Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

03 TEMMUZ 2020

01 Temmuz 2020 Çarşamba 10:23
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.

Bu hafta, yani 3 Temmuz 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı. Madem Haziran ayındayız; siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Haziran sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim.

Bu hafta, 2007 ve 2008 yıllarının Haziran ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Haziran’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!

 

Sinemadan Çıkmış İnsan (Temmuz 2007)

SAHTEKÂR

Asıl sahtekâr kim?

‘Sahte’, bir şeyin aslına benzetilerek yapılan, düzme, düzmece anlamı taşır. Sahtekâr ise, sahte işler yapar, düzmecidir. Sahtekârlık nedir? Sınırları nelerdir? Toplum ve sistem mi yaratır sahtekârları, yoksa insan sahtekâr mıdır doğduğu andan beri? 1985 tarihli ‘My Life As A Dog’ ve 1999 yapımı ‘The Cider House Rules’ ile 2 kez ‘En İyi Yönetmen’ dalında Oscar adayı olan, ‘Chocalate’ (2000) ve ‘The Shipping News’ (2001) ile Berlin’de ‘Altın Ayı’ için yarışan 1946 doğumlu İsveçli sinemacı Lasse Hallström’ün 2006 tarihli filmi ‘The Hoax / Sahtekâr’, gerçek bir öyküye dayanıyor. Clifford Irving adlı yazar, 1971’de eksantrik iş adamı ve sinemacı Howard Hughes’un biyografisini yazıyor. Üstelik Hughes ile tek kelime konuşmadan. İnzivaya çekilmiş dolar milyonerinin olan bitenden hiç haberi yok. Sahte anı kitabının yazarı Irving, Time dergisi tarafından ‘yılın sahtekârı’ seçiliyor. Yaklaşık iki yıl hapis yattıktan sonra anılarını kaleme alan Irving’in metninden beyazperdeye uyarlanan film, titiz bir dönem analizi yapıyor. Öncelikle 70’lerin başına götürüyor bizi. Politik iktidardan, gündelik hayata, Vietnam savaşından, sokaktaki adamın beklentilerine, o günün ABD’sine… Ucu Watergate’e uzanan bir dizi olay yaşanıyor fonda. Aslınsa Clifford Irving, büyük resmin en az sahtekârlık yapan ismi. Siyasiler, iş adamları, ‘ara bağlantılar’ herkes sahtekârlık peşinde. Hughes, adı karışan olayı büyük bir ticari kârla atlatıyor. Irving’e yaptığı planda yardım eden eşi ve en yakın arkadaşı da kendilerine göre sahtekârlar… Alfred Molina’nın büyük bir başarıyla canlandırdığı ‘Dick Susskind’, sadomazoşist öğeler içeren çocuk masalını yayınlamak derdinde. Kırlaşmış saçlarıyla izlemeye alıştığımız Richard Gere’ın büyük bir denge içinde canlandırdığı ‘Clifford Irving’, en yakın arkadaşına, kitabının özünü korumasını söylüyor. Onu, en kötü durumlar içine soktuğu anda bile hep arkadaşının yanında… Dick’in zayıflığı Clifford’un silahı olsa bile, eli dostunun sırtını sıvazlıyor hep. Ama Clifford gözden düşüp kaybedince, ona sırtını dönenler arasında Dick’te var. Bir kitapçı dükkânının önünden geçerken görüyor dostunu Clifford. Dick oturmuş, yeni basılmış çocuk kitabını imzalıyor. Anlaşılan sadomazoşist bölümleri çıkarıp atmış kitabından. Camekândan gördüğü arkadaşından kaçırıyor gözlerini. Yeteri kadar güçlü değil çünkü. Sahtekâr bir dünyada kendini kandırıyor. Kirlerinden çarçabuk arınmak istiyor. Filmin en önemli bölümü bu son sahne zaten… Sahte olanın çekiciliği, her yeri sarmış bir sahtekârlık içinde inkâr ediliyor. Arınma, başkalarınca anlaşılma, sevilme, kabul edilme isteğine, dönüşüyor…

Ancak ‘ben tertemizim’ demekle temiz kalınıyor kir ve pasla kaplı sistemin içinde. Büyük bir cehennemde küçük cennetler kurmayı deneyen ‘günahkârlar’ olarak temizlenme derdinde insanlar. Hallström’ün filmini sevenlerin Orson Welles ustanın yazıp yönettiği 1974 tarihli ‘Verites et mensonges’ adlı dokümanteri bulup izlemeleri gerek ve şart. Belgesel tadı veren görüntü yönetimi, yapım tasarımı, oyuncu kadrosu, ‘neyi neden anlattığını bilen içeriği’ ile usta işi bir film ‘Sahtekâr’. Ayrıca öne sürülen komplo teorileri, başka okumalara ve filmlere ulaşmayı sağlayacak ciddiyette. Ludwig Wittgenstein ‘Yan Değiniler’ adlı kitabında; ‘çok şey bilen için yalan söylememek zordur’ diyor.

 

ÖLÜM GEÇİRMEZ

Şirazeden çıkmak

Ucuz romanlara, 70’lerin B tipi suç filmlerine, yaz sıcağı ‘kung-fu’larına, ‘blaixplotation’ lardan, kült TV dizilerine ve onların emekçi figürlerine saygılarını sunan, onları gözetip seven sinemasıyla ne çektiyse baş tacı kabul edilip, olay yaratan, adeta fenomen halini alan Quentin Tarantino, ‘kardeşim’ dediği Robert Rodriguez ile birlikte gerçekleştirdiği son numarası ‘iki film birden’ projesi ile karşımızda. Projenin ana ismi olan ‘Grindhouse’, ABD’de yer alan, istismar filmlerine ve iki film birden müdavimlerine hizmet veren harap sinemalara aynı zamanda oralarda gösterilen filmlere verilen ad. Tarantino’nun yönettiği bölümün adı ise, ‘Death Proof / Ölüm Geçirmez’. 70’li yılların istismar filmlerini bütün ana hatlarıyla günümüze taşıyan yapım, içerdiği şiddet dozu ve ‘kitch / bayağılık estetiği’ yapısıyla Tarantino hayranlarını yine mest edecek. Otomobilini modifiye ederek her türlü kazadan sağ çıkabilen dublör Mike adlı seri katil, arabasıyla genç kadınların peşine düşüp onları acımasızca öldürmektedir. Fakat yolların acımasız kara şövalyesi sadece o değildir… İçerdiği sertlikle kimi izleyicileri oldukça zorlayacak olan Tarantino, rezillik, basitlik ve ucuzluk kokan ‘iki film birden’ günlerine saygı duruşunda bulunduğu filmini yazıp yönetmenin dışında, görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş.

Quentin, eskilerde kalmış sevdiği ‘janr’ların peşinden koşan yaratıcı bir sinemacı; bu bir gerçek. Ama, sadece ‘kendi’ ve hayranları eğlenecek diye temel kurallarla, anlatı yapısıyla ve seyircinin değer yargılarıyla kolaylıkla ve hoyratça oynaması, bu filmde son derece rahatsız edici boyutlara ulaşmış. İçerik olarak da, tuhaf bir film bu. Küçük insanı son derece karikatürize edip, yarattığı vahşet atmosferini, önceleri yaptığı gibi grafik şiddetin çok üzerine taşıması tehlikeli. Basbayağı vahşet kokuyor film. Irk ve özellikle cinsiyet ayrımcılığı yapıyor. ‘Anne’lik hakkında basit ve saçma teoriler üretiyor. ‘Normal’ ve ‘sıradan’a fazlasıyla saldırıyor. O eski filmlerde yapıldığı gibi birçok lüzumsuz gevezelik yapıyor. İncir çekirdeği dolmuyor ama ‘geyik’ sürüyor. Bir kere her şey o kadar lokal ki, film sona erdiği andan itibaren etkileyicilikten bahsetmek mümkün değil. Sıcak, havasız, ‘ot’ kokan bir videocu dükkânında oturup, saatlerce boş konuşan hayranları dışında kimsenin onun bu son çalışmasına ‘eyvallah’ diyeceğini sanmıyorum. ‘Ben çektim, oldu. Alın size iki saat eğlence’ fikrine katılamayacağım.

Çoğu, sinemayı Tarantino’dan bu yana yaratılmış kabul eden ‘kitch’ tutkunlarına seslenip, filmini Cannes’de Altın Palmiye için yarıştırmak, sadece sinemaseverlere değil, Sokurov, Gus Van Sant gibi yönetmenlere de büyük bir saygısızlık. Şirazesinden çıkmış bir gösteri.

 

YARATIK

Bir ‘sinemanın’ kanıtı

Güney Kore sinema tarihinin en çok hâsılat yapan filmi olmuş ‘Yaratık / Gwoemul’. Seul’da bulunan Amerikan üssünde açılıyor film. Amerikalı bir görevli, kendine yakışır saçmalıkta bir nedenle, aşırı miktardaki formaldehitin lavaboya dökülmesi emrini veriyor. Lağımdan, şehrin göbeğindeki Han nehrine karışan kimyasal, ne olduğu belli olmayan bir canlının mutasyona uğrayarak kocaman bir yaratığa dönüşmesini sağlıyor. Bu noktada Koreli bir aile olan Park’larla tanışıyoruz. Ailenin en küçük üyesi olan kızlarını yaratığın pençesinden kurtarmak için aralarına mesafe girmiş aile, yeniden birleşiyorlar ve kenetlenerek yaratığa karşı savaşıyorlar. Hikâye bu… Sadece bu mu, değil tabii… Amerika’nın dünyaya ettiği…

Çıldırmış kapitalizmin, adına sistem dediğimiz hastalıklı canavarın, düzenin içinde oradan oraya savrulan küçük insana yaşattığı acılar. Asıl canavar, kapitalist ahlak ve onun uşağı düzen bekçileri diyen film, ülkesinin politikalarını da yerden yere vurmayı ihmal etmiyor. Cesur, özgün ve yürekli yapım, sadece Amerikan karşıtı bir politik alegori değil elbet. Oldukça duygusal bir sevgi filmi. Gerçekçi olduğu kadar kahkaha dolu bir absürt komedi. Hüzün dolu, insancıl bir dram… Amerika’nın Vietnam savaşında kullandığı ‘Agent Orange’ gazı, Seul’de yaratığa ‘Agent Yellow’ adıyla veriliyor. Masumlar bu gazla yok edilmeye çalışılıyor. Her yerde. Yaratık da aslında masum bir kurban. Çılgın bir kararın ürünü, yaratılmış bir canavar o… Ve üstelik korku dolu bekleyiş devam ediyor Han nehrinde. Oracıkta, sıradan küçük bir adam elinde tüfeği, nehirden çıkacak sıradaki canavarı bekliyor. Amerikan üssünde atıklar lavaboya dökülmeye devam ediyor çünkü. 2003 yapımı benzersiz gerilim-dram ‘Cinayet Günlüğü’ ile adını duyuran Joon-ho Bong’un filmi, sezonun en değerli filmlerinden biri.

Ülkemizde çevrilen Amerikan karşıtı ‘slogan’ filmleri düşünüldüğünde tür kırması filmin, ne denli ayrı bir yerde durduğunu görebiliyoruz. Burada çekilen ve söylenenlerin binlerce kat ağırı, sinema estetiği ve ayrı bir şıklıkla söyleniyor. Üstelik daha sert, daha etkileyici ve daha kalıcı. Bir kültürel birikimin, var olan bir sinemanın ürünü! Sarsıcı, etkileyici ve son derece insancıl olması boşa değil.

Temmuz 2007 / Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi

 

 

Sinemadan Çıkmış İnsan (Temmuz 2008)

ADANA NOTLARI

15. Altın Koza’nın ardından…

Mutfak tezgâhında duran cezerye paketi, henüz açılmış bavulum ve üzerimdeki tatlı yorgunluk, Adana’dan döndüğümü hatırlatan önemli ayrıntılardı… Bir festival daha sona ermişti. Aklımda ve yüreğimde biriktirdiklerimi usulca, çalışma masamın orta yerine koyup izledim bir süre… Epey kalabalık bir SİYAD ekibi olarak Seyhan oteline konuşlanmıştık. Murat Özer ve Burak Göral, ‘anca beraber kanca beraber’ geleneğini istemeden bozarak –jüri olmaları sebebiyle- Hilton’a yerleşmişlerdi. Aramıza giren kısa mesafe bize engel olmadı. Lobi ziyaretlerimizi (geleneksel bir festival tabiri olup, sinema yazarlarının buluşma, sosyalleşme ve genel değerlendirme faaliyetlerini icra ettikleri mekânı, otel lobilerini tanımlar) nadir de olsa gerçekleştirdik… Mehmet Açar’ın referansı ve torpili ile en kral masada yer bulduğumuz Kebapçı Mesut, Seyhan Otel’in Adana’nın nemli sıcağına inat püfür püfür esen terası, Tatlıcı Fehmi, Tarihi Yeni Uğur Lokumcusu, Cinebonus sinemasının salonları haricinde ziyaret ettiğimiz yerlerdi…

Uğur Vardan’ın İstanbul’dan siparişi olan Adana Demir Spor formalarıyla çektirdiğimiz toplu resim ise ekibin festival taktiğini seriyordu ortaya: Toplu hücum, toplu savunma… Festivalin programı iyi hazırlanmıştı… ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na katılan 12 yerli filmin dışında, Akdeniz Ülkeleri Kısa Film ve Öğrenci Filmleri yarışmalarını, Tuncel Kurtiz’e ayrılan ‘Türk Sinemasında Bir Usta Oyuncu’, ‘Romy Schneider 70 yaşında’, ‘Dünya Sineması’, ‘Akdeniz’den Beyaz Perdeye’, ‘Medscreen’(MEDA Bölgesindeki Arap Ülkelerinden Filmlerin Tanıtımına Destek Programı), ‘En İyi 10 Türk Filmi’, ‘Belgesel Filmler’, ‘Kıssadan Hisse Dünya’ ve ‘Altın Koza Kısa Film Seçkisi’ bölümleri izliyordu. Bütün konsantrasyonumu, daha önce izleme şansı bulamadığım veya ilk gösterimi yapılan Türk filmlerinin yer aldığı ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na yönelttim. Aynı anda iki yerde birden olamamanın insanı tedirgin eden içsel sıkıntısı, festivallerde iyi bir planlama yapmayı gerektirir. Titiz planlamam başarıyla sonuçlandı.

Gelelim filmlere… ‘Ulusal Uzun Metraj’ yarışmasının galibi, 1975 doğumlu Özcan Alper’in ilk uzun metrajı ‘Sonbahar’ oldu. ‘En İyi Film’ seçilen ‘Sonbahar’, ‘yaratıcı kolektif çalışma nedeniyle’ bir de ‘Jüri Özel Ödülü’ kazandı. Filmin Gürcü oyuncusu Megi Kobaladze de ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülünü. ‘Sıkı’ filmdi ‘Sonbahar’. Son derece duygusaldı bir kere. Ülkede yaşanmış ve yaşanan acıları, toplumsal yaraları ajite etmeden yedirmişti öyküsüne. İnsancıldı. F-tipi cezaevleri, açlık grevleri arasında on yıl geçiren Yusuf’un öyküsüydü anlatılan. Tahliye edildikten sonra Artvin’deki dağ köyünde, yaşlı annesiyle birlikte sonbaharın kışa dönüşünü izleyen Yusuf’un… Hayatını, evinden, ülkesinden uzakta; etini satarak kazanan Gürcü kızla birlikte yeniden yaşama isteği bulan genç adam, nefis doğa görüntüleri eşliğinde son bir ‘güz’ yaşıyordu. Dünyayı dolduran yalnızlık ve imkânsızlık, aslında bütün dünyanın bir F tipi cezaevi olduğunu söylüyordu belki de… İçinde devrim ateşi yanan film, bir ağıtla sona eriyordu. ‘Made in Europe’, festivalin bir diğer kazananıydı. ‘En İyi Yönetmen’ ve Altın Koza’nın belki de en prestijli ödülü olan ‘Büyük Jüri Yılmaz Güney Özel Ödülü’nü kazanan film, 18 erkek oyuncusuyla birden ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünün de sahibi oluyordu. 1976 doğumlu İnan Temelkuran, Avrupa’da yaşayan göçmenlerin sahici insanlar olduklarını hatırlatırken, ilk uzun metrajında iyi bir kalem ve iyi bir göze sahip olduğunun altını çiziyordu. Meselesini, derdini gayet net ortaya koyan Temelkuran, gelecekte önemli filmlere imza atacak, ümit veren bir sinemacı.

Derviş Zaim ise ‘Nokta’ ile ne kadar usta bir yönetmen olduğunu gösterdi. Mazlum Çimen’in tematik, etkileyici müziği ve Steady cam’in yetkin kullanımıyla görüntü yönetmeni Ercan Yılmaz’a giden iki ödül dışında, jürinin nedense fazla sıcak bakmadığı bir film oluyordu ‘Nokta’. Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği ‘Ara’, en merak ettiğim filmler arasındaydı. Geçtiğimiz yıl, Antalya Altın Portakal Ulusal Uzun Metraj’a ön jüri tarafından kabul edilmemiş, tartışmalara yol açmıştı. Hatta Ümit Ünal, duruma isyan etmiş, Altın Portakal’ın kararına şaşırdığını, üzüldüğünü ve kızdığını belirten bir açıklama yapmıştı. Haklıymış… Daha önce bir türlü izleme şansı bulamadığım filmi dikkatle izledikten sonra, Ümit Ünal’a gerçekten büyük bir haksızlık yapıldığına kanaat getirdim. O sene, Antalya’da yarışan filmlerden kötü değil, hatta bazılarından çok daha iyiydi ‘Ara’. Zeki senaryo, özenli diyaloglar, on yıllık zamana yayılan hikâyeyi, ileri geri gidiş-dönüşlerle anlatıyordu. Beyazperdede, özgür, cesur, doğal, güçlü bir film vardı ve iki arada bir derede kalmış sıradan insanların öyküleri; belki de memleketin.

‘En İyi Senaryo’ ve ‘En İyi Kurgu’nun yanı sıra, yeteneği ve tarifi zor manyetizması ile ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazanan Selen Uçer’le birlikte Altın Koza’dan üç ödülle ayrılan ‘Ara’, bir şekilde kendini resmi olarak ispatlamış da oldu. Filmin dört ana oyuncusu da çok iyiydi aslında. İstanbul Film Festivali’nden ödülle ayrılan Serhat Tutumluer, Betül Çobanoğlu ve bence olağanüstü bir performans sergileyen Erdem Akakçe, Selen Uçer’e aynı mükemmellikle eşlik ediyorlardı. Hüseyin Karabey’in naif filmi ‘Gitmek’, başrol oyuncusu ve ‘sahici’ senaryonun yazarlarından Ayça Damgacı’yı da Selen Uçer’e ortak etmeyi başardı. İki iyi aktris, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü alkışlarla paylaştılar. Çok yönlü sanatçı Mehmet Güreli’nin, İstanbul festivalinde kaçırdığım ve merakla beklediğim filmi ‘Gölge’, kimi yanlarıyla hoş bir filmdi. Son derece zarifti. Güreli, çok zor bir işe soyunmuş. Claude Chabrol tarzındaki kara film denemesi, ancak Chabrol gibi mevzuya egemen ustalar elinde tam anlamıyla ‘olabiliyor’. Yine de, ilk uzun metraj kurmaca denemesinde Güreli’nin bu çabası bence takdirle karşılanmalı.

‘En İyi Sanat Yönetimi’ ve Serkan Ercan ile ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödüllerini kazanan Peyami Safa uyarlaması, (ustanın ‘Selma ve Gölgesi’ adlı romanından) bence sinemamızda boş duran bir rafı süsleyecek. Halk Jürisi Ödülü, birçoklarının beklediği gibi ‘Beyaz Melek’e değil, ‘Ulak’a gitti. Altın Koza’da ‘En İyi Stüdyo Ödülü’ ile yetinen ‘Beyaz Melek’, Houston’da gördüğü ilgiyi Adana’da bulamadı… Adana’da kısa filmlere ve belgesellere de vakit ayırdım. Belgesel film gösterilerinde iki SİYAD üyesinin filmleri de yer aldı. Necati Sönmez ve Ahmet Ilgaz’dan bahsediyorum. Necati’nin Türkiye’de ölüm cezası ve yaşanmış uygulamalara insani bir pencereden baktığı ödüllü belgeseli ‘İbret Olsun Diye’yi daha önce izleyip beğenmiştim. Ahmet’in filmi ‘Sütlü Çikolata’yı ilk kez izledim. Ahmet’te oldukça insancıl bir film çekmiş. Bir yerde yabancı olmak, o oluşun ardında yatan kocaman ve bilinmeyen bir geçmiş, akıp giden hayat ve sıradan insanlar…

‘Sütlü Çikolata’ , 1900’lerin başında Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın Dalaman’daki arazisinde çalıştırmak üzere Mısır ve Sudan’dan getirdiği insanları konu alıyordu. Onların torunlarını daha doğrusu. Dalaman’ı kendilerine yurt edinip, yöreyle kaynaşan insanları. Günün birinde Kahire’ye gitmek istediğini söyleyen bir kız çocuğunu, ilerde futbolcu olmak isteyen Fenerbahçeli Barış Karaböce’yi, Yeşilçam filmlerinin ‘arap uşağı’ Kubilay’ı, Dalaman’da belediye başkanlığı yapmış olan Musa Siva’yı, Michael Jackson’a benzetilen berber Aziz’i… İlk belgeselinde Ahmet iyi bir iş kotarmış. Konuya hâkimiyeti, yaklaşımı, mesafesi, filminin teknik kalitesi, tonu, hepsi yerli yerindeydi. Ahmet’i izlemek gerektiğini not düşerek çıktım klimanın etkisiyle kutba dönüşen salondan, Adana’nın nemli sıcağına…

Arada sırada, izlediğim belgesel ve kısa film eleştirilerini de kaleme almalıydım, bereketli topraklar üzerinde parlayan kızgın güneş altında yürürken buna karar verdim. İnsan, arkadaşlarının ürettiklerini görünce mutlu oluyor. Necati ve Ahmet’in filmleri SİYAD adına bir prestij… Bir festival, kısa süre için o şehre ait olmak demek. Yemekleri, iklimi, insanları, otelleri, anıları, ağaçları, kuşları, mekânları ve filmleriyle… Bizi havaalanına götüren otobüste, o tuhaf ruh haline büründüm yine. Her festival dönüşü duyumsadığım, arkadaşını ardında bırakma hissi… ‘Gelecek yıla kadar hoşça kal Adana’ diye geçirdim içimden, uçak havalandığında. Sonra Şule ile Öykü’yü ne kadar çok özlediğimi düşündüm… Evimi, yatağımı, çalışma odamı, bir de basın gösterimlerini…

Temmuz 2008 / Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi

MURAT ERŞAHİN

 



Diğer Yazılar