, ülkenin geçmişinde yatan toplumsal olaylarla harmanlanıyor ve ortaya tuhaf bir şey çıkıyor. Ne olduğu belli olmayan bir tür kırması. Korkudan, gerilime, dramdan, romantizme, erotizmden, tarihi-siyasi filme uzanan basbayağı kötü bir film ‘Gölgeler’… Makedonya manzaraları eşliğinde, tarihsel bir hesaplaşma, korkutamayan, hatta bir an bile ürkütemeyen bir korku malzemesi, gerçeküstü bir takım oluşlar, gelişigüzel kurgulanmış seks sahneleri, zorlama bir mistisizm, tam olarak bir zemine oturtulmayan anne-oğul ilişkisi, hepsinden öte de; hayatın anlamı soslu bir ahlak dersi… Ne yaptığını bilmeyen sinemacı, biraz yerel motif –ki özellikle görüntü ve müzik eşliğinde- kullanarak iki saat boyunca ahkâm kesiyor. Ancak çok acemi bir yönetmenin yapacağı türden üstelik. Hayalet öyküsü anlatmanın beyazperdedeki kodlarını bilmeden bu işe soyunup, ölümle-yaşam arasında gidip gelen politik ve tarihi bilinç üzerine bir eser yaratmak kolay değil. Olmamış da zaten. Birçok gelişme, olanak/olanaksızlık yüzünden sinemaya ara vermek, bir yönetmen için sağlıklı değil. Tabii ki bunun istisnaları var. Anlatacağı şeyleri demlendiren, uygun zaman arayıp az ve öz üreten, gerçekten istediğini çeken isimler var tabii. Ama Manchevski gibi, sinemaya adeta çivileme dalıp dikkat çeken, sonrada bunun mirasını yiyen ve tek atımlık barutu olduğunu, uzun zaman sonra çektiği üçüncü filmle kanıtlayan bir yönetmen için bu konu mevzu bahis değil tabii… Filmi izlerken, Manchevski, keşke alçak sesli, yalın, ufak bir aşk öyküsü veya erotik bir film çekseydi diye düşündüm… Özellikle yerel görüntüler ve uygun oyuncuların da katkısıyla ikincisinde oldukça başarılı olacağını da… Kendisi şahsım tarafından artık hep unutmak istediğim bir filmin yönetmeni olarak anılacak. ‘Yağmurdan Önce’ gayet iyiydi. Ancak yağmur dindi ve görünen manzara, beklenen manzara olmaktan çok uzak şimdi… 

SON BULUŞMA
Çok değerli bir belge

Bu filme değinmeden geçmek olmazdı. ‘Selamsız Bandosu’ ve ‘Züğürt Ağa’ gibi nitelikli hatta -klasik- filmlerin yönetmeni Nesli Çölgeçen’in imzaladığı belgesel, Kurtuluş Savaşı’nın son tanıklarının, kahraman gazilerin öyküsünü yansıtıyor perdeye. Nişancı Er Ömer Küyük’ün, Süvari Çavuş Yakup Satar’ın ve Sıhhiye Onbaşı Veysel Turan’ın hikâyelerini… Artık hayatta olmayan üç ‘son gazinin’ ‘son buluşmalarını’.  Önce, Anıtkabir’i; ardından silah arkadaşlarını evlerinde ziyaret eden gazi Ömer dede ve birbirlerine sarılıp helalleşen üç kahraman… Kurtuluş savaşını kimlerin nasıl kazandığını, Cumhuriyeti kimlerin nasıl kurduğunu bir kez daha anımsamak için şahit olunması gereken müthiş bir belgesel çekmiş Çölgeçen. Birebir, sohbet ortamında çekilmiş belgesel, gazilerin, o çılgın adamların ne denli fedakâr, aydın, cesur ve farklı olduklarını bir kez daha seriyor gözler önüne. Yoktan var edilen bir ülkenin, onur dolu bir kurtuluş savaşının, yepyeni bir cumhuriyetin bağımsızlık ve özgürlük aşığı mimarları onlar. Her zaman saygı ve minnetle anılması gereken ve artık benzerlerine rastlanmayan özel insanlar… Hayatının son günlerinde bir ev değil, bir okul yaptırmak için uğraşan Ömer Dede, elini tutan silah arkadaşına ‘sen Atatürk’ü gördün mü?’ diye soran Yakup dede ve evindeki hasta yatağında ülke ve dünya meselelerini takip eden Veysel Dede’ye asla ödenmeyecek bir borcumuz olduğunu bilerek sürdürmeliyiz yaşamı… Bağımsızlık, özgürlük ve onur mücadelesinin son tanıkları aramızda yok artık. Ama onların omuz verdiği Cumhuriyet, bizlerin sorumluluğunda…

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Kasım 2009


ALTIN PORTAKAL 2009
Antalya’ya Koş…

Söz ve müziği Ali Kocatepe imzalı ‘Antalya’ya Koş’ ilk seslendirildiğinde yıl 1974’tü. Ertan Anapa’dan Seyyal Taner’e dek birçok farklı isimden dinlediğimiz şarkı, doğumundan otuz beş yıl sonra 46. Altın Portakal’a fon oldu. Şarkı’nın çağrısına uyarak, Antalya’ya koştuk bizde. Çoğu insan, doğal olarak uçmayı tercih etti. Uçmaktan ziyade, yerden oynamayı seven bizim ekip, emektar otomobilimizle dahil olduk festivale. Bu yıl, değişim yılıydı. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı değişmişti, festivalin genel sanat yönetmenliğini, derneğimizin onursal üyelerinden, meslektaşım Vecdi Sayar üstleniyordu ve her şeyden öte, Altın Portakal, halkın festivali olmaya soyunmuştu. Gözlediğim kadarıyla kısmen başarıldı bu. Özellikle yarışma filmlerinde, salonlara dolan kalabalığın, İstanbul’dan gelen festival konuklarından fazla olması, düzenlenen panel, söyleşi, sergi ve imza günlerine olan içten katılım, açıkhava film gösterimleri ve ünlü isimlerin katıldığı halk konserlerine olan ilgi, bunun kanıtıydı. Geçmiş yıllarda Antalya’da görmeye alıştığımız Hollywood yıldızları yerine daha mütevazı ama çok sağlam isimler konuk oldular 46. Altın Portakal’a. Festivalin onur konukları, büyük usta Theo Angelopoulos ve İtalyan yönetmen Francesco Maselli idi. Uluslararası yarışmanın jüri başkanlığını üstlenen usta Polonyalı Krzysztof Zanussi, Karoly Makk, Bob Rafelson ve İsveçli Bille August’un yanı sıra hep ses getiren filmlerde rol alıp, bir kuşağı ‘derinden’ etkilemiş özel aktris Theresa Russell, festivalin önemli misafirleri arasındaydılar. Peki aksaklıklar yok muydu? Vardı elbet. Ama bir sinema yazarı-gazeteci olarak beni ilgilendirenlerden bahsetmek isterim. Biz yazarlar, gazeteciler ve filmlerin yaratıcısı olan sinemacılar farklı otellere bölünmüştü. Fikri alışverişler ve en önemlisi yapılması gereken mecburi görevler bu sebepten dolayı aksadı. Biz sinema yazarlarının kaldığı otelin insanı çileden çıkartan internet problemi, festivalin unutulmazlarından oldu. Bir de törenlerde görev alan sunucular… Burada büyük üstat Halit Kıvanç’ı bir kenara koymak mecburi. Sözüm, güzelliklerinin ardına saklanmış, ‘tın tın’ genç bayanlara. Aramızdan ayrılmış ustaların soyadlarını, yaşayanlarla karıştırmak, mevzuya yeterince hâkim olmamak ve Türkçeyi kötü kullanmak, bu önemli işi yapmamaları için birkaç neden. Belki de ezberi bozmak gerekli. Halkın festivalini, meseleye yeterince egemen, donanımlı, seslendirme deneyimine sahip bir sinema/tiyatro sanatçısı sunmalı. Gelelim bu yılki filmlere, ödüllere ve jüriye… 46. festivalin film programı oldukça zengindi. Ben kendi adıma Ulusal Yarışma filmlerini izlemeyi tercih ettim. On altı film yarışıyordu; ‘fallik’ durumundan kurutulup yeniden eski halini almış Altın Portakal heykelciği için. ‘Uzak İhtimal’, ‘İki Dil Bir Bavul’, ‘Usta’ ve ‘Gölgesizler’ daha önce izlediğim filmlerdi. ‘Uzak İhtimal’, hafif tuzaktı bence. Karakterlere iğnelenen masumluk, inandırıcılık sınırlarını zorluyor ve ‘hesap-kitaplanmış’ aritmetik akış, bünyeye ters düşüyordu. Buna karşılık önemli bir işti ‘İki Dil Bir Bavul’. Eğitim eşitsizliği üzerinden, ötekini, berikini, çaresizliği, iletişim sorunlarını, doğu gerçeğini çiziyordu Zilkif’in defterine… ‘Aldırma 128!’ diyordu film ve ekliyordu: ‘Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: -maveraünnehir nereye dökülür?’… Geriye kalan filmler içinde en çok beğendiğim Reha Erdem’in altıncı uzun metrajı ‘Kosmos’ oldu. Mucizeler yaratan, şifa dağıtan, yemek yemeyen, sadece şeker ve çayla beslenen, ağaçlara tırmanıp, tuhaf sesler çıkararak avazı çıktığı kadar bağıran, aşk peşinde koşan, hem iyi, hem kötü, hırsız, peygamber veya şeytan olan bir kahramanın öyküsüydü film. Müthiş bir görsellik ve ses deryasında, zaman dışı bir sınır şehrine dönüşmüş Kars’ın eşsiz ‘kendine haslığı’ eşliğinde, özel bir sinemaydı Erdem’inki… ‘Kıskanmak’, Nahid Sırrı Örik’in (1895-1960) aynı adlı ünlü romanından Zeki Demirkubuz imzalı bir uyarlamaydı. Dönem filminde Demirkubuz’un bildik meseleleri göze çarpıyordu ama bir şeyler eksikti işte. Seniha’nın yaşadığı, ‘kıskanmak’ değil, ‘intikam’dı sanki. Romanın ruhu perdeye geçmemişti veya romanı okumamışlar için söyleyelim, perdede duran; olması gereken duyarlık, derinlik, büyü ve atmosferden başka bir şeydi. Arada kalan bir şey. ‘Bornova Bornova’, İnan Temelkuran’ın ikinci filmi, İzmir’in Bornova’sında, bir bakkalın önünden izletiyordu memleketin halini. Günümüz gençliğinin ve amacını yitirmiş, umudu elinden alınmış, çıkışsız, çaresiz insanların öyküsü, değişen, kötücül, karanlık yana evrilen ülkenin hikâyesiydi. Önce ekmeklerin, ardından her şeyin bozulması gibi bir şey... Emeksiz sahip olma arzusu, alt üst olan sosyo- ekonomik tablo… Bizim SİYAD ödülünü de kazanan filme önemli bir not olarak, bütün oyuncularının enfes olduğunu düşmek gerek. İlk uzun metrajı ‘Polis’ten ‘iyi’ bildiğimiz Onur Ünlü, ‘Beş Şehir’le karşımızdaydı. Moderatörlüğünü üstlendiğim galanın ardındaki sohbeti noktalarken dediğim gibi; ‘varoluş, karanlık, acı yüklü ve yeteri kadar gerçeküstüdür…’ ‘Beş Şehir’i özetleyen bu cümle, Ünlü’nün Ahmet Kaya kullanımıyla birlikte takıldı dudaklarıma… ‘Beni Vur, beni onlara verme, külüm al uzak yollara savur, Dağılsın dağlara dağılsın vur öykümüz ama sen ağlama dur.’ Bu filmin de oyuncu ekibi çok iyiydi ama Tansu Biçer’e özel bir vurgu yapmak gerek. Bir de kediye… Günümüz sinemasında bir tür halini almış Mocumentary’nin (sahte belgesel) ülkemizdeki örneği Kutluğ Ataman imzası taşıyordu. Çağdaş sanatlar deyince belki de ilk akla gelen isimlerden olan Ataman, hakikat ile kurgu arasındaki çizgide yürüyor ve siyah-beyaz fotoğraflarla, ülkeyi ‘check-up’a alıyordu. Aya seyahat fikri, göç ve farklı alanlardaki Türk aydınının görüşleri. Çok sıcak, aynı oranda ciddi, emek ve zekâ yoğun bir işti ‘Aya Seyahat”. Yarıştırılmamalıydı sanki. Alanı, yeri, konumu daha başkaydı. Moderndi, hazır olup olmamakla ilgiliydi. Şapkamı çıkartıyorum. Sekiz adet ilk film arasında ‘Başka Dilde Aşk’da vardı. Çoğunluğun aksine ben pek sevemedim. TV filmi ruhu sezdim bir yerinde, sonrası da aynı öyle aktı gitti benim için. Yanlış anlaşılmasını istemem; bu satırlardan kesinlikle filmin kötü olduğu çıkarılmamalı. Sadece fazla söz söylenmişti sanki sessiz bir dünyanın içinde… ‘Min Dit’ Kürtçe çekilmiş. Bir ilk. Öykü ve oyuncular -özellikle çocuklar- iyiydi. Eksik, olmamış yanları vardı filmin. ‘Babam Büfe’ ilk filmlerin en zayıfıydı. Biçimi ve sinemasıyla geride kalıyordu diğerlerinden. Sonra düşündürdü bana ciddi ciddi: Yahu yarışan bu on altı film arasında ‘Pus’ niye yok diye. Yeri gelmişken söylemek zorundayım, ön jüri Tayfun Pirselimoğlu’na gerçekten ‘büyük’ bir haksızlık yapmış. ‘Kara Köpekler Havlarken’… Geçtiğimiz yıl aynı yarışmada yer alan Aydın Bulut’un filmi ‘Başka Semtin Çocukları’nın devamını izliyoruz sandım. Aynı hikâye daha eksik ve inandırmıyor. Yine güvercinler, kuşçular, varoşta yaşam, asker uğurlamaları, silahlar… Volga Sorgu aynı ödülü ikinci kez aynı rolle aldı… Aslında bu ‘iyi oyuncuya’ pek iyilik yapılmadı. Seneye, üçüncü ödülünü almaya yine aynı filmle gelecek sanki Sorgu. Jüri, geçen seneki rolden habersizdi sanırım. ‘40’ çok havalıydı. Tempolu kurgu, artistik anlar. Ama o kadar… Bu işi yapan çok iyi isimler var dünyada. Onlar gibi olmayınca, olmuyor işte. Birkaçı dışında ödüllerin hiçbirine itirazım yok. İlk kez bir jüri ile çok şey paylaştım(k) sanki. Jüri başkanı Erden Kıral’a bir parantez açmak zorundayım. Sahnedeki duruşuyla, Adana’daki haliyle eleştirdiğim Nuri Bilge Ceylan’a adeta bir ders verdi Kıral. Eli cebinde değildi. Az ve öz konuştu. Öğretmedi. Çok düşünülmüş, tartımlı, yerinde cümleler kurdu ve vakur, kibar, entelektüel biçimde dağıttı ödülleri. Usta yönetmen, olması gerekeni, kendine yakışanı yaptı. Alkışı fazlasıyla hak eden isimlerindendi festivalin. Altın Portakal için ‘değişim ve süreklilik’ vurgusu yapan Vecdi Sayar’ın 47’ci festival için hazırlıklarını izleyeceğiz şimdi. Kendisine ve emeği geçen herkese 46’cı için teşekkürler. Halkın, hepimizin festivalinde iyi, kötü her şeyi söylemek gerek. Her yıl daha iyiyi bulmak şart. Yöneticilere, sanatçılara, bizlere düşenler… Dönüş yolunda bunları düşündüm bir ara. Burdur’a doğru yol alıyorduk ve aracımızda festivalden kalanlar vardı. Sevdiklerimizin özlemi, yaşadığımız anların yokluğunu avutuyordu.

MURAT ERŞAHİN

 

 

 

 

 

 



Diğer Yazılar