SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

POLONYA FİLMLERİ FESTİVALİ

14 Kasım 2020 Cumartesi 12:37
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Vizyonda iyi film sayısı çok azken, farklı ülkelerin kültür merkezleri ve elçiliklerinin düzenlediği etkinlikler imdadımıza yetişiyor. Geçen yıl ilki düzenlenen Polonya Filmleri Festivali, bu yıl yapılmaz herhalde diye düşünürken bir anda karşımıza çıktı. Klasik gösterimden vazgeçmeyen bu ufak festival, 5-8 Kasım tarihleri arasında, Ankara Büyülü Fener Sineması’nda düzenlendi. Ücretsiz olmasına rağmen, pandemi dönemi olduğu için seyirci sayısı çok da fazla değildi. Hatta hemen her seansta, aynı kişileri gördüğümüzü söyleyebiliriz. 65 yaş üstü olmasına rağmen fiziksel festivallerden vazgeçmeyen, bu festivalde de her filmi izleyen bir sinefil ablamızın söylemi ile, Polonya’dan kötü film çıkmaz diyerek filmlere geçelim.

Demir Köprü (Zelazny most):

Bu tip festivallerde genellikle adlarını çok fazla duymadığımız filmler karşımıza çıkıyor. Bazen çok güzel sürprizler de olabiliyor. Bu da onlardan biriydi. Enkaz altında kalan bir madencinin eşinin ve arkadaşlarının ona ulaşma çabasını anlatan film, bence seçkinin en iyisiydi. Kurtarma çalışmaları sırasında geri dönüşlerle madencinin karısı ve onu çıkarmaya çalışan iş arkadaşının bir aşk yaşadıklarını, hatta daha fazla görüşebilmek için onun madenin uç noktalarına gitmesini sağladıklarını öğreniyorduk. Bu durum ister istemez, yoğun bir suçluluk duygusuna da yok açıyordu. Filmin bu aşk üçgenine yaklaşımı ise son derece objektifti. Asla bir tarafı suçlamaya ya da kötü göstermeye çalışmadan, o vicdan azabını vermeyi başarıyordu. Finale doğru, duygusal dozu artsa da duygu sömürüsüne çok müsait hikayesini, o yola sokmaması da takdir edilmesi gereken bir konuydu.

İlk uzun metrajı ile Monika Jordan-Mlodzianowska, takip edilmesi gereken bir yönetmen olarak gözüktü. Üç kilit oyuncusu da son derece başarılıydı. Özellikle akşam yemeği sahnesinde, gerçekten sarhoş olmadıklarına inanmak çok zordu. Julia Kijowska için özel bir not. İyi bir oyuncu olmasının yanında, perdeye her çıktığında hayran hayran kendisine bakmaktan kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim.

Supernova:

Çocuklarını alıp, sarhoş babalarını terk etmek isteyen bir kadının öyküsü olarak başlayan film, bir anda bambaşka bir yere giderek o kadın ve çocuklarına çarpan ve kaçan bir sürücünün ve olayla ilgilenmeye başlayan polislerin hikayesi haline dönüşüyordu. Kazayı yapan lüks aracın sahibin hükümetten önemli bir kişi olması (film net bir şekilde kim olduğunu söylemiyor), filme ayrı bir politik boyut da katıyor ve sistemin çürümüşlüğünü de gösteriyordu. Asıl önemlisi kaza mahallinde yaşanan büyük kaostu. Polisler, sağlık görevlileri, itfaiyeciler, ne olduğunu merak edip toplanan halk hepsi bir araya gelince oluşan karmaşa başarılı bir şekilde verilmiş. Özellikle finale doğru çok güçlü sahneler yaratılabilmiş.

Ancak filmden biraz uzaklaşıp bakmaya başladığınızda tüm karakterleri aynı mekânda tutabilmek için, mantıksız bazı hamleler yaptığını da görüyoruz. Ambulans geldiği halde, bir saat boyunca hastaneye götürülmeyip olay yerinde müdahale edilmeye çalışılan ağır yaralılar, kaza geçirenlerin kendi akrabaları olduğu ortaya çıktığı halde soruşturmayı yürütmeye devam eden polis memuru gibi detaylar filmin inandırıcılığını zedeliyordu. Bunlara, finale doğru karşımıza çıkan birkaç olayı daha ekleyebiliriz.

Filmi izlerken, kurduğu atmosfer sağlam olduğu için bunlar çok fark edilmiyordu belki ama sonrasında puanı düşüren etmenler. Neyse ki oyuncular filmi yükseltmeyi başarıyordu. Peki filmin adı niye Supernova? Buna filmin sonunda bir cevap veriyordu ama bizim için soru değişmedi. Filmin adı niye Supernova?

Çürük Kulplar (Zgnile uszy):

60 dakikalık, orta metraj sayılabilecek bu film için, iyi bir deneme ama hedefi vuramıyor diyebiliriz. Film, ilişkileri monoton hale gelmiş olan bir çiftin, bir evlilik terapistine gitmesi ve onun sıra dışı yöntemleri ile sorunlarına çözüm bulma çabalarını anlatıyor. Terapi sırasında bir başka çift de devreye giriyor. Esasen, kadın-erkek ilişkileri ile ilgili güzel noktalara değinen bir film ama çok fazla derinleşemiyor. Ayrıca filmin son bölümüne doğru bir gizem yaratmaya ve seyirciyi de durduğu yeri sorgulatmaya çalışıyor ama (ufak bir spoiler) gördüğümüz her şeyin terapinin bir parçası olduğu o kadar belli ki, bunda başarılı olamıyor.

Filmin sonundaki nottan anladığımız kadarıyla, kısıtlı imkanlarla, biraz da arkadaşlık ilişkileriyle çekilmiş bir film. O samimiyet hissedilse de projenin üzerinde çok fazla çalışma olanağı bulunamadığı da hissediliyor. Olumlu bakarak, yönetmen Piotr Dylewski’nin sonraki işlerinde daha iyisini yapma ihtimali var diyelim.

Son Dağ (Ostatnia góra):

Festivalde bir de belgesel film vardı. Film, Everest’ten sonra dünyanın en yüksek dağı olan Karakurum Dağları’nın zirvesine çıkmaya çalışan, ağırlıklı olarak Polonyalılardan oluşan bir ekibi takip ediyor. Bu zirve, Everest kadar yüksek olmasa da ondan daha zor kabul ediliyor. Tırmanma sırasında ölüm oranı da daha yüksek. Film ekibi, dağcıların 2017’nin sonlarında başlayıp, 2018’de sonlandırdıkları maceralarını günü gününe takip ediyor. Kameralar çoğunlukla ana kamplarda dursa da genel planlarda oldukça ilginç anlar da yakalamışlar. Eminim ki filmin kamera arkasından ayrı bir film de çıkabilirdi.

Böyle bir tırmanışta karşınıza neyin çıkacağının bilinememesi, filmi de farklı yerlere götürüyor. Dağcıların, ölüm tehlikesi geçiren başka bir ekibe yardım etmek durumunda kalmaları, kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklar, tahmin edilemeyen iklim değişiklikleri filmi neredeyse bir macera filmi noktasına getirirken, yaşanan hayal kırıklıkları, çeşitli nedenlerle tırmanışı erken bitirmek zorunda kalanlar da hüzünlü bir atmosfer yaratıyor.

Bir belgesel olarak çok farklı bir yaklaşım benimsemiyor ama dağın kendisinin yarattığı atmosfer ile tırmanışın ve bekleyişim gerilimi filmi izlenebilir kılıyor.

Kısa Filmler:

Seçkide 6 da kısa film vardı. Bunlardan tek tek bahsetmeyeceğim ama ön çıkan birkaç tanesinin adını anayım. Polonya’nın Müge Anlı’sı denebilecek bir karakterin televizyonda herkesi ağlatmayı hedefleyen şovunu ve bu şova konuk olan aileyi anlatan Ağlayalım (Płaczmy) filmi sonuna kadar merakla izlense de finalde beklenen patlamayı yapamıyordu. Kızının, siyahi erkek arkadaşını kabullenemeyen babanın hikayesini anlatan Gönlü Kara (Czarny charakter) ve kurallara takıntı derecesinde uyan bir hostesi anlatan Uçuş Dersi (Nauka latania) de ilginç ama belli bir seviyeyi geçemeyen filmlerdi. Kısaların en iyisi ise Hep Kötü (Nigdy dobrze) isimli, dedelerinin evine yerleşme teklifi ile gelen yeni evli bir çiftin, dedenin “beni öldürürseniz olur” şeklindeki karşı teklifi ile karşılaşmalarını anlatan, kara mizahı kullanırken, ülkenin geçmişine göndermeler de yapan filmdi.

Not: Seçkide, Aşk Vergisi (Podatek od milosci) isimli, uzun metraj bir film daha vardı ama gümrükte takıldığı için gösterilemedi. Gümrükte kalan filmler de eski festivalleri anımsatan bir nostalji oldu açıkçası.

Ankara’dan etkinlikler:

  • Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası: 11-17 Kasım arasında düzenlenmekte olan bu festivalde, 7 İtalyan filmi gösteriliyor. Gösterimler Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde oluyor. Aynı zamanda her filmin, online gösterimi de yapılmakta. Her iki gösterim için de seyirci sayısı kısıtı var.
  • Goethe-Institut Ankara’nın film gösterimleri kapsamda, 17 Kasım Salı günü, Supa Modo filmi gösterilecek.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar